- Kategori
- Deneme
Damlalar...
Yirmi yıl kadar önce, çekirdek ailenin çocuğu konumundayken, ailece Karadeniz turu yapmıştık. O turdan bana yadigar kalan, Sümela Manastırı’nda gördüğüm şey oldu: Epeyce yüksek bir yerden aynı noktaya düşen damlalar... Öyle ki; yaz-kış, yağmur-rüzgar dinlemeden, mevsimlere, geceye ve gündüze bakmadan, dünyanın herhangi bir yerindeki, olağan ya da sıra dışı, tabi ya da yapay değişimlere aldırmadan damlayıp dururmuş bu damlalar. O an bunun gerçek bir mucize olduğu hissine kapılmış ve bu mucizeye tanıklık etmenin hazzı ile dolmuştum.
Meğer bu, asıl mucizevi olanın doğaya yansımasından ibaretmiş; en azından şahsım için. Yoksa nicedir kendimi, ‘Sistem, düzenli aralıklarla ve usul usul damlayan damlalar misali kafamıza kafamıza iniyor. İlk başlarda ferahlık ve rahatlama hissi veren bu damlalar, zaman içinde, bizleri sersemletmeye, uyuşturmaya ve en nihayetinde robotlaştırmaya başlıyor’ düşüncesiyle cebelleşirken bulmazdım.
Sistemin işleticileri titiz araştırmalar ve çeşitli deneyler sonucu, insan denen canlı türünün önceliklerini, hassasiyetlerini, korkularını, kaygılarını, zevklerini, olmazsa olmazlarını, olsa da olur olmasa da olurlarını, olmazlarını didikleyip, olan bitene karşı tepkilerini hesaplayıp, muhtemelen, insanın menfaat odaklı düşünen bir yaratık olduğunda karar kılmışlar ve sahneyi buna göre kurup, senaryoyu da menfaat odaklı yazmışlar. Toplumsal ve bireysel değerleri, olguları, faaliyetleri sistemin hizmetkarları olarak saflarına katmayı da becerebilmişler. Yeni doğmuş bebek saflığında türeyen din(ler), futbol, sanat, üretim, üretim araçları, televizyon, internet sistemin vazgeçilmez neferlerine dönüşmüş; insanlık tarihinin en önemli buluşlarından olan atomun parçalanması, insan(lığ)ın yok edilmesinde, tereddüt edilmeden, kullanılabilinmiş. Olumlu sayılabilecek tüm gelişmeleri sahiplenmiş ve insanı da ortak etmiş, tüm olumsuzlukları kadere, dünyaya ve çaresizliğe yüklemekten sakınmamış. Eğitirken cahilleştirmiş, öğretirken unutturmuş. Bilinci zayıflatmış, egoları şişirmiş. Oburlaştırmış. Oburluğu normal ve hak belletmiş; yoksulluğu ve yoksunluğu normalleştirip reva göstermiş. Her türlü ayrımcılığın ne kadar da kötü olduğunu haykırmış; ayrıcalıklarımızı kulağımıza fısıldamış. Gemiyi limana sağlıklı ve güvenli ulaştırmanın en iyi yolunun, etliye sütlüye karışmadan, önüne konanı sorgusuz sualsiz ve kafanı yukarı kaldırmadan yemek olduğuna inandırmış bizleri. Maazallah, kafamızı kaldırırsak, damlaların gözümüze isabet etmesi ile irkilme ve kendine gelme hali söz konusu olabilir! Abartılı ya da anormal mi?
Dünyada bir yerlerde yangınlar hiç sönmezken, açlık ve sefalet hiç bitmezken, güçlünün adaleti geçerliliğini korurken, birilerinin yaşama hakkı durmadan gasp edilirken, kavram ve değerlerin sembolik anlamlarına dahi göz dikilmişken, yaşadığımız çevre hoyratça talan edilirken ve hasılı dünyanın çivisi tek tek sökülürken, önümüze bakma gayretimiz abartısız ve normal ama. Yazık!
Daha da yazık olanı, bu kurgu ve senaryo çöpe gitmeye yüz tuttuğunda(?), birileri bu satırların yazarına ‘Ey bilinçlenmeye katkı sağlayan sevgili arkadaş! Dünyada işlerin yoluna girmesi için senin de kuytu yerinden çıkman ve mevcut konforundan bir miktar ödün vermen gerekiyor.’ dese; vereceğim yanıttan emin olamadığım için kendime ve hem alttan hem de üstten okuyucuya! Sahi bu kadar saf mıyım/saf mıyız?
Kafka bir romanında beyinlerine girilen ve düşünce sistematiği tümden değiştirilen insanları ve bu cerrahi operasyonun toplumsal etkilerini anlatıyordu. Sistem, hiç bu yola yeltenmeden işini hallediyor gibi. Hem de masrafsız ve zahmetsizce. Sakınmalı ve kafayı kaldırmalı sanki. Cesurca! Ve sanırım, asıl şimdi bir mucizeye ihtiyaç var.