Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Mart '08

 
Kategori
Deneme
 

Daldan dala değinmeler

Daldan dala değinmeler
 

Genel akışı içinde, sekizer saatlik çalışma, ev ve sosyal yaşam ile dinlenme anları olarak üç ana parçaya ayırarak yaşadığımız günü, değişik saat sembolleri ile tanımlamaktan yanayım. Çalışma saatleri dijital, sosyal yaşam anları mekanik akrep yelkovanlı, dinlenme süreci ise kum saati ile yaşanır gibi geliyor bana da ondan!

Belirli ve düzenli bir ezberin peşrevinde, çoğu kez kontrolsüz akan iş ve sosyal yaşam anlarının dışında, kum saatinin devrede olduğu anlarda demlenen zihinlerimiz, çağrışımlar zincirinin de hoş salınımlarıyla dengelenir bir anlamda. İşte böylesi bir günün sabahında, biriken gazete ve dergileri balık ayıklarcasına, özü sözü güzelce ayıklanmak üzere iş yerine taşıdım bu grevli iş gününde. Buralarda yer alan haberlerden oluşan, benzeri bir çağrışım zincirinin daldan dala salınımlarına davet etmek istedim sizleri de ve böylesi bir yazı çıktı ortaya.

Soyadımda "kaba" ön takısı var ama ben değinmelerimi elimden geldiğince "ince, ince" yapmayı deneyeceğim, başarabildiğimce;

Ortada, her zaman olabilecekken aradan geçen onca zamanda olmayan ya da yapılmayan ama bugün olan (ya da oldurulmaya, yapılmaya çalışılan) bir şey varsa, "Neden?" sorusunu sormak ve buzdağının görünen yüzünün altını araştırmak gerek. Satırın yanısıra daha çok aralarını okuyarak. Bu bir tür zihinsel balık adamlık olsa gerek. Fakat zihin bir balıkadam titizliği ve özeni içinde gerçeklik denizine daldığında bu kez de buzdağının üstünü de unutmamak gerek.

"Her parlayan altın değildir" diyen Shakspeare'den bir söz konulmuş pazar eklerinden birinin arka sayfasının başına. Bu söz, ışığı bol olsun, rahmetli ve değerli bir hukuk adamı olan Faruk Erem'in " 100 gram saf altına bir gram da bakır karıştırılsa saflığı artık bozulmuş demektir, ona artık yüzde yüz saf altın denilemez " sözünü çağrıştırdı bana. Doğuşdan gelen temel eşitlik olgusunun bilincinde olarak, kendini geliştirme ve bilinçlenme sorumluluğunu es geçmekten kaynaklanan bir gerçeğe parmak basmak gerekirse; cansız neseneler dünyasında olduğu gibi, maalesef insanlar arasında da, bakır oranlarına göre, zamanla ayar farklılıkları oluşuyor. Fakat ayarı düşük olsa da, güneş vurduğunda bakır da parlar. İnsanların çoğunun yüzlerine ve yaşam karşısında duruşlarına bakıyorum da, bunca ışıksızlık ve matlık niye? Bir bilgenin söylediği gibi, ışık aydınlık değil, bilgidir.

Bir eski hakem ve futbol yorumcusu, yeni sunucu Sn. A.Çakar için Fenerbahçe - Sevilla maçı özelinde bir bikini tartışmasıdır gidiyor. Onca yazılıp çizildiği yetmiyormuş gibi, Sn. Çakar'ın evine bini aşkın hediye paketi içinde bikini yollanmış. İnsan sormadan edemiyor, üniversite çağındaki genç kızlarının saçlarını türbanla, bedenlerini pardösülerle kapatan bir toplum, acaba bu işi çok yüksek bedellerle yapan mankenlerimiz dışında çaresizce Sn. Çakar'a mı muhtaç kaldı diye? Hele istifa etmek durumunda kalan tüccar bir siyasinin şaşırtıcı " don çıkartma" benzetmesi ve yine önde gelen diğer bir siyasi şahsiyetin " korkusu olan psikiyatra gitsin! " öğütleri altında, bir önceki yazımda değindiğim asil masumlar için "ılımlı paranoya"nın da işe yaramayabileceği günlerin eşiğinde miyiz yoksa ?

Çok bilinen "Doğruyu söyleyeni dokuz köyden kovarlar" sözü yineleniyor başka bir yerde, dürüst bir bürokratın isyanı dolayısıyla. Üstüme alınasım geldi ama bu sözden muradım ve çıkarsamam başka. Köyden kente göç olgusunun son 50 yıldır en yoğun olarak yaşandığı ülkelerden biri olan coğrafyamızda, köyler kentlere değil de, varoşlara taşındı. Böylece, köyden oldukça farklı olsa da, şehirli de ol(a)mayan bir kültür gelişti ve bir çok alana da damgasını vurdu. Bu durumda bu özdeyişimizi, " Doğruyu söyleyeni dokuz varoşdan kovarlar!" şeklinde değiştirmenin de zamanı gelmedi mi diye düşünmeden edemedim. Aslında öz Türkçe olmayan bu "varoş" sözcüğünde de hep bir "yabancılık" hissetmişimdir oldum olası."Kıyı kent" ya da "Kent kıyısı" gibi bir sözcük buzları eritmek açısından daha hoş olmaz mı?

Uzunca bir süredir pazarlama ekleri de var artık gazete ve dergilerimizin. Öyle bir yaşam sürüyoruz ki, büyük yerleşim merkezlerimizde, insan topluluklarının yoğun oldukları yerlerde, cafe'lerde, lokantalarda, toplantılarda hatta otobüs duraklarında, ya sohbetlerde ya da yapılan cep telefonu konuşmalarında tanık olduğum bir durum var. Hemen herkes, görünürde yaptığı esas işi dışında, bir şeyler pazarlama çabası içinde. Satılmak istenen ürün ya da hizmet nitelikli mi? İnanın öyle değil, çoğu "Harc-ı alem"! Adeta " Ya bir şey sat ve pazarla, ya da yok ol!" diyen bir ortama sürükleniyoruz gibi. Birden aklıma yine harfler arasına bir tire koymak geldi. P-"azarlama"! Veciz bir söze dönüştürmeye çalıştığım bu kaygım karşısında, tarihsel ve insanlık değerleri karşısında, tıpkı reklamlar karşısında hissettiğim gibi " azarlanan " ben mi oluyorum yoksa diğerleri mi? Sanırım bunun yanıtını zaman gösterecek!

Ardından bir bankanın reklamı ilişti gözüme; " işsizlik krediniz bizden! ". İşsiz kalırsanız banka kredisiyle geçineceksiniz. Haydi hayırlısı derken, bir de bakıyoruz ki, TBMM gündemine gelen Yeni Sosyal Güvenlik Yasası taslağında, yıllardır sigortalı çalışan kesimin ana gelecek güvencesi olan "kıdem tazminatları"nın eski güvenceli konumu kaldırılarak, işverence yatırılacak bu tutarlar ( o da yatırılırsa ) özel bireysel emeklilik fonlarında olduğu gibi "yatırım fonları"na devrediliyor. Batı standartlarına göre çok düşük olan ( AB ortalaması yüzde 63;8) yüzde 43'lük istihdam oranına rağmen, 2.333.000'i aşkın işsiz sayımız ve yüzde 9,9'luk işsizlik oranımız söz konusu. Genç nüfus işsizliği ise, yüzde 19,6'ya ulaşmakta! Sanırım birazcık artırılan işsizlik yardımı tutarları ile yatırım fonları hesabındaki tutarlar bankalara rehin edilerek alınacak kredilerle işsiz de olsanız, ihtiyaç ötesi tüketim içeren " Bireysel-mikro- Lale Devri " bir dönem daha uzatılacak.Bu reklamdan ve yeni yasal düzenlemelerden de daha bir net algılıyoruz ki; önümüzdeki yıldan itibaren çok daha yaygın ve derin bir işsizlik olgusuyla karşı karşıyayız. Toplumsal dayanışma yapılarının ve duygularının en aza indirildiği, insanların adeta civa taneleri gibi dökülüp savruldukları bir ortamda, " Çaresizseniz çare SİZSİNİZ! " diyen slogan canlandı aniden zihnimde. Değindiğim bu son gelişmeler karşısında " İşsizseniz iş SİZSİNİZ! " şeklinde benzeri bir yapay slogan da benden olsun dedim!

Bir de turizm ekleri ve haberleri var dikkatimi çeken. "Ada"ların güzelliğinden, üst düzey zenginlere ait adalardan bahisle insanı imrendiren, hayal dünyalarımızı tahrik eden satırlar yer alıyor bir tanıtım yazısında. Ne kadar "yarımada" olsa da, benim tarihsel ve büyülü coğrafyam, Anadolu'm, büyük üstad Nazım Hikmet 'in deyişiyle " Uzak Asya'dan dört nala gelip / Akdeniz'e bir kısrak başı gibi sokulan / o cennet memleket " en güzel ada, bütünüyle o ada diyorum içimden. "Tire" koyma oyunlarına dalıyorum yeniden. Sona gelen bir "m" harfiyle "ada-m" oluveriyorlar. " Yarım ada-m" çağrışımı geliyor yapışıyor zihnime. Engellilerimize, özürlülerimize cahilce yapıştırılan bu etiketi söküp atmak ve yapıştırılanların alnına iade etmek istiyorum. Başı, gövdesi ve ayaklarının ahenkli uyumundan ırak, dün, bugün ve yarınımın bilinçli bütünlüğünden habersiz, biteviye bir ezberin içinde ılımlı cehaletle dolaşanlara sormak istiyorum, " Tam adam kim? Sizler mi? "

İleri teknolojinin son ürünlerinden bir "Cruise" ( Akıllı seyir füzesi ) resmi ve içerdiği ileri teknolojik özellikler yer alıyor bir başka yazıda. Binlerce kilometre boyunca karşılaştığı tüm engebeleri hafızasına yerleştirilmiş dijital haritadan okuyarak aşan ve hedefini şaşmadan vuran on milyonlarca dolarlık bir füze. Aklıma görme engelliler geliyor. Kısmen ilkel, yön bulma bastonları yerine, bu ileri füze teknolojisinin basit bir simülasyonunu içeren ve makul fiyatlarla edinilebilen daha "akıllı bastonlar" neden yapıl(a)mıyor diye düşünüyorum.

Ve vefat ilanları. Genç sayılabilecek yaşlarda, trafik kazalarında yaşamlarını yitiren anneler, babalar ve ardından acılarını dile getiren aile fertleri ve evlatlarının şiirsel ağıtları göze çarpmakta. Eğitim düzeyinden bağımsız olarak ilahi olmayan kurallara uymayı pek sevmeyen tarihsel genlerimiz ve yetersiz altyapı sonucu trafik kurbanı genç anne ve babalar. Düşünüyorum da; iki ya da en fazla üç on yıl sonra, öksüz ve yetim kalanlar anne ve babalarının ağabeyleri ya da ablaları olabilecekler. Ölen öldüğü yaşta donup kalıyor da ondan!

AB'ye katılım müzakereleri de malum, yılan hikayesine dönen bir konu. "Bir uç da siyah, diğeri uç da beyaz, grinin tonlarında gidiyoruz , bu süreç de doğal olarak çok zaman alıyor" denmiş. Hayır! diyor içimdeki güçlü ses, bir uç da kırmızı, diğer uç da beyaz, ay-yıldızın tonlarında sürdürürsen müzakereleri (onların yıldızlarını görmeyi de ihmal etmeyerek) hiç o kadar uzun sürmez bu iş diyor!

Bu arada, "...Hiç mi olumlu bir şeyler yok..." dediğinizi de duyar gibiyim. Toplumca, öylesi; bir kargaşa içerisinde, belirsiz, Rubik'in küpü gibi sürekli dönüşen ve zor günler yaşıyoruz ki, tarihin eski dönemlerinde olduğu gibi bu "ortam canavarına" bir şeylerini kurban ederek korunmaya çalışan insanlar gibi, ben de " olumlu düşünme ve olumlu görme " yeteneğimi kurban ederek kurtulmayı seçiyorum belki de. Umarım bu özveri yeter! Hem burada olumlu konulara, olaylara ve durumlara değinen onca yetenekli ve düzeyli MB yazarımız varken kendime sessiz iş bölümünde böylesi bir ayrıcalık da tanıyayım, izninizle!


Fotoğraf: http://www.edebiyatdefteri.com/siir/6720/sevgi-adina-.html

 
Toplam blog
: 366
: 2333
Kayıt tarihi
: 05.10.07
 
 

Samsun/Ladik doğumluyum. Çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım babamın görevi gereği ülkemizin Orta ..