Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Nisan '13

 
Kategori
Siyaset
 

Çözüm, çözen ve çözülen

Çözüm, çözen ve çözülen
 

MEHMETCİĞE NE AD VERİLECEK?


Günlük hayatta sıkça kullanılan bu üç terim aslında kimya biliminin konusudur. Örneğin; suya şeker kattığınızda, şeker “çözülen” su “çözendir”. Bu olaya da “çözülme” denilir. Bazı durumlarda kimin çözen kimin çözülen olduğunu belirlemek zordur. Örneğin; benzine mazot karıştırıldığında ikisi de aynı cins olduğu için çözen ve çözüleni tanımlamak mümkün olamaz. Bu yüzden miktarı çok olana bakılır. Miktarı çok olana “çözen” az olana da “çözülen” denilir. Dolayısıyla bütün dünya da bu konu üzerine artık yeniden lüzumsuz tartışmaların önüne geçilmiş olur.

Günlük hayatta şimdiye kadar, aynı kimya biliminde olduğu gibi “çözen” ve “çözülen” kesin çizgilerle belirlenmişti ta ki bizim PKK “çözümü süreci” başlayana kadar.

Yakın tarihten birkaç örnek ile bu terimleri biraz incelemekte yarar vardır.

Ortaçağ da Çin’den yapılan ticaret İpek Yolu üzerinden kervan taşımacılığıyla yapılıyordu. Ne zaman ki, Osmanlı Devleti İpek Yolu güzergahını ele geçirdi ve vergi almaya başladıysa ortaya bir sorun çıktı. Bu sorunu çözmek için kafa yoran batılılar Güney Afrika’dan dolaşan bir deniz yolunu keşfederek problemi çözdüler. Böylece “çözen” taraf Avrupalı denizciler, “çözülen” taraf ise Çin ticaretinin deniz yoluna kayması sonucunda vergi kaybına uğrayan Osmanlı Devleti oldu.

Daha yakın zamana gelirsek; tüm dünyada aydınlatmada (henüz makine devri başlamadan) don yağı, zeytinyağı gibi organik yağları kullanan batılılar, özellikle İngilizler,  Osmanlı Topraklarının bir parçası olan Arabistan’da kayaların arasından çıkan bir yağın da (petrol lafı buradan gelir; “petr” kaya, “oil” yağ demektir) diğer yağların yerine aydınlatma amaçlı kullanılabileceğini keşfettiklerinde çözmeleri gereken bir problem olduğunu gördüler. Bu problemi çözmek için Arap’lara çuvallarla altın vererek Osmanlıya Karşı ayaklanmalarını sağladı ve buraları Osmanlı Devletinden kopardılar. Bu olayda da “çözüm” ucuz petrol elde etmek, “çözen” batılılar, “çözülen” Osmanlılar oldu.

Takip eden yıllarda Avrupalılardan petrol satın alıp aydınlatmada kullanmaya başlayan Rus Çarlığı, aynı petrolden o zaman Osmanlı toprakları olan şimdiki Azerbaycan topraklarında, Batum’da ve Türkistan’da bol miktarda olduğunu keşfedince sorunun “çözümünü” olarak buralara el koymak gerektiğine karar verdi. Çeşitli savaşlarla buralar da elimizden kayıp gitti. Bu olayda “çözüm” Rusların petrol kaynaklarımıza el koyarak batılılardan yüksek fiyattan petrol almaktan kurtulmaları, “çözen” Rus ordusu, “çözülen” Osmanlı devleti oldu. 

Daha yakına gelirsek; Avrupa’da ve Yakın Doğuda bir Türk devleti görmeyi problem sayan batılılar, bu problemi de çözmek için 1. Dünya savaşında Almanya’nın yanında savaşa soktukları devletin elde kalan son topraklarını da kendi aralarında paylaşarak Sevr Anlaşmasını imzaladılar. Bu olayda “çözüm” Osmanlı devletini yok etmek veya tehlike yaratamayacak kadar küçültmek oluyorken, “çözen” batılılar, “çözülen” yine Osmanlılar oluyordu.

SON OSMANLI DEVLET SINIRLARI

Daha da yakına gelirsek; Türk kimliğinin son kale olan Anadolu’dan temelli olarak silinmek üzere olduğunu gören M. Kemal Atatürk ve arkadaşları bu problemi çözmek için yola çıktıklarında “AMAN HA, ANALAR AĞLAMASIN, YABANCILAR NE DİYORSA YAPALIM” düşüncesini hiç akıllarının ucundan bile geçirmeden yola çıktılar.

İşe,  Anadolu’nun en içine kadar ilerlemiş (Ankara’nın Polatlı ilçesi) yunan ordusunu Sakarya Meydan muharebesinde perişan etmekle başladılar. Bu savaşta Yunan tarafından 23007, Türk tarafından da 39 289 olmak üzere 62 290 ana ağladığı için bu gün bizim çoğumuzun adı Yunanca ve başkentimiz Atina olmadı.

Sakarya Meydan Muharebesi, kötü yönetilmesi sonucunda son üç yüz senedir her isteyenin meydan savaşlarında yenebildiği Türk Ordusunun artık yenilemeyeceğini tüm dünyaya göstermesi bakımından kurtuluş savaşımızın en önemli dönüm noktasıdır. Son üç yüz yıllık tarihinde ilk defa yenilmemeyi başaran Türk ordusu daha sonraki Büyük taarruzu da başarıyla tamamlayarak önce Yunan Ordusunu İzmir’de denize dökmüş, daha sonra da yurdun dört bir yanını işgal etmiş olan İngiliz, İtalyan, Fransız, Amerikan ve Ermeni ordu veya çetelerini geldikleri yere göndermiştir.  Dünya tarihinde emperyalizmin yenilebildiğini gösterdiği için bir eşi olmayan Büyük Türk Kurtuluş Savaşı sonrasında ağlayan anaların sayısının kimi kaynaklara göre 300 000, kimi kaynaklara göre daha az veya daha çok olduğunu bildirmeye gerek görmüyoruz.

Bu olayda “çözüm” Anadolu işgaline son vermek, Anadolu’yu tekrar bir Türk yurdu yapmak, “çözen” Türk Milleti ve TBMM, “çözülen” Yunan ordusu ve ardından diğer işgalci ordular.

62 290 ANANIN AĞLADIĞI POLATLIYA 5 KM UZAKLIKTAKİ SAKARYA MEYDAN SAVAŞININ YAŞANDIĞI TOPRAKLAR

Bütün bu olaylarda en belirgin olan “çözüm süreci” sonunda “çözenlerin” dedikleri olmuş, “çözülenler” hiçbir hak iddia edemeden çekilip gitmişlerdir. Zaten dünya tarihinde hiçbir çözülenin hiçbir şey kazandığına dair bir örnek yoktur. Bütün kazanılacak ne varsa hepsini “çözen” alır, arta kalan işe yaramaz bir şeyler olursa da, bunu da “çözülene” belki bırakırlar.

Günümüze dönmeden önce çocukluğumuzda, bir Yörük ebesi olan ninemin anlattığı kısa bir hikayeyi anlatmak yararlı olur diye düşünüyorum. Bu arada “Yörük ebesi” şimdiki gibi sadece çocuk doğumuna yardımcı olan kadın değil, o obanın veya beldenin en akıllı ve tecrübeli, sözü dinlenir, emrine uyulur kadını demektir. Şimdiki karşılık olarak bir nevi “kadın akil adam”

Hikaye kısaca şöyle: Eski zamanlarda şimdiki gibi bolca tekstil ürünü bulunamadığı için iç çamaşırlar bile el işi yün iplik ve elde tığ ile örülürmüş. Yeni gelinin biri elinde böyle bir iş yaparken komşuları ne ördüğünü sorduklarında, yeni gelin “Kaynatama don örüyom desem ayıp mı olur acaba?” diye düşünerek kibarlık olsun diye “Kaynatamın takımlarına kılıf örüyom” deyivermiş.

Sağ olsun Türk tarafın için “çözüm” mü, “çözen” mi veya “çözülen” mi olduğu hala anlaşılamayan sürece yukarıdaki yeni gelin gibi ayıp olmasın düşüncesiyle “çözüm süreci, İmralı süreci, demokratik açılım, Kürt açılımı, kardeşlik açılımı vs” onlarca ad verilmesine rağmen hala kesin bir ad konulabilmiş ve Türk tarafı için ne olduğu hala belirlenebilmiş değildir.

Öncelikle “çözen” miyiz, “çözülen” mi?

“Çözen” taraf olmadığımız daha kesin hatlarla karşımıza çıkmaktadır. Bilindiği gibi “çözen” taraf kendi istediklerini elde ederken biz henüz hiç bir şey elde etmiş görünmüyor aksine karşı tarafın her istediğine boyun eğer duruma getiriliyoruz.

PKK, askeri istemiyor, PKK teröristlerinin şahit olduğu davalarla, 2007 yılında piyasaya sürülmüş “calibri” adlı yazı karakterleriyle 2003 yılında hazırlandığı iddia edilen CD dokümanları delil kabul ederek, ordumuzun beyin takımını hapise tıkıyoruz (ergenekon, balyoz, casusluk vb)

PKK, anayasamızı beğenmiyor. Yeni anayasa yapma çalışmalarını başlatıyoruz. Yapılan taslakları devlet eliyle hapisteki Apo canisine devlet eliyle gönderip onaylatıyoruz. Millet galeyana gelmesin diye de, “Apoya gitmek” yerine “İmralı görüşmeleri” diyoruz.

PKK, polisimizden şikayetçi oluyor. Polisimizi elinde Türkiye Bayrağıyla Cumhuriyet Bayramını kutlamak isteyen Cumhur’un (halk demektir) üstüne zehirli gazlarla saldırtıyorken, tüm dünya Türklerinin ortak bayramı olan 21 Mart nevruz bayramını kendine mal etmeye çalışan PKK’nın emri doğrultusunda Diyarbakır meydanına toplanan milyonların kontrolünü yöresel güvenlik güçlerine terk edip, meydana tek bir polis sokamıyoruz.

Suriye’de yasal Suriye devletini bölüp oradan koparacağı parça ile daha önce Amerika ve İsrail’in yardımıyla Irak’tan kopardığı parçayı birleştirip bir Kürt devleti kurduktan sonra, Türkiye’de ve Iran’da kaldığını iddia ettiği bölgeleri de koparmak için hazırlık yapan PKK’nın Suriye’de halkın meşru hükümetten yana olması nedeniyle umduğunu bulamayan ve Suriye Ordusu karşısında zor duruma düşen Suriye Bölücülerinin yardımına yetişmek amacıyla ülkemizden çekmek istediği savaşan güçlerinin rahatça bu cepheye ulaşmasını sağlamak amacıyla askerin bölgeden çekilmesini istemesi sonucunda sınır boylarımızda konuşlu ağır silahlar, tanklar, toplar ve savaş tecrübeli özel birliklerimiz bölgeden çekiliyor, havadan gözetleme yapan uçaklar artık göreve çıkartılmıyor, kısacası güneydoğu ve tüm Suriye sınırı Allah’a ve PKK’ya emanet ediliyor.

PKK rahatsız oluyor diye T.C. ibaresi yavaş yavaş siliniyor. Tepki çekenler olursa ertesi gün yerine konuluyor. Sonra da Sayın başbakan tv ekranlarına çıkıp “wallahi haberim yoktu, olsaydı wallahi de billahi de izin vermezdim.” gibi laflarla milletin gazını almaya çalışıyor.

İçeride bu ve buna benzer PKK’nın her türlü isteği anında yerine getirilirken, dışarıda da boş durulmuyor. Örneğin, daha önce hükümetin “Bunlar PKK’nın emrine girmiş sahsiyetsiz kişiler” diye yaftaladığı ama şimdi PKK ile aralarında kaynak rolü oynayan DTP milletvekillerinden birinin Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisinde verdiği bir önerge oylanıyor, oy çokluğuyla PKK “terör örgütü” statüsünden çıkartılıyor ve “aktivist” yani barış meleği ilan ediliyor. İşin en acıklı yani ise; Türkiye’den giden birçok vatan haini milletvekili de bu öneriye “evet” oyu kullanıyor. Hızını alamayan aynı konsey Türkiye’nin “terörle savaşan ülke” sıfatını kaldırıp yerine “PKK aktivistleri ile Türkiye arasındaki çekişme” tabirini koyuyor.

Bütün bunlar olurken, hatta başbakan televizyonlara çıkıp milletin gözünün içine bakarak “Müzakerelerde hangi konularda ne tür bir anlaşma olduğunu size söyleyemem” diye itiraf ettikten sonra hala “çözen taraf” mı “çözülen taraf” mı olduğumuza karar veremiyorsak; bunun sorumlusu ne alıp ne verdiğimizi bizden saklayanlar değil midir?

Öyle ya, çıkın açık açık “Şunu aldık, şunu verdik” diyin. Biz de hani tarafta olduğumuzu bilelim. En doğal hakkımız değil mi bu?

 
Toplam blog
: 40
: 645
Kayıt tarihi
: 30.12.11
 
 

PhD (Nükleer). Başka söze gerek yok bence... İçel'de yaşıyorum. ..