- Kategori
- Felsefe
COVİD19
COVİD19 KAPİTALİZMİN KIYAMETi Mİ?
Toplumsal meselelerden haberli olan herkesin kendine ve çevresine sorduğu temel soru şudur:
KORONA SONRASI NE OLACAK?
Yani herkes mevcut durumla artık insanlığın gideceği yolun sonuna geldiğinin farkında; ancak oluşan bilinmezlik COVİD19’ dan daha ürkütücü. Kaos ve korku insanlık tarihinde her zaman büyük dönüşümlere ebelik yapmıştır. Bu sefer de farklı olmayacaktır. Dolayısıyla büyük dönüşümler yaşanacaktır.
Büyük şair Nazım Hikmet’in tarif ettiği ‘BÜYÜK İNSANLIK’ için ise iç açıcı bir geleceğin olamayacağı kesindir;çünkü yüksek teknoloji, yüksek örgütlenme gerektiriyor ve ikisi de BÜYÜK İNSANLIK’ta yok! Dolayısıyla bu yazımızın esas konusu yüksek teknoloji ve yüksek örgütlenmeyi sağlamış olan SERMAYE’nin nasıl bir yol izleyeceğine dairdir.
Lidyalılar tarafından değişim maddesi olarak icat edilen para, bugün muhtelif şekillerde devam etmektedir. Hemem hemen her devletin kendi parası vardır; ancak bu paraların değeri temel üç paraya göre (dolar, avro ve altın) belirlenir. Ancak bu durum zamanla değişecek! Çünkü fiziki değerin (menkul -gayri menkul) kitlesel dağılımını engellemek, küresel sermayenin büyük amaçlarının başında gelmektedir. Bugün kitlelerin ilgisine “merdiven altı” olarak sunulan sanal paralar, gelecekte IMF ve Dünya Bankası’nın denetiminde EVRENSEL para olarak üretilmek zorundadır. Böylece orta sınıfın da fiziki mülkiyet hakkı sona erecektir.
Mavi kürede üretilen her maddi değer; 5-10’a katlanarak sanal ortamda alınıp satılacak ve bu satış fiziki para yerine (paraların ismi bile olmayacak) fon, hisse ve sanal para ile yapılacak; perakende alış- verişlerin hemen hepsi internette olacak, dolayısı ile fiziki para ihtiyaç olmaktan çıkacaktır. Hiçbir üretimin denetim dışında bırakılmayacağı gibi pazarlar, büfeler bile birer birer kapatılacaktır. Büyük sermaye tüm kürede hakimiyeti kurduğunda, küçük bağımsız mülk sahipleri onlar için büyük tehlike olacaktır. Çünkü işi olan, küçük yaşamını sürdüren çalışanlar, yani “bilinçli tüketici”ler sistemin tümüyle kontrolüne girecekleri için “devrimci” özelliğini kaybedecektir. Geliri ve harcaması kontrol edilen besi hayvanından, sürpriz performans beklenmeyeceği gibi sistemin tümüyle denetiminde olan bireyden de değişim yaratması beklenemez.
Abartılı distopya mı oldu sanıyorsunuz?
Değil! Bu yaklaşık yüz yıldır hayal edilen ve şartların oluşması için büyük projeler yapılan bir konudur. Anti komünizmi yaygınlaştırmak için kurgulanan 1984 benzeri propaganda büroşürlerinin aslında geleceğe dair tasarımlar olduğu artık aşikardır. Korona virüs gibi küresel felaketler, küresel kurtarıcıları zorunlu kılıyor. Küresel kurtarıcılar ise küresel iktidar için rıza üreten kurumların inşaasını 1945’ten sonra başlattılar.
Büyük sermaye, kapitalizm dışı deneyim olan Sovyetleri ve komünizm fikrini yok etmeyi varlık sorunu olarak kabul etti. Büyük sermaye, desteklediği faşizmin dünyanın gördüğü en büyük felakete dönüşmesiyle, Sovyetlerin desteği alarak faşizmi imha etti . Ancak,savaş sonrası ABD büyük kurtarıcı olarak tüm dünyayı dizayn etme projesi ile işe başladı. Elbette, SSCB, Çin gibi problemler vardı ;ama bu “küçük” sorunu zamana bırakmayı tercih etti.
Birleşmiş Milletler, küresel bazda inandırıcı rıza üretim kurumu olarak akıllıcaydı. Elbette, küresel iktidar için BM yeterli değildi. BM bünyesinde aklınıza gelen her konuda konsey, komserlik,enstitü, program veya örgüt adı altında kurumlar kuruldu. Tıpkı normal devletten bildiğimiz gibi bazı kurumlar iktidarın muktedirlik işini yaparken bazılarını da rıza üretmesi için gerekliydi. IMF, Dünya Bankası, DTÖ, FAO ,DSÖ ve DGÖ gibi baskı örgütlerinin yanına Çocuklara Yardım Fonu,Çevre Sorunları Programı ve Sosyal Kalkınma Araştırma Enstitüsü gibi kuruluşlar da rıza üretme merkezleri olarak işlevini yürütmektedir.
Kapitalizmin temel yasası şudur: “Dünya tek pazardır, tek muktedir tarafından yönetilmelidir!” Elbette böyle yazılı bir yasa yoktur; ancak kapitalizmin ekonomi politiği konusunda hala aşılamamış KAPİTAL de, bu yasa açığa çıkarılmış ve anti tezi olarak da “Bütün ülkelerin işçileri birleşin!” demiştir.
Bu yasa yaklaşık yüz yıl sonra Sermaye tarafından da anlaşıldı. Böylece, kapitalizmin doğal yasasına göre örgütlenmediği taktirde sürpriz felaketlerden kurtulmanın mümkün olmayacağı da anlaşıldı.
Bilginin tümüne sahip olan sermaye için, kapitalizmin anti tezi olan yasasının vücut bulması ise hep bir kabus olmuştur. Dolayısıyla, kitlelerde oluşacak KOMÜNİZM hayalini öldürmek için burjuva hukuk normu bile yok sayılarak savaşıldı. Sendikaların birer mafya çıkar örgütüne dönüşmesi için yasalar (bir sendikada 40 yıl yönetici olmayı mümkün kılmak gibi)ayarlandı. Sovyetler ve diğer sosyalist yönetimlere karşı NATO savaş örgütü kuruldu. ABD’ den başlanarak tüm toplumsal eylemler, yayınlar ve politik çalışmalara yönelik ağır cezalar uygulandı. Ancak 2.Dünya savaşı sonrası oluşan kısmi refahın sonu yavaş yavaş baş gösterince, 1960 ve sonrasında yeni bir aşamaya geçilmesi gerekirdi. 200 yıldır Londra’da, akredite edilmiş para sahiplerinin kendi aralarında oynadıkları Finans BORSA’sına yabancıların girmesine izin verildi. Newyork finans borsası da uluslararasına açıldı. Her ülkede borsa açtırma projesi hızla devreye sokuldu. Böylece faiz-döviz-borsa denilen üçkağıt ekonomisi tüm dünyaya yayıldı.
Finans örgülenmesine paralel olarak komünizme karşı iyi iş çıkaran ve sosyal devletin ekonomi parametresi olan Keynes’in karma ekonomik modeli büyük sermayenin ayak bağı olunca, neoliberal ekonomik modele geçmenin zamanının geldiğine karar verildi. Bu kararın doğal sonucu olarak ulus devletlerin elinde bulunan ekonomik güçler gelecek açısından tehlike sinyalleri vermeye başladı. Özellikle büyük petrol krizi gösterdi ki, normal ticari ilişkilerle ulus devletleri tam denetlemek mümkün değildi. Çünkü normalde göbekten ABD’ ye bağlı olan büyük petrol üreticisi Arap devletleri, ABD-İsrail ittifakına güçlü tepki göstererek ,petrol tüketen dev ekonomileri krize soktular. Yaklaşık iki yıl süren kriz çözüldü ;ancak Sermaye bu durumun bir daha yaşanmaması için sürecin hızlanması gerektiğini anlamıştı.Mülk edinmişlerin daha fazla kontrol edilmesi gerekiyordu. Böylece IMF ve Dünya Bankası ile eşgüdümlü hareket edecek “uluslararası kuruluşlar’’ ,”gelişmekte olan ülkeler”le daha yakından ilgilenmeye başladılar. Birkaç “yaramaz” ülke de dahil tüm petrol üreticilerinin dahil olduğu OPEC'de, ABD mutlak iktidarını kurdu.
Diğer tarafta 1945 yılında ABD ‘nin ev sahipliğinde küresel istikrar için 45 ülkenin ortak aldığı kararla altın rezervine karşılık dolar basma anlaşması yine ABD tarafından 1971’ de iptal edildi.
ABD altın rezervine bağlı dolar basma politikasını bırakınca, diğer ülkeler de dolar karşılığı para basmaktan kurtuldu mu? Aslında kurtulduk sandılar. Oysa geçen sürede ülkelerin dolara bağımlı hale geldiğini ve uluslararası para sisteminin sahibinin ABD olduğu aşikar oldu. Dolayısıyla tüm ülkeler artık isteyerek dolar rezervi edinmek zorundaydılar. Çünkü ticaret ve yatırım yapmak için başka şansları kalmamıştı. Böylece zincirinden kurtulan dolar, tüm dünya ülkelerini afyonlanmış şekilde Londra ve Newyork finans merkezlerinin koridorlarına düşürdü.
Artık IMF için her ülkede uygulanacak “kurtarma” programlarını hazırlama zamanıydı. Türkiye için 24 Ocak Kararları olarak isimlendirilen liste “Ulusal” hükümetin önüne kondu ve dönemin başbakanı fötr şapkasını aldı, kenara çekildi. Böylece 12 Eylül askeri diktatörlüğü ile ülkede, dönemin Türkiye İşverenler Sendika Başkanının (TİSK) dediği gibi artık zenginlerin gülme dönemi başlamıştı. Elbette bu programlar bize mahsus değildi ;tüm gelişmekte olan ülkelerde uygulanmaya başlandı. Programları çok istendiği gibi gitmiyordu ;ancak 10 yılın sonunda büyük ikramiye yine dünyayı yöneten finans sahiplerine çıkmıştı. Sosyalizm olmasa da kamu mülkiyetinin egemen olduğu SSCB havlu attı ve kapitalizme teslim oldu. Böylece yeni bir aşamayı başlatmanın tam zamanıydı. Bu yeni aşamaya da YENİ DÜNYA DÜZENİ dediler.
Ulus devletlerin elinde bulunan mülkün çok acil olarak satışlarının yapılması için devlet biçiminin hızla değişmesi gerekiyordu. Bunun için çok yönlü çalışmalar geliştirildi. Daha uzun süreye yayılması gereken neoliberal ekonomik sistem, SSCB’nin çökmesinden sonra YENİ DÜNYA DÜZENİ adı altında tüm dünyada piyasaya sürüldü. Artık sağcı muhafazakarlar yerine, soldan devşirilen liberal aydınlar tarafından savunulmaya başlandı. Bu liberal aydınlar ,YDD’yi sivil toplumculuk sosu ile süsleyerek , adalet ve demokrasinin inşaa edileceğini vaaz etmeye başladılar. Ülkemizde sivil toplumculuğun en çaplı savunucusu olan İlhan TEKELİ şöyle savunur: “Bunları değerlendirdiğimizde, önceden belirlenen bir ortak amacı gerçekleştirmek için, tek özneli, merkezi, hiyerarşik bir işbölümü içinde, araçsal rasyonelliği ön plana alarak, yapan, üreten, bunun için kaynakları ve yetkileri kendilerinde toplayan yönetimden, önceden belirlenen bir iyiye doğru değil, insan haklarına dayalı performans ölçütlerini gerçekleştirerek, çok aktörlü, desantralize, ağsal ilişkiler içinde, iletişimsel bir rasyonellik anlayışı içinde, kendisi yapmaktan çok toplumdaki aktörleri yapabilir kılan, yönlendiren, kaynakların yönlendirilmesini kolaylaştıran yönetişim anlayışına geçilmektedir. Bu özellikleriyle yönetişim siyasal ve ekonomik gücün daha yaygın dağılımını da içermektedir “ (İLHANTEKELİ)Tekeli, İlhan, Modernite Aşılırken Siyaset, İmge Y., Ankara, 1999
Böylece artık devlet kavramının yerini YÖNETİŞİM kavramı alacaktı. Kamunun elinde bulunan mülkler dağıtılırken, bürokrasının de dağıtılması gerekiyor. Dolayısıyla daha fazla “demokrasi “ için uluslararası kurumlarla uyumlu çalışan “bağımsız” kurumların oluşturulması, semayenin ülkeye gelmesinin ön şartı oldu. Bağımsız kurum yoksa kredi puanlama kuruluşları ülkelere eksi puan veriyordu. Yatırım sermayesini bırakın, dolgun faizle bile para bulamaz hale getirildi ülkeler. Duvarların yıkılmasının verdiği güvenceyle 10 yıllık icraatın sonunda IMF ve Dünya Bankası eliyle hükümetler bir gecede indirildi; Dünya Bankası çalışanı kurtarıcı olarak gönderildi, teknokrat hükümetler kuruldu ve ulus devletin özünü oluşturan, değiştirilmesi halinde ulusal egemenliğin sonu kabul edilen kanunlar,“ulusalcı” ve “miliyetçiler” in eliyle bir ayda değiştirildi. Böylece kredilerin muslukları açıldı. Ancak kitleleri ikna görevi ise “milliyetçi” ve “muhafazakar” hükümete verildi. Ulus devlet, Kemalizmin kâdim karşıtı İslamcıların eliyle dağıtıldı.
Üçkağıt ekonomisi yaygınlaştırılıp, fiziki varlıklar, kredi, sigorta girdabına sokulurken; bu mayınlı alandan uzak durmaya çalışan dinsel duyarlılığı olanlar için ise faize yeni isim bulundu :’’Katılım Bankacılığı!’’
IMF’ye borç kalmıyordu; ama IMF programları ile borca sokulan ulus devletler, elde ne var ne yok satışa çıkarıyordu. O da yetmedi yer altı, yer üstü her şeyin satılması gerekiyordu. Maden, orman, rüzgar, su, güneş , her şey satılmalıydı; projenin bekaası için gelecekte karşı duruş sağlamaya kaynaklık edecek her şey sermayeye dönüştürülüp ,kredilendirilip büyük sermayeye bağlanmak zorundaydı. Çünkü kapitalizmin kutsal yasası bunu gerektirmektedir. Sadece satın alınabilenler değil, kârın temel kaynağı olan emek, yani her bir insan kontrol altına alınmalıdır. Dolayısıyla insanın yaşamak için tükettiği her şey kontrol altına alınmak zorundadır.
Kimya sanayii hem gıda üretmek için hem sağlıklı yaşam için devrede! Doyurmak için verilen gıdalar aslında hasta yapıyor; tarım sektörünün babası kimya, iyileştirmek için ilaç da üretiyor. Ne tükettiğimizi piyasa araştırma firmaları yerine market kasasına bağlanan küçük aletler kredi kartlarıyla eşleşerek tespit eder oldu. Böylece herkesi aynı şeylerden zevk almaya özendiren reklamları yeterli bulmayan ilahlar, tıbbı devreye soktu. Aslında insanların sağlıkları için neler yemesi gerektiği vaaz ediliyor. Öyle ki bin yıllardır Anadolu’da tüketilen birçok besin zararlı ; ama 5-10 yıllık laboratuvar ürünü besinlerin hikmetinden sual olunmuyor.Teknolojinin de katkısı ile 1990-2000 yılları arasında dünya insanlarının tüketim alışkanlıkları büyük oranda aynileşti. 2000’den sonra internet ve diğer iletişim teknolojisinin katkısı ile artık birbirinden çok uzak olan insanlar aynı şekerlemelerden haz duymaya başladı, aynı telefonları kullandı, aynı giysileri giymeye başladı. O da yetmedi, bir Amerikalı, bir Çinli bir Suudi Arabistanlı aynı dükkandan (site de diyebiliriz) alış veriş yapmaya başladı.
Çok heyecan verici değil mi?
Evet, aslında 1945’te başlanan projeyle, projeyi hayal edenlerin bile hayallerini aşarak hızla tek dünya kültürüne koşuyoruz. Kümese sürülen tavuklar gibi önümüze konan kardeşimizin kanından yapılmış muhteşem yemi yerken çok eğleniyoruz.Belli ki tanrı da, doğa mı desem, Kapitalizm Pentaonu’un dualarına hep olumlu cevap veriyor. Domuz, Sars, Mers ve benzeri küresel felaketlere dönüşecek hastalığı iyi değerlendirmek lazım ,değil mi? Ama çok istenen piyango COVİD19 ile altın tepside geldi.1918 yılında yaşanan İspanyol gribi, dünya bilim insanları tarafından her yönüyle ancak 21.yüzyılın başında ele alınmış ve sağlık, ekonomik ve sosyolojik olarak incelenmiştir. 2010 yılından itibaren özellikle 2015 yılından sonra sıklıkla senaryolara konu edilmiştir. İşin ilginç yanı devletler yerine sözkonusu çalışmalar sağlık, kimya, gıda ve yüksek teknoloji şirket sahipleri tarafından finanse edilen vakıf ve araştırma kurumları tarafından sürdürülmüştür. Dolayısıyla bu konuda rafine edilen bilginin, finansmanı sağlayanların elinde olması da doğal olan sonuçtur. Bu kurumların elde ettiği bilginin külliyatina sahip olmasak da, yaratılacak yeni düzeni yaşamaya mahkum kalacağımızı söylemek kehanet olmayacaktır.
Neoliberalizm ilk çıktığında dünya nüfusunun %70’nin %30’una kurban edilebileceği gibi kaba öngörüleri vardı. Ancak özellikle büyük toplumsal göçler bunun gerçekçi olmadığını gösterdi. Teknoloji son 60 yıllık dünya tarihinde bilimin açtığı fırsatlar sayesinde finansmanı elinde tutanların projelerini sürekli revize etmeye zorladı. Artık %70’in %30’a kurban edilmesi yerine CANLI olmasının daha faydalı olduğu hesaplanıyor. Çünkü her bireyi tek tek kontrol etmenin teknolojileri artık mümkün. Son piyango Covid19 ile rıza üretmenin de mümkün olduğu anlaşıldı.
Kapitalizmin yasasını biliyorsanız, komploya gerek yok!
Sermaye tanrısı, küresel yönetişim ağlarını tamamlarken ;halklar hapishanesine dönüşmüş ulus devletler de gardiyan devlete evrilecektir. Dolayısıyla Çin ve Rusya’nın kapitalist olduğu göz önüne alınmadan yapılan her tartışma geviş getirmekten öte bir çözüm sunmayacaktır. Sözkonusu ülkelerin çabası kurucusu oldukları ve kötülüğün Pentaonu’u olan sözde uluslararası kurumlarda etkinliklerini arttırmaktır. Yaklaşık on yıldır Hindistan ve Brezilya’yı da yanlarına alarak, G7’ nin karşısına BRIC’i kurdular. Sonrasında Güney Afrika Cumhuriyeti’ni de kendilerine katarak BRICS oldular. Karşı karşıya gibi olsalar da kapitalizm adaletinde anlaşacakları kesindir.
Sonuç olarak sürecin komünizmle bir ilgisi var elbette! Yığınların mülksüzleştirilmesi ve küçük -orta mülk sahiplerinin “çalışan” haline getirilmesine benziyor. Ancak 21.yy kapitalizminin ekonomi politiği , 19.yy’da yazıldığı kadar ciddiyetle yazılmazsa, ‘’Ne Yapmalı ?’’ sorusuna cevap bulmak zor!!!