Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Temmuz '18

 
Kategori
Deneme
 

Coğrafyadan Şiire “Uzun İnce Bir Yolculuk” (*) (**)

Coğrafyadan Şiire “Uzun İnce Bir Yolculuk” (*) (**)
 

Giriş...
Yaşamımın en güzel altı yılını geçirdiğim Ege topraklarındaydım geçen ay (Ekim 2009). Yirmi altı yıl geçmiş aradan. Hayallerinin peşinde koşturan on altı yaşında bir genç olarak gelmiştim ilk kez. Bunca yıl sonra, konuk bir şair olarak çağrılmanın mutluluğu içindeyim. Bu toprakların kokusunu içime çekmek, havasını solumak, suyundan içmek mi yeninden!.. 
 
Depremlerin yaşıtı, Nâzım Hikmet’ten Enver Gökçe’ye, nice şaire ağıt şiirler yazdırmış kenti Erzincan’a, çocukluğumu ve annemi bırakıp, 1977’nin şubatında, yılın ilkyazına koşar adım ayrılmıştık buradan.   Kırlarda bayırlardan, yüksek dağ yamaçlarından aşağılara doğru inen, ince, beyaz tül örtüsünü henüz eritmemiş karlar.   Nevruzların patladığı bir zamandı. Upuzun geçen kış, yerini ilkyaza bırakıyordu, memleketimden ayrıldığımda. Mevsimin, bahara yaklaşan dönemine denk gelen bu yolculuğu hiç unutmadım. Ne zaman bu topraklara bir yolculuğa çıkacak olsam, yüreğim doludizgin, hep aynı heyecanında: 
 
Gözlerinde tutkulu bakışlar ve inanılmaz hayallerin peşinde koşturan o gençle buluşurum hep. Çok sonraları öğrenecektim, ağabeyimin benden umudu kestiğini. Arkadaşının bana anlattıklarına bakılırsa, benim okulla mokulla bir ilişkim yokmuş, meğerse.  Hayalperestin tekiymişim. İyi ki de diyorum, hayallerimin peşinden koşturmuşum. Beni buralara değin getiren hayallerime, çok, ama çok şey borçluyum. Yeniden bana bu güzel anları yaşattığı için.  
 
Çocuk aklımın yıllar sonra ayırdına vardığı, annemin ölüm acısını, oğlum ve kızımın ailemize katılmasıyla yeniden yaşayacaktım. Oğlumun ve kızımın annemi yalnızca fotoğraflarından tanıyacak olmaları düşüncesi, onlar açısından büyük talihsizlik. Benim içinse yenilenip duran bir acı, kapanmayan bir yaraydı. Annem, ne torunlarına sarılıp öpebilecek, ne de çocuklarım, babaannelerine telefon açıp, “Babaanne seni çok özledik, neden bize de gelmiyorsun?” diyebileceklerdi, artık.
 
Annemi, 75 Martı’nda kaybetmiştik. Onu doğduğu bu topraklara emanet edip, sonsuzluğa uğurlayışımızın üstünden otuz dört  yıl geçmiş. Oğlum on altı, kızım dokuz yaşında. Ben kırk sekizimdeyim. Ortaokul öğrencisiydim onu kaybettiğimizde. İki yıl sonra da ayrılmıştık memleketten. Geride, ikisi evli beş erkek, iki kız kardeşimi, bir de gördüğü ilk kız torununu bırakmıştı annem. Kız kardeşlerimden ilki on bir, ikincisi üç yaşındaydı. Onları düşündüğümde ben daha şanslıydım, ama ne fayda…
 
Göçebeliğimin üçüncü yolculuğu...
İlk yolculuğum, annemin dünyaya getirmesiyle başladı. Doğduğum köy Keleriç'ten (Karakaya), Altınbaşak'a gitmemiz ikinci göçerliğimdi. Üçüncü göçerliğim ise, 77’nin, bir şubat günü evimizi kamyona, kendimiz de bir minibüse doluşup, Muğla'ya göçmemizle devam edecekti. Dönüşü olmayan bir yolculuktu bu. Benim için yeni ufuklara yelken açmak ve hayallerini kurduğum dünyaya yaptığım bu yolculuk heyecan vericiydi. Selçuk’tan geçerken büyülenmiş, İzmir’in güzelliğine çarpılmıştım. Muğla, özellikle Yatağan, toplumsal bilincimin yeşerdiği bir coğrafya oldu benim için. İlk toplumsal savaşım bilincini edindiğim bir yer olarak Yatağan, yaşantımda önemlidir. Kavramsal olarak “kent” olgusunu burada öğrendim. Hoş, Erzincan’ı gezdim gördüm, ama orada yaşayıp kent ekinini öğrenecek kadar kalamadım. Ne ki, rahatlıkla söyleyebilirim ki, bugünkü durumumu, bu coğrafyada geçirdiğim altı yılıma ve sonraki yıllarımı geçireceğim İstanbul’a borçluyum. Elbet ki, köklerimin ve ekinimin (kültürümün) yeşerdiği coğrafyayı da başa alarak.
 
Niye anlattım bütün bunları? 
İnsan yaratılarının konuşulup tartışıldığı her yer ve anda, Vedat Günyol’un sürekli söylediği Erasmus'un şu sözü gelir aklıma:
 “Hayvan hayvan olarak doğar. İnsan insan olarak doğmaz oluşturur”.
Bütün derdimiz insan olmak değil midir? 
 
Ben yukarıda özetin özetini verdiğim yaşantının kişisi olarak aranızdayım bugün. Hepimiz yaşadığımız bölgenin, coğrafyanın, yerel ekininin bir rengi olarak, yan yanayız burada. Ulusal ve bireysel kimliğimizin belirleyeni dilimiz ortak. Ama yaşadığımız bölgeye özgü ağızlarıyla birbirinden farklılık gösteren, çeşitliliği ve zenginliği olan bir güzel dilin insanlarıyız. Buna sevinelim. Bu olağan ve doğal durum, her coğrafyanın kendi türküsünü, şiirini, manisini, tekerlemesini, masalını, efsanelerini de; kısası, bütün birikimlerinin bir yansıması olan kültürünü yaratmasını öğretmiş insana. 
 
İnsan içine düştüğü coğrafya ve ekinin biçim verdiği özdeksel bir varlıktır. O coğrafya ekininin tüm özelliklerini olmasa da belirgin, belli başlılarını benliğinde taşır kişi. Bunu; şairse şiirlerinde, öykücüyse öykülerinde, romancı romanlarında, ressam çizgi, biçim, doku ve renklerinde, heykelci yontusunun oylumlarında, müzisyen de bestelerinde yansıtır. Her birinde, yerelinden genel ırasal özelliklerle karşılaşırız. Öyleyse Anadolu’yu “Dört yön, onaltı rüzgâr” (A. Arif) ve “Yedi iklim dört köşe” diye tanımlarsak, yerinde bir tanımlama yapmış oluruz. Ya da Metin Demirtaş’ın sorusuna kulak verirsek; “Şairin şiiri de yaşadığı yere benzer diyebilir miyiz?” gerçekten!.. Sanırım öyle. Eğer böyle olmasaydı, herkes birbirini yineler dururdu. Dil gelişmez, yeni şairler çıkmaz, şiirler çeşitlenmezdi. Birbirinin benzeri örgeleriyle (motif) halıların, kilimlerin serildiği plansız evlerde oturur, düzenden yoksun, tek düze sokaklarda gezerdik. Türküler sıradanlaşırdı. Renksiz yaşamlar, keyifsiz bilmeceler, tatsız maniler, yaratıcılıktan uzak masallar, mizahtan yoksun fıkralar kalırdı geride. Abdülkadir Budak ile de aynı şeyleri paylaşıyoruz ki demek, Cumhuriyet’in, 1 Eylül 2009 tarihli kitap ekinde kendisiyle yaptığım söyleşide (sayı 1024) bakın neler söylemiş:
 
“…Babam öldüğünde ortaokul öğrencisiydim. Yedi çocuklu dul kalmış anneye katkıda bulunmak için okul çıkışlarında, bu istasyonda (Ankara Sincan istasyonu) yıllarca su ve simit sattım. Sabahları annemi işine bu istasyondan uğurlar, akşamları onu getirecek banliyö trenini burada beklerdim.  Sincan istasyonu bana, sadece bir şiir imgesi değil, anne ve ekmek parası demekti. Dahası var: “Sincan’da Bir Sokağın Balkondan Görünüşü”, “Sincan’da Şair Olmak” ya da “Sincan’da Ölmek” gibi şiirler, yazılar yazmış biri olarak; dergisine Sincan İstasyonu adını koymaz da ne yapardı? Ne diyordu İlhan Berk? “Her şairin bir şehri ya da bir semti olmalıdır.” Evet, Sincan benim için bir şehir ya da semt olmaktan öte bir şey oldu artık…”
 
Şiir ve sanatın konuşulduğu...
Şiir ve sanatın konuşulduğu, coğrafyanın bunlara etkilerinin tartışıldığı her yerde şair, geldiği yöreden bir esinti olarak dolaşır düşünce ormanımızın içinde. Kimisi kayın ağacının dallarını hışırdatır, kimisi çınarın. Gürgen ya da palamut ağaçlarıyla konuşan şiirleri sık sık dinlemişizdir. Meşelerin, kökleriyle toprağı sımsıkı kucaklayıp, sele  karşı doğayı nasıl koruduğunu bilmeyen yok gibi. Eğer böyle olmasaydık, doğanın sağladığı olanaklar içinde, gelişmeden uzak, yalnızca içgüdülerini, biyolojik özelliklerini birbirine geçiren hayvanlardan bir farkımız kalmazdı. Ne ki, insan, bu saydıklarımızın dışında akıl varlığı olduğu kadar, duygu ve duyusallık varlığıdır da aynı zamanda. Birbirlerine içgüdülerinin ve biyolojik özelliklerinin dışında başka şeylerini de geçirirler. Bunların başında kültür gelir. “Doğanın yarattıklarına karşın insanın ürettiklerinin toplamı olan kültür.” (K. Marks),  “insan aklının, deneylerinin durmadan gelişen, yenilenen bir ürünüdür” (V. Günyol). Kısası, insan, yaşadığı coğrafyanın olduğu kadar, yarattığı kültürün de parçası olarak, kendi coğrafyasının rengini, dokusunu, biçimini yansıtan şiirler yazar, coğrafyasının etkilerini taşıyan sanatı vardır. Bu anlamda Anadolu, ekinsel birikim ve çeşitlilik yönünden dünyanın güzelliklerini bağrında toplayan coğrafyalarından biri. Türkçe’nin, dünyadaki şiir dilleri arasında üst basamaklarda olduğunu söylememe gerek yok. Ki, bir abartı da değil bu. Vedat Günyol’un evinde bir gün, yaptığımız masa başı sohbetlerimizin birinde, şiirimizin, edebiyatımızın ve Türkçe’nin, dünya edebiyatı, şiiri ve dilleri arasındaki yerini sormuştum kendisine. Tevfik Fikret, Nâzım Hikmet, Sabahattin Ali, Sait Faik, Aziz Nesin, Dağlarca, Yaşar Kemal, Orhan Veli’nin edebiyatımızı, şiirimizi ve Türkçeyi, dünya ölçülerinde yüceltenler olduğunu söylemişti. Dilimizle ilgili de şunları demişti: 
 
”Ben neyim şimdi? Bir Türk! Neyimle Türk? Dilimle! Türkçe benim doğal yurdumdur; dünyanın neresinde olursam olayım, hiç fark etmez. Yunuslardan, Karacaoğlanlardan, Pir Sultanlardan, Dadaloğlulardan süzüle incele, özleşen, gelişen bir dildir benim yurdum, barınağım, can damarım. Dilim dolayısıyla Türk olmak, büyük bir onurdur benim için. Ben Türkçenin aşığıyım, diyebilirim. Türkçemle düşünüyor, Türkçemle yazıyorum…”
 
Bu coğrafyanın şairlerini okuyarak şiiri sevdim. Dilimin, dünyanın en güzel dillerinden biri olduğunu bu şairlerle kavradım, öğrendim. Doğduğum memleketim; Behçet Kemal Çağlar’a, Ahmet Kutsi Tecer’e, Cahit Öztelli’ye, Enver Gökçe’ye, Cemal Süreya’ya, Sivas yakımında kaybettiğimiz Asım Bezirci’ye, Emin Özdemir’e, Cevat Çapan’a,  Türkiye’nin ilk grafikeri İhap Hulisi’ye, Mustafa Kutlu’ya, Müslim Çelik’e, Lütfü Özgünaydın’a ve daha adını sayamadığım nice kültür insanına yurt olmuş, kendisinden bir şeyler vermiş onlara. Memleketimin bağrından çıkmış bu değerlerin her biri, doğdukları yörelerden, coğrafyalarından aldıklarını, kendilerine özgü yaratılarıyla topluma fazlasıyla vermişler, sağ olanlarımız da vermektedirler hâlâ. Ben, biraz da bu kentin bir rengi olarak varım…
 
Kişi olarak hepimiz, yaşadıklarımızla kendimiz olarak varız, Anadolu denen bu coğrafyada. Türkiye denen bu eşsiz resim tablosunda yer alan renkler, dokular, biçimler ve çizgiler gibi yan yana oturmuş, omuz omuza yürümüş, sırt sırta vermiş, birbirimize karışıp, birbirimize dönüşerek, bu yurdu böyle kurabilmişiz. Herkes kendi rengini karşısındakine geçirirken, kendisinin bir benzerini de karşısındakinde yaratmış. Bir elmanın iki yarısı gibi, karşısındakinin bir benzerini de kendisinde yaşatarak bugünlere gelmiş. Bu büyük yapıt/tablo, şimdi çözülmek üzere. Bir yanda, adının demokratik, ama içeriğinin demografik olduğu herkesçe bilinen bu açılım safsataları, öte yanda, sonu dipsiz kuyu, Ergenekon masalı ve inanç tacirliğiyle, insanlarda akıl tutulmaları yaşatılmaktadır. Bu toplum da buna inanmaktadır artık. En azından, ülkemizde yaşayan iki kişiden biri (yüzde ellisi) bu akıl tutulmasına ram olmuş durumda. 
 
Bizler benzerlerimizle oluşturduğumuz bu büyük orkestrada, kendi sesimiz ve rengimizle türkülerimizi yakıp söylemekle kalmadık. Bu topraklardan beslenerek yazdığımız şiirlerimizi, yaktığımız türküleri, birini diğerinin önüne koymadan, aynı yürek ferahlığı içinde, aynı ortak akıl ülküsünde yürüyerek, binlerce yıl çalıp söyledik hep. Bizim iç dünyamızın içsesi olarak yazılmış olsalar da bu şiirler, yakılan türküler, bizden çıktıkları anda dışlaşmış ve toplumsallaşmış demektir. Yalnız toplumsallaşmakla kalsa iyi. Yerelden ulusala, ulusaldan evrensele bir değişme ve gelişme çizgisi izleyerek, bütün insanlığın ortak değeri yapılmıştır. 
 
Nâzım Hikmet’e yalnız bizim şairimizdir diyebilir miyiz? 
Ya da Neruda, yalnızca Şili’nin yaşadığı acıdır deyip dışlayabilir miyiz onu kendimizden? 
Acısı acımız olmuştur, halkı da halkımız. Kısası, özlerinde her ne kadar kendi coğrafyalarının izlerini taşısalar da, yakaladıkları evrensel dil, toplumsalcı içerik ve insancı yönleriyle bütün insanlığın ortak kalıtıdırlar. Bu anlamda bakıldığında, bizim sanat, edebiyat ve şiir tarihimizde övünülecek çok değerlerimiz var, insanlığa örnek. İnsanlığın ortak evrensel değerlerini yalnızca kendi kişiliklerinde toplamış olmalarıyla değil, kendi yerelinin değerlerini evrenselleştiren yanlarıyla bir Yunus, Mevlana, Pir Sultan, Dadaloğlu, Köroğlu, Karacaoğlan yaşamaktadır hâlâ.
 
“Karacaoğlan Buluşması” bunun kanıtı değil mi? 
Genel özellikleriyle bir şiirin oluşmasında, şairin şiiri düşünmeye başladığı andan, okuyucusuyla buluşturduğu ana değin uzun ve sancılı bir geçmişi olduğu herkesçe bilinir. İçselleştirme ve dışlaştırma da diyebileceğimiz bu süreçte, düşündüklerimizi kâğıda döktüğümüzde ya da bir başkasıyla paylaştığımız anda, o bizim değildir artık. Sanatçı ya da şair, şiiri ya da herhangi bir sanat yapıtını bilinçli olarak dışlaştırır/yaratır ve kendi dışında akıp giden insan ırmağına bırakır. İnsanlar bundan etkilenir. Coğrafya etkilenir. Şiirin, sanatın özgül dünyasında yeni bir coğrafya olarak çıkar karşımıza. Sanatın, şiirin konuşulduğu, yeni evrenlere açılır ve bu evrensellik içinde bir başka renk ve değer olarak ortaya çıktığı coğrafyasının yeri geldi sesi, yeri geldi dokusu olarak yansır bize/bizlere. Dalga dalga yayılır.
Genel anlamda da olsa bu, bütün sanatlar için değil yalnız, bilim ve felsefe alanları için de geçerlidir. “Geçmişi olmayanın geleceği yok” sözü, sanırım anlamını burada buluyor. 
 
Sözünü ettiğimiz bu “geçmişin” ya da “sürecin”  oluşumunda insanın/şairin yaşadığı çevre ve coğrafyası, bu oluşumun somutluk kazandığı  “şey”e; bu şiir olur, herhangi bir sanat yapıtı da olabilir, etki ettiği açık. İnsan yaşadığı coğrafyaya benzer. Bu eğer şairse şiirleri, ressamsa resimleri, müzisyense müzik eserleriyle vardır.  Dahası, yaşadığı ülkeyle özdeşlik sergiler. 
Nâzım Hikmet dendiğinde ilk akla gelen, onun evrensel bir şair olduğu değil, onun, ilkin, bir Türk ve Türkçe’nin şairi olduğu düşüncesi parmak izini bırakmıştır belleğimize. Ya da “Ritsos dediğimiz zaman, o dilde yazan şair, şairin adıyla da şiirinin gücü, anlatımı, bizdeki etkisi aklımıza gelir. Şairle birlikte şiirin coğrafyası gelip oturur.” Kavafis, “Bu şehir ardından gelecektir.” diye sesleniyor. 
 
Biz gittiğimiz yere doğduğumuz coğrafyadan etkiler götürüyor muyuz? 
Elbette! Onun için buradayız. Hepimiz kendi coğrafyalarımızın, yaşadığımız yerlerin, doğanın birer rengi, dokusu, çizgisi, biçimi olarak varız. Öyle olmasaydı, “Edebiyatın Belleğindeki Anadolu ve Afrodisyas Kalıtı Karacaoğlan Buluşması”’nda bir araya gelen bunca konuğun hepsi, aynı şeyi söylerdi. Birbirinden farklı olmayan tıpkıbasım (röprodüksiyon) resimlere dönerdik. Oysa buraya çağrılan otuza yakın konuk, kendi coğrafyalarıyla birlikte geldiler. Coğrafyalarının etkilerini taşıyan konuşmalar yapıp şiirler okuyacaklar. Bu çok önemli. 
 
Çağımızın en büyük sorunu yabancılaşma. Bu gibi toplantılarda sanatı, edebiyatı, şiiri konuşmak elbet ki bu soruna köklü bir çözüm getirmeyecektir. Ne ki, bunun yüzlerce yıllık geçmişiyle bir siyasa sorunu olduğunu da unutmamak gerek. Kaynağında, bu tür buluşmaların ve konuşmaların yabancılaşmaya “karşı” bir duruş sergilediği düşüncesine de inanıyorum. Şu da var: İnsanın olduğu yerde sorunlar, sorunların bulunduğu durumlarda da mutlak çözümden yana olan insanlar var, çözümün anahtarları da. İşte, sanat ve şiir bunların başında gelmektedir. Şair bunun için var, şiir bunun için yazılır. Sanat bu çözümlerden biridir.  
 
Çağlar boyunca şairlerin dramı...
Şairler, çağlar boyunca kurulu düzen yanlılarının korkulu rüyası olmuşlardır. Sanat ve şiir, düzen karşıtlığıyla insanın önünde ışık, insanlığın uzun serüveninde başkaldırı yasasıdır. Çağımızın bu büyük karmaşası ve insan öğüten değirmenine şair, şiirleriyle su taşımaz, düzenin tekerine çomak sokan şiirler yazar. Kendi coğrafyasının ekinsel birikimleriyle çıkar insanın karşısına. Sivas dendiğinde Pir Sultan, Âşık Veysel gelmez mi aklımıza? Öyle sanıyorum ki, Karacaoğlan’ın adından yola çıkılarak buraya verilen Karacasu adı da, “coğrafya sanat ve şiir” üçleminde düşünülmesi gereken bir olgu. Ali Ekber Çiçek dendiğinde Erzincan ve özellikle “Haydar Haydar” türküsü dolanırken dilimize, Enver Gökçe’de “Eğin Türkileri” çağrışır Fırat gibi. Asım Bezirci, Cahit Öztelli, Ahmet Kutsi Tecer dendiğinde de Erzincan’ın değişik renkli coğrafyalarıyla buluşuruz. Çukurova Yaşar Kemal ile anılır oldu. Toroslar’dan, Antalya Akçay’dan söz edildiğinde Antikiteli lirik şair Metin Demirtaş ve şiirleri gelir akla. Vecihi Timuroğlu, aşiret ekiniyle yetişmiş gerçek bir aydın. Aşiretinin bir üyesi olarak değil, aşiret geleneğinin insancı değerlerini kent ekini içinde eritip, özdekçi düşüncede temellendiren, Atatürk ve cumhuriyetin bir öğretmeni, Marksist bir düşünürü. Hadi Server Hocanın demesiyle söyleyelim, “Türk filozofu” kimliğini, doğduğu coğrafyadan, yaşadığı yöreden almıştır. Şiirlerinde, Dersim ağıtlarının derin ve hüzünlü sesi, Dersim’in sert iklimi ve Munzur dağlarının sarp dokusunun izlerini bulurken, Ukuş ninesinin sıra dışı kişiliği de kendi doğasına sinmiştir. Metin Demirtaş’ın şiirleri, alçakgönüllü kişiliğinin lirik yansımalarıdır. Akdeniz ikliminin bütün renkleri bir yana, “hüzünlü mavisi, çelik öfkesiyle” buluşuruz. Bir “Akdeniz duyarlığı”yla Antikçağ’lara götürür bizi. Ardıç kuşlarının seslerine karışır sesleriniz. “Çam ağaçlarının, bin yıllık sedirlerin” arasına, “denizi yalayıp gelen esintilerin” güzellediği dizeleriyle şiirlenirsiniz.
Aşağıdaki sözler onun Akdeniz duyarlığı, coğrafyadan esintiler çalıyor yüzümüze:
“İnsanın doğup büyüdüğü çevre, coğrafya, iklim, kişiliğini oluşturan, biçimlendiren etkenlerden biri. Andığım etkenler kuşkusuz şairin şiirini de etkiliyor, biçimlendiriyor.
Akdeniz iklim kuşağı bir yerleşim alanı olarak antik çağdan bu yana büyük bir kültürü bağrında besleyip büyütmüş, bir Akdeniz duyarlılığı, coşkusu, bir şiir birikimi ve iklimi yaratmıştır…
Şiirlerimde bir dereden söz etmişsem, şırıldayan sularda kar kokusu duyumsansın istemişimdir. Kaleiçi’ni anlatmışsam kırlangıçların seslerine yansımış bahar sevincini, sardunya kokularını, yağmur sonu kiremitler üstünde tüten buğunun, bir sundurmaya ağmış yaseminlerin kokusu duyumsansın istemişimdir. Akdeniz’in üstünde ışıyan gün ışığı, ardıç kuşları.. Her sabah bize ergen güzelliğiyle günaydın diyen Tahtalı Dağın üstüne yığılmış mor bulutlar… Aynı dağın teleferik özentisiyle dinamitlerle parçalanmış, yok edilmiş endemik bitki örtüsünün kederi.. Çam ağaçlarının, bin yıllık sedirlerin, denizi yalayıp gelen esinti dizelerimin üstünden geçsin istemişimdir."
 
Sonuç...
Özetle, Akdeniz’in mavi ışığı, sıcak insan ilişkileri şiirlerimi etkilemiştir. 
Doğa nasıl ki üstünde yetişen bitki örtüsü ve tüm canlıları biçimlendiriyorsa, benim şiirlerimi de etkilemiş, bir ses, bir renk, bir koku, bir titreşim olarak şiirlerime girmiştir diyebilirim…” 
 
Şairin yaşadıkları şiire dâhildir ya, söyledikleri de şiirin kendisidir bu durumda. “Coğrafya, şiir ve sanat” denkleşmesinde şair, tavrını doğadan, insandan yana koymuştur. Konuşurken ya da yazarken, sesinin ve sözcüklerinin tınılarında kişiliğinin yansımaları dolaşır, coğrafyasından renkler yansır dizelerinde. 
 
Belleklerimize yer etmiş görüntüleri, genzimizden gitmeyen kokusu, hayatın karmaşası içinde var olma savaşımı veren insanlarıyla başka coğrafyalarda, kendi coğrafyamızın bir yansıması olarak varız. Bilinçaltımızda, coğrafyamızın etkileri olduğu kadar, belleklerimizde yer eden şairlerin hayatımıza etkileri de, bir kazıbilimcinin binlerce yıllık tarihi gün ışığına çıkarmasındaki bilinç değil midir?
 
“Ne zaman bir bilinçaltına insem, benden önce bir şairin oraya girdiğini görürüm.” demişti Freud. 
 
Ben, bu coğrafyayı önceden gezmiş olanları düşündüğüm kadar, coğrafyaları önceden gezilmemiş olan yeni şairleri bekliyorum…
 
 
(*) Sincan İstasyonu Aylık Edebiyat Dergisi, Şubat 2010, sayı 30.
(**) Ali Ekber ATAŞ, TEBEŞİR KOKULU SÖZLER, Kaynak Yayınları, Şubat 2014, İstanbul. s. 39
 
 
Toplam blog
: 36
: 110
Kayıt tarihi
: 20.06.18
 
 

Günümüz şairlerinden. 1961 Erzincan doğumlu. Öğretmen şair. Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fak..