- Kategori
- Basın Yayın / Medya
Darbeler, diziler ve yazmak!

Ben yazarım...
Yazdıkça su gibi çoğalır, bir nehir gibi büyür, köpürür, yazmanın ve varoluşun ürpertisiyle akarım.
Bir şeyi okuyorsam, beni alıp sürüklemesini, hiç bilmediğim yerlerde nefes kesici serüvenlere beni de ortak etmesini isterim.
Her gün televizyonlarda yayınlanan onlarca diziden birini seyredeceksem, ruhuma dokunacak, içimde bir iz bırakacak şeyler görebilmektir arzum.
Eğer bir memleketi seveceksem, özeleştiriyi bilen ve geçmişin yenilgilerini, geleceğin zaferleri haline çevirebildiği için severim.
Senaryosunun sahte, oyuncusunun senaryoyla zıt bir hayat yaşadığı diziler ve yaptıkları kanlı darbeyle yirmi beş yıl sonra bile övünen generallerin, onları alkışlayan gençlerin memleketleri ilgimi çekmez pek.
Benim zamanım, yaşadığımı hissettiren anlar, ürperten sözcükler ve eşsiz görüntülerle doludur.
Gerçekten yaşadığımı hissetmediğim, okuyup yazmadığım zamanlar, iki yabancıdır benim için aşk ve hayat. Kalemimi elime aldığımda, bilgisayarımda ekranın karşısına geçip, parmaklarım klavyemin üstünde hareket etmeye başlayınca akmaya, aktıkça büyük bir hazla coşmaya başlarım.
Coştukça parıldarım. Sarı bir güneş gibi parlarım hayatıma.
Meşke gelirim. Yazdığım anların tek biri bile, bütün hayatım boyunca hatırlanmaya değecek kadar parlaklık taşıyabilir hafızama.
Ben yazdıkça, zaman bir yele gibi uzanan saçlarımı okşar, sırtımı sıvazlar.
Derken bir kum saati gibi, yazılarım çoğaldıkça ben eksilmeye başlarım...
O zaman tekrar okur, gezer, seyreder, öğrenirim. Küçük bir çocuğun her keşfinde büyüyen gözleriyle hayatı gözler, yaşarım. Daha çok şey öğrenmek, daha yeni şeyler keşfetme arzusuyla yanar ruhum.
Yanan ruhuma, bir tek gerçekten yaşamak, okuyup yazmak, yaratıcılığın verdiği o garip ürpertili keyif iyi gelir. Okuduğum bir kitaptan ya da yazarken aklımdan düşürdüğüm her kelime, bir su damlası gibi düşer yanan ruhuma.
Yazarım, ruhumun ve aklımın en gizli odalarında saklananları. En ücraya kaçanları bulup yakaladıkça ferahlarım, kendimi kendimle arındırırım.
Yazdıkça büyür, her kelimeyle birlikte zekamı, arzularımı ve ruhumu biraz daha ortaya koymuş olurum.
Büyük düşünceler, hayaller ve farklı insanlar ilgimi çeker. Büyük düşüncelerle ben de büyürüm. Sıradanlığın çemberi dışında, hayatıma, hayatlarımıza farklılık ve ayrıcalık getiren sanat yapıtlarını, sanatçıları yaşantıma ortak ederim.
Yoğun düşünceler ve büyük planlar vardır kafamda. Büyük ve güzel hayallerle beslenen bir hayattır benimki. Sosyal, etkileyici ve yaratıcı olmak isterim her gün biraz daha. Bilgi ve tecrübedir benim anayasam. Şiir ve aşktır ordularım...
Büyük hayallerim aşk yaşamıma da yansır. Hayallerdeki eşi ve aşkı, gerçeğe dönüştürürüm, her gün biraz daha kendime yaklaşırım.
Aşk biraz da narsizmdir çünkü. Biraz da insanın kendidir her aşkta arayıp durduğu, peşinde nice bilinmez yollara, nice nefes kesici serüvenlere düştüğü...
Bunun için hem arayışını hem de aşkı sürdürmelidir insan, mutluluğu ve hazzın hazineleri keşfede keşfede...
Âşık olduğu kadın başını geniş omzuna, göğsüne dayamışken, onu bir kelebek kanat vuruşları kadar hafif öperken ya da çılgınca sevişip omuz başlarını dişlerken, kısaca bedeninde her “an”ın ürpertisini yaşarken, insan kendine açılan kapılardan giriverir içeri.
Aşk elimizden tuttukça ve biz aşkın elini bırakmadıkça, bu serüven sürer.
Bugünlerde ise en büyük serüven bile, zamanın tutsağı oluyor.
Darbeler ve diziler belirliyor hayatları. Gündemin tepesine ikisi birden oturuyor. Kahvelerde, televizyonlarda, mecliste, kısaca her yerde iki mesele çıkıyor karşımıza.
Ankara’nın duvarlarına gizli kameralar konmuş, üst düzey yöneticilere her tür şantajı yapmak için hazırlanmış odalarında, dizilerde, darbelerde “gizli ilişkiler” var.
Ama gariptir ki kader, “kalabalıkların kaderine” hükmetme arzusuyla yanan insanların, toplulukların önünde ciddi ve ağırbaşlı görünümlerinin altındaki gerçek yüzlerini en beklenmedik anda ortaya çıkarır.
Gözlerini ânın parıltısından ayıramayanlar, zamanın kölesi olanlardır. Onlar geçmişlerini ve geleceklerini, anılarını ve bilinmezlerini, iktidarlara ve altına satanlardır.
Bazı oyuncular ve bazı siyasetçiler, içlerindekini saklayabilmek için, kendilerini günahsız ve zaafsız gibi gösterirler milyonlara. Böylece milyonlarca insana onlardan daha önemli birisi oldukları mesajını verirler.
Doğrusunu isterseniz, her insan zaaflarıyla doğar, onlarla birlikte varolur ama zaaflarına karşı koymaya çalışıp, içlerindeki derinliğe gömmeye çalıştıkça, daha da güçsüzleşirler.
Bir söz, bir davranış, bir görüntü, her şeyi ortaya çıkarıverir günün birinde.
Diziler ve darbeler, siyaset ve seks ne kadar ortaya çıkarsa, bunlar manşetlere ne kadar taşınırsa, ortaya bir o kadar komplo söylentileri, iddialar, tepkiler, yorumlar, derken oyuncular, yönetmenler, generaller ve darbeler su üstüne çıkar.
Her şey birbirine karışır... Diziler sosyal yaşantımıza nasıl bir “darbe”yse, darbeler de bir o kadar “dizi” haline dönüşür.
Bense yazarım...
Ben yazdıkça, zaman bir yele gibi uzanan uzun saçlarımı okşar.
Yazdıkça coşar, coştukta parıldarım sarı bir güneş gibi.
Dikkatini ve tüm ciddiyetini dizilerle darbelere verenler, şimdiyi ve baktıklarını fazla ciddiye alıyor demektir. Ve ben her geçen gün dizilerle darbeleri, siyaseti ve skandalları ciddiye alanlara biraz daha gülerim. Bilirim ki gelecek, günü yaşadıklarını sananların olmadığı anlarla doğarak gelir.
Benim zamanım, “altın şimdi”dir; yaşadığımı hissettiren anlar, sözcükler ve görüntülerle doludur. Harf harf, sözcük sözcük, cümle cümle zamanla akar, zaman aktıkça ben de zamana karışırım.
Benim zamanım, geniş zamandır ve ben zamanla birlikte akarım.
Eğer yarın ölürsem, umarım ki zaman da bana akar. Yazdıkça su gibi çoğalan, bir nehir gibi büyüyen, köpüren, okumanın, yazmanın ve varoluşun ürpertisiyle yaşayan bana...