- Kategori
- Anılar
Damdan dama atlamak

Hani Köroğlu’nun silah icat oldu mertlik bozuldu dediği gibi apartmanlar, beton armalar icat olunca da eski tip köy evleri de bir bir bozulur oldu. Çok katlı binalar, dubleksler, balkonlu evler, çatı katları şimdilerin modası. Oysa Anadolu da yapılan evleri bilirsiniz. Eski tip eski yapı. Eskiden köyümüzde yapılı olan evler büyük büyük olurdu. Plansız düzensiz olsa da köy yerinde başını sokacağın barınacağın bir evin varsa ne mutlu sana. Evlerin içinde ahır, samanlık, 2-3 tane oda, uzunca salonlar olurdu. Soğuk geçirmemesi için dış duvarları taştan yapılırdı. Kışın sıcak yazınsa serin tutarmış bu taşlar.
Duvarlar toprak, saman, su karışımıyla elde edilen çamurla sıvanır güzel görünmesi içinde üzeri kireçten elde edilen beyaz badana yapılırdı. Kahve rengimsi bir topraktan özel olarak bir çamur daha yapılırdı. bu çamur evlerin duvarlarına başka bir güzellik katardı.bununla duvarların dip kısımları 30 cm yüksekliğinde sıvanırdı ki süpürme esnasında su ve çamur duvara sıçradığında iz bırakmasın. Evlerin üzerine baca, dam derdik. Üzerinde yarım metre kalınlığında toprak serilirdi. Bunca toprağı taşımak için kalın ve uzunca ağaçlar- hezenler kullanılırdı. Evlerin kimi bitişik kimide damdan dama atlayacak kadar yakındı. Bizim evin damından komşumuz Hebi dayıgilin damına, Sefil İlyas= İlyas Aslantaş’ın damından (Gıbıl Hacı) Hacı Yılmaz’ın damına (Kuşerif) Şeref Sarıkaya’nın damından Bayram dayıgilin damına oyun oynadığımız zamanlar mutlaka atlamışızdır. Bazen adımlarımızı küçük atar iki evin arasına kıçımızın üzerine düşerdik. Canımız acıdığı için ağlar, kolumuzun ayağımızın kırılmadığına sevinir, şükrederdik. Bazen de başkalarından duyduğumuz Nasrettin hocanın fıkralarıyla kendimizi teselli ederdik. Hani hoca da bir gün damdan dama atlarken yahut ata binerken düşüvermiş. Hocayı gören ahali hemen müdahale etmiş. Doktora götürelim, kimisi çıkıkçıya götürelim, bir başkası hocaya götürelim der. Tüm söylenenleri duyan hoca canının acısıyla ya: arkadaşlar sizin içinizde hiç mi düşeniniz yok. Düşenin dostu olmazmış ama düşenin halinden en iyi anlayan da yine düşendir der. Ara sıra damların üzerine çıkar sağa solu dikizler sevdiğimiz kızlara türküler söylerdik. Burhan Çaçan’ın meşhur ”Damdan dama damımız, yakındır eyvanımız, sen ordan gel ben buradan, çatlasın düşmanımız-Damdan dama kozalak, yorgan getir uzanak zalim nenen gelmeden bir –ki öpüş kazanak”. Dizeleri hoşumuza gider bağıra bağıra söylerdik. Damarlın üzeri yarım metre toprakla kaplı olduğu için zamanla çatlaklar meydana gelir ani yağan yağmurlar bacadaki bu çatlaklardan içeri sızardı.
Çatlaklar büyükse içeriler damlaya damlaya göl olur, samanlar çürür, kilimler, sergiler, çullar ıslanırdı. Leğenler, teştler koyarak suları taşırdık. Bizi en çok üzende çamur renginde akan suların badanası yeni yapılan duvarlardan sızması olurdu. Çirkin bir görünüm ortaya çıkarırdı. Beyaz duvarların her yeri lekeli her yeri çizgilerle dolu olurdu. Eve bir misafir gelmeden tez elden temizliği yapılırdı. Çatlaklardan sızan bu suları durdurabilmek için damların üzerinde loğ çekerdik. Loğ; iki tarafında deliği olan silindir şeklindeki taşa diyorduk. Bir demir parçasını takarak ileri geri çeker toprak zeminin sertleşmesini sağlardık. Ancak bu sayede çatlaklar, yarıklar kapanırdı. Damların üzerine yağan karları hal veya kürekle yiterek aşağı dökerdik. Bacalar temizlendikten sonra güneş vurur buharlar çıkardı. Toprak kuruyunca arkadaşlarla toplanır bacaların üzerinde oyunalar oynardık. Evlerin dibine kürüdüğümüz karlar ta damların boyuna kadar yükselirdi. Ömer Mercan, Güngör Yılmaz, Alim Mercan, Cafer Özçelik, Ünal Doğan, Nuri Doğan, Mustafa Bilgiç, Şaban Koca kaya, Murat Aslan ve diğerleri bizim akranlarımız olurdu. Arkadaşlarla Cüneyt Arkın abimizin taklidini yapar hadi bakalım en yüksekten, en uzağa kim uçacak der kendimizi olanca hızıyla karların üzerine fırlatırdık. Mübarek pamuk gibiydi kimseciklere bir şey olmazdı. Yakın olan damdan dama atlamalar yapar kim çizilen çizgiyi geçerse o birinci olurdu. Çizgiyi geçemeyen olursa sen daha çocuksun, atlayamadın yavrum der o arkadaşı küçümser alaya alay ederdik. Kimi zaman damların üzerine koca bir daire çizer dörderli beşerli iki gurup şeklinde kayış oyunu oynardık. Belimizi tutan pantolonumuzdan çıkardığımız kemerleri daire içerisine eşit uzaklıkta yere koyar her kemerin-kayışın başına da bir bekçi verirdik. Çizginin dışında kalan arkadaşlar yakalanmadan içerdeki kayışları almaya çalışırdı. Alınan bir iki kayışla yerde ki diğer kayışlara vurarak çizginin dışına çıkartıp onları da alırdık. Bütün kayışlar alınmışsa daire içerisinde ki arkadaşlara acımasızca vururduk. Bazen biz onlara atar bazen de onlar bize yapıştırırdı. Canımızı en çokta kayışların cılgası yani tokası acıtırdı. Bazen de arkadaşlarla bilye oynardık. Küçük bir daire çizer ilk önce giren babaç son girense anaç olurdu. Sona kalan arkadaş daireye girene kadar biz elimizi karış karış ölçer bilyesine vurmaya çalışırdık. Bazen dizimizin üzerinden bazen de her ikisi çıtık diyerek atardık elimizdeki bilyeleri. Her vuruşta bir çocuk doğurmuş gibi sayardık. Bu sayı 40-50 olunca gülüşürdük. Akşam vakti yaklaşmışsa arkadaşlarla vedalaşır yarın buluşmak üzere ayrılırdık.
Evet dostlar, bizim oynayabileceğimiz parklar, sallanacağımız salıngaçlar, kayacağımız kaydıraçalar yoktu. Dekorlu dubleksli dairelerimiz yoktu ama köy yerinde bizim için her damın başı bir oyun bahçesiydi. Varsın olmasın çocukken bizi oyundan-oynamaktan kim tutar? Biz soğukta kuru ayazda duvar diplerini kendimize dulda yaparak siper edinerek bacalarda oynardık. Şimdiki nesilse bilgisayar başında gözleri kızarana dek kantır oyunlarıyla vakit geçiriyor. Temiz havadan ve oksijenden mahrum, arkadaşlık ortamından uzak sessiz sedasız saatlerce sandalyede oturarak belleri kamburlaşıyor. Eski de olsa bizim oyunlarımız bizim damlarımız bize yeterdi. Zamane çocukları yeni oyunlar icat etse de inanın bizim oyunlarımız hiç eskimedi.
Duvarlar toprak, saman, su karışımıyla elde edilen çamurla sıvanır güzel görünmesi içinde üzeri kireçten elde edilen beyaz badana yapılırdı. Kahve rengimsi bir topraktan özel olarak bir çamur daha yapılırdı. bu çamur evlerin duvarlarına başka bir güzellik katardı.bununla duvarların dip kısımları 30 cm yüksekliğinde sıvanırdı ki süpürme esnasında su ve çamur duvara sıçradığında iz bırakmasın. Evlerin üzerine baca, dam derdik. Üzerinde yarım metre kalınlığında toprak serilirdi. Bunca toprağı taşımak için kalın ve uzunca ağaçlar- hezenler kullanılırdı. Evlerin kimi bitişik kimide damdan dama atlayacak kadar yakındı. Bizim evin damından komşumuz Hebi dayıgilin damına, Sefil İlyas= İlyas Aslantaş’ın damından (Gıbıl Hacı) Hacı Yılmaz’ın damına (Kuşerif) Şeref Sarıkaya’nın damından Bayram dayıgilin damına oyun oynadığımız zamanlar mutlaka atlamışızdır. Bazen adımlarımızı küçük atar iki evin arasına kıçımızın üzerine düşerdik. Canımız acıdığı için ağlar, kolumuzun ayağımızın kırılmadığına sevinir, şükrederdik. Bazen de başkalarından duyduğumuz Nasrettin hocanın fıkralarıyla kendimizi teselli ederdik. Hani hoca da bir gün damdan dama atlarken yahut ata binerken düşüvermiş. Hocayı gören ahali hemen müdahale etmiş. Doktora götürelim, kimisi çıkıkçıya götürelim, bir başkası hocaya götürelim der. Tüm söylenenleri duyan hoca canının acısıyla ya: arkadaşlar sizin içinizde hiç mi düşeniniz yok. Düşenin dostu olmazmış ama düşenin halinden en iyi anlayan da yine düşendir der. Ara sıra damların üzerine çıkar sağa solu dikizler sevdiğimiz kızlara türküler söylerdik. Burhan Çaçan’ın meşhur ”Damdan dama damımız, yakındır eyvanımız, sen ordan gel ben buradan, çatlasın düşmanımız-Damdan dama kozalak, yorgan getir uzanak zalim nenen gelmeden bir –ki öpüş kazanak”. Dizeleri hoşumuza gider bağıra bağıra söylerdik. Damarlın üzeri yarım metre toprakla kaplı olduğu için zamanla çatlaklar meydana gelir ani yağan yağmurlar bacadaki bu çatlaklardan içeri sızardı.
Çatlaklar büyükse içeriler damlaya damlaya göl olur, samanlar çürür, kilimler, sergiler, çullar ıslanırdı. Leğenler, teştler koyarak suları taşırdık. Bizi en çok üzende çamur renginde akan suların badanası yeni yapılan duvarlardan sızması olurdu. Çirkin bir görünüm ortaya çıkarırdı. Beyaz duvarların her yeri lekeli her yeri çizgilerle dolu olurdu. Eve bir misafir gelmeden tez elden temizliği yapılırdı. Çatlaklardan sızan bu suları durdurabilmek için damların üzerinde loğ çekerdik. Loğ; iki tarafında deliği olan silindir şeklindeki taşa diyorduk. Bir demir parçasını takarak ileri geri çeker toprak zeminin sertleşmesini sağlardık. Ancak bu sayede çatlaklar, yarıklar kapanırdı. Damların üzerine yağan karları hal veya kürekle yiterek aşağı dökerdik. Bacalar temizlendikten sonra güneş vurur buharlar çıkardı. Toprak kuruyunca arkadaşlarla toplanır bacaların üzerinde oyunalar oynardık. Evlerin dibine kürüdüğümüz karlar ta damların boyuna kadar yükselirdi. Ömer Mercan, Güngör Yılmaz, Alim Mercan, Cafer Özçelik, Ünal Doğan, Nuri Doğan, Mustafa Bilgiç, Şaban Koca kaya, Murat Aslan ve diğerleri bizim akranlarımız olurdu. Arkadaşlarla Cüneyt Arkın abimizin taklidini yapar hadi bakalım en yüksekten, en uzağa kim uçacak der kendimizi olanca hızıyla karların üzerine fırlatırdık. Mübarek pamuk gibiydi kimseciklere bir şey olmazdı. Yakın olan damdan dama atlamalar yapar kim çizilen çizgiyi geçerse o birinci olurdu. Çizgiyi geçemeyen olursa sen daha çocuksun, atlayamadın yavrum der o arkadaşı küçümser alaya alay ederdik. Kimi zaman damların üzerine koca bir daire çizer dörderli beşerli iki gurup şeklinde kayış oyunu oynardık. Belimizi tutan pantolonumuzdan çıkardığımız kemerleri daire içerisine eşit uzaklıkta yere koyar her kemerin-kayışın başına da bir bekçi verirdik. Çizginin dışında kalan arkadaşlar yakalanmadan içerdeki kayışları almaya çalışırdı. Alınan bir iki kayışla yerde ki diğer kayışlara vurarak çizginin dışına çıkartıp onları da alırdık. Bütün kayışlar alınmışsa daire içerisinde ki arkadaşlara acımasızca vururduk. Bazen biz onlara atar bazen de onlar bize yapıştırırdı. Canımızı en çokta kayışların cılgası yani tokası acıtırdı. Bazen de arkadaşlarla bilye oynardık. Küçük bir daire çizer ilk önce giren babaç son girense anaç olurdu. Sona kalan arkadaş daireye girene kadar biz elimizi karış karış ölçer bilyesine vurmaya çalışırdık. Bazen dizimizin üzerinden bazen de her ikisi çıtık diyerek atardık elimizdeki bilyeleri. Her vuruşta bir çocuk doğurmuş gibi sayardık. Bu sayı 40-50 olunca gülüşürdük. Akşam vakti yaklaşmışsa arkadaşlarla vedalaşır yarın buluşmak üzere ayrılırdık.
Evet dostlar, bizim oynayabileceğimiz parklar, sallanacağımız salıngaçlar, kayacağımız kaydıraçalar yoktu. Dekorlu dubleksli dairelerimiz yoktu ama köy yerinde bizim için her damın başı bir oyun bahçesiydi. Varsın olmasın çocukken bizi oyundan-oynamaktan kim tutar? Biz soğukta kuru ayazda duvar diplerini kendimize dulda yaparak siper edinerek bacalarda oynardık. Şimdiki nesilse bilgisayar başında gözleri kızarana dek kantır oyunlarıyla vakit geçiriyor. Temiz havadan ve oksijenden mahrum, arkadaşlık ortamından uzak sessiz sedasız saatlerce sandalyede oturarak belleri kamburlaşıyor. Eski de olsa bizim oyunlarımız bizim damlarımız bize yeterdi. Zamane çocukları yeni oyunlar icat etse de inanın bizim oyunlarımız hiç eskimedi.