Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

19 Kasım '09

 
Kategori
Öykü
 

Dersimin kayıp çocukları...

Dersimin kayıp çocukları...
 

Genç oğlanlar, kızlardık. “Dersim 38, ” dedikçe; büyüklerimiz telaşa düşerlerdi... Sesleri alçalır, neredeyse fısıltıya dönerdi...

Kırık bir sesti o. İncinmişti...

Hiç unutmam; Cemal dedemin; “Bırakın o günleri, okuyun büyük yerlere gelin. Ne geldiyse başımıza cahilliğimizden geldi” dediğini. Sesinde bir kinlenme, öç alma hiç olmadı. Hep “Akılsız başa geleceğe Hızır bile yetişemez. Mani olamaz.” derdi...

“Ne çare, olan oldu...” derken yaşanan bütün acıları sığdırıyordu kısacık tümceye...

Sonra bir gün damdan düşer gibi; “Abbas dedeyi nasıl buldunuz” diye sordum.

Gülümsedi. “Hiç sorma. O bir mucize oldu. Siz gençlerin tatil sevdası olmasa onu bulamazdık.” Nasıl bulunduğunu biliyordum. Bulunduğunda müjdeli haberi birbirine vermekle yarışmıştı tüm akrabalar. Eski tanışlar, komşular...

O günü hiç unutmuyorum. Duyan ağladı. Duyan sarıldı bir diğerine, onu da ağlatarak ağladı... Ben de ağlamıştım. Kim sarıldı, omuzum da ağlayan kimdi, şimdi bilmiyorum. Ama o ağladıkça ben de onunla birlikte ağlıyordum...

“Nasıl kayıp oldu Abbas dede...”

“Abbas, Süleyman'ın küçüğü, sıska bir oğlandı. Biz amca çocuklarıyız. Babalarımız öz be öz kardeşler. Ana bir, baba bir.” Sessizce dinliyordum. Bildiğim ayrıntıları anlatsa da sesimi çıkarmıyordum.

Biliyordum başka amcaları da vardı Cemal dedemin. Onları da saydı teker teker. Çocuklarını sonra...

“Ben, Süleyman ve Abbas hep beraberdik. Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi. Ne çok insan vardı. Ne çok sessiz ağlayan... Bir tek çocukların sesi duyuluyordu. Onların ağlamalarına kimse engel olamıyordu...”

Kamyonlarla getirip toplanmışlardı Erzincan garında. Sonra yük vagonlarına doldurup insanları, kilitlenmiş kapıları, bir bilinmeze çıkmıştı tren...

“Çocuklar hep ağladılar, çığlıkları hiç dinmedi. Açtık hepimiz. Bitlenmiştik...”

“Erzincan'da mı kayboldu Abbas amca...”

“Yok, ben Süleyman ve Abbas birbirimize sokulduk, sindik bir kıyıya öylece kaldık. Hiç sesimiz çıkmıyordu. Birbirimizin yüzüne de bakamıyorduk. Ama; birbirimize dokunarak diğerinin orada olduğunu anlayarak rahatlıyorduk.”

İnce parmakları ustalıkla tütün sarıyordu. İki parmağı arasına serdiği kağıda tütün koydu, bastırdı. Sonra usta, alışkan ellerle sarıp dili ile kağıdı ıslatırken, göz göze geldik. Gülümsedi. O ince yüzünde, ak sakalları, gözleri ışıl ışıldı.

Sigarasını yakıp derin bir nefes çekip saldığında, beyaz bıyıklarında tazelendi sigara katranın bıraktığı sarılık...

“Kaç gün gittik, kaç gece geçti bilmiyorum.” derken; anıların gelip bir bıçak gibi yüreğine saplandığını düşündüm.

“Bir yere vardık. Sabahın alaca karanlığıydı. Tren durdu. Kapılar açıldı. İçeriye giren ışık hepimizin gözlerini kör etmişti...”

“Hiç unutmuyorum. Sevimsiz bir ses bağırıyordu. Fısıldamalar oldu. Türkçe bilenler çevirdi ne dediğini. İndik trenden. İhtiyaç molasıymış.” sustu... Sigarasından son bir nefes daha çekip söndürdü önündeki kül tabağında.

“İhtiyacımız olan tek bir şey vardı” diye başladı. Başını kaldırıp. “İhtiyacımız olan tek bir şey vardı. O da insanlıktı.” Bir an için yeter anlatma demek geldi içimden. Çünkü canı acıyordu. Yaşadıklarını anımsadıkça yüreği daralıyordu. Nefes almaları değişmişti. Fark etmişti telaşlandığımı. Uzanıp yaşlı yorgun elleri ile yüzümü avuçları arasına aldı.

“Merak etme cigerim. Dur anlatayım sen de, ben de kurtulalım.” Gözlerim dolmuştu, bir şey desem başlayacaktım ağlamaya. Sustum...

“Açtık, susuzduk. Bebeler hep ağlıyordu. Kadınların göğüslerinde süt kalmamıştı... Ama hiçbir şeye olmadığı kadar insanlığa ihtiyacımız vardı... Azıcık insanlık...”

Sesi de elleri gibi titriyordu. Alt dudağını bıyıklarından zor görüyordum. O da titriyordu. Hiç kımıldamadan onu dinliyordum. Gözyaşlarım yanaklarımdan sessizce süzülüp akıyordu...

Ağladığımın farkında olduğu için; başını kaldırıp bana bakmadan, anlatmaya bıraktığı yerden devam etti...

“Her taraf askerdi, her taraf silah... İndik vagonlardan su içtik itiş kakış... İzin verdikleri alan içinde, kim kendine göre bir yer bulduysa ihtiyacını gördü... Biz çocuklar çok şanslıydık. Olduğumuz yerde tüydürüyorduk. Kadınlar, gelinler toplaşıp, bir birini koruyarak, kollayarak ihtiyaçlarını gördüler. Sonra bir düdük sesi... Trenin düdüğü, bağırmalar... Vagonlara itiş kakış bindirildik...

Abbas bir ara yanımdaydı. Bir ara arkamda. Süleyman hep yanımda. Büyükler, biz çocukları kaldırıp kaldırıp atı içeri. İçeri girdik. Ekmek atmışlardı içeriye. Hayvanlara atar gibi... Saçmışlardı vagonların içine. Ekmeği kapan çekildi bir kenara.”
Süleyman ile sokulup bir birine sinmişler yine köşelerine. Tren kalkıp yol almaya başladıktan bir süre sonra bir şeyin eksik, bir şeyin tam olmadığını fark etmişler. Abbas'ı aramış elleri, dirsekleri...

“Onca yol geldik. Onca şey yaşadık... Süleyman ile ilk o zaman göz göze geldik. Abbas yoktu...”

Ne kadar öyle göz göze kaldıklarını anımsamıyor Cemal dede... Bunu Süleyman'la hiç konuşmamışlar. Ama ikisi aynı anda bir çığlık atar gibi “Abbas” diye seslenmeye başlamışlar...

Vagona bir telaş düşmüş... Bağrışmalar, çığlıklar en çok da İntizar...

Dedesi olaya el koyunca durulmuş vagon. Susmuş çığlıklar, bağrışmalar... Önce başka vagonlardadır diye düşünmüşler. Bir yolunu bulup vagondan vagona sorulmuş. Gelen cevap; hep olumsuz olduğu halde İntizar bundan haberdar edilmemiş.

Gerçi o ağlamasını hiç kesmemiş. Bursa'ya vardıklarında Abbas'ın trende olmadığı anlaşılmış... Bir daha kıyamet kopmuş... Bir daha gözyaşları karışmış birbirine...

“Ateşlerden geç, onca şey yaşa, gel sen Eskişehir'de kaybol... Kalabalığa karışmış. Beni, Süleyman'ı bir an gözden kaybetmiş. Kalabalıkta sürüklenmiş gitmiş...”

Günlerce, Süleyman'la konuşmadık. Birbirimizin yüzüne bakamadık. Ben suçladım kendimi. Kimse bir şey demedi. Süleyman suçladı kendini. Abbas, Süleyman'ın küçüğü... Kardeşine sahip olamadı diye günlerce kimseyle konuşmadı. Ben konuşmadım...”

İntizar yenge çok yaşamamış. İki sene sonra Bursa, Kemalpaşa'da sessizce ölmüş... Aile içinde kimden duydum ise; hepsi söz birliği etmiş gibi “Kahrından öldü kadın” diyordu.

“Gidip gördüğünüzde ne yaptı Abbas dede...” diye birden sorunca.

“Ha! onu hiç sorma cigerim. O başka bir zulum... Hem de hiç görülmemişinden. Süleyman atladı geldi Almanya'dan. Ben bir telaş bekliyorum onu. Süleyman sarıldı bana ağladı. Ben sarıldım ona ağladım...”

Yol yorgunsun demişlerse de dinlememiş Süleyman dede. O gece binip otobüse tutmuşlar Ürgüp'ün yolunu...

“Süleyman'a diyorum; Değişmiştir şimdi. Tanımaz bizi. Telaş etmesin istiyorum. Bir sene olmadı daha kalp ameliyatı oldu. Telefonda sesi yabancı Abbas'ın. Ona diyorum, ama ben ondan daha telaşlıyım. Heyecandan dizlerimin bağı çözülmüş... Biz hep bir aradaydık. Abbas bizle yaşadı. O tek kaldı. O yalnız kaldı. Tek kalan adamın derdi canı olur. Kimseyi yaşatamaz... Biz birbirimize tutunduk. Biz yaşadık, yaşattık Abbas'ı kendimizle. Sözü edildi yaşadı.. Adı geçti yaşadı... Ya o garip ne etsin...”

Otobüsten iner inmez iki yaşlı bir torun; taksiciye uzattıkları adrese götürmelerini söylüyorlar. Taksici “Yakın” diyor “Yürüseniz daha çabuk varırsınız” diyemeden “Olsun, sen bizi götür” diyorlar. Heyecandan, birazda otobüs yolcuğunun yorgunluğundan, dizlerinin bağı çözülmüş iki yaşlı adamın. Biniyorlar hemen taksiye.

“Az sonra bir caminin yanında küçük bir evin önünde durdu taksi... İndik. Sağ olsun Haydar her işimize koşturdu. Koştu kapıyı çaldı biz inene kadar.”

Bekleniyorlardı... Kapı açıldı. Kapıda yaşlı, ince uzun boylu sakallı bir adam, yanında bir kadın, arkada iki kız bir oğlan açılan kapıda gelen misafirleri bekliyorlardı.

“Süleyman avazı çıktığı kadar bağırdı. 'Abbas!' diye. Attı kendini ona doğru gelen adamın boynuna...

Bu mu bizim Abbas!!!”

Abbas, kaybolunca önce yetimhaneye sonra da bir aileye evlatlık verilmiş. Çok sevilmiş... Çok sevmiş. Bazen aklına geldiğinde üzülmüş. Yeni sevenleri; sevdikleri her şeyi değilse de çok şeyi unuturmuş...

“Çok zor cigerim. Canın karşında duruyor ama sana el. Ne diyeceğini bilemiyorsun. Ne yapacağını hiç bilemiyorsun. Haq'a karşı ne kusur etti de ecdadımız bunların hepsini gördük, yaşadık...”

“Bir gün sırtımızı dönmedik Munzur'a, duasını eksik etmedik. Ne istedi de vermedik... Pir geldi, Rayber geldi çıralıksız mı koyduk... Onca zulum gördük yolumuzu mu şaşırdık...”

Cemal dede ailenin en yaşlısı ve toprağına, inançlarına en bağlı olanıydı. İlerlemiş yaşına rağmen elinden kitap düşmezdi. Gençlerle konuşmasını onlardan öğrenmesini seven biriydi...

Bir seferinde; “Hele buraya gel cigerim.” yanında yer açıp oturmamı istedi... Ben daha oturmadan devam etti; “Otur hele, şu sizin Marks'ı bana bir anlat.” demesini hiç unutmuyorum.

Sürgün bittiğinde geriye ilk dönenlerdendi. Karış karış gezmişti Dersim'i. Her bir yerini en iyi bilenlerdendi.

Yatırların, ziyaretlerin hepsini bilir, gitmiş görmüştü. Nerede bir yüksek erişilmez kaya var. Hangi geçit en dar olanı. Kar, kışın nerede yol keser, geçit vermez biliyordu... Munzur, Kırk Gözeler, Duzgun Baba... Hepsinin hikayesini ondan dinlemiştim. Hızır'ın kar boranda nasıl imdada yetiştiğini, darda olana el uzatığını ondan öğrenmiştim...

Amcasının oğlu Abbas ile karşı karşıya oturup öyle kalmış bir zaman... Sonra “Ya Hızır, elim elinde... Geçir beni bu dardan. Ben Abbas'ın elini bıraktım, sen beni bırakma...” diyor...

“Baktım, kaldım öylece; iki kardeşin birbirine sarılmasına. Biri bizim Süleyman. İncesi yok, tır-vır biri... İlerisini gerisini düşünmez Alamancı Süleyman.” derken gülümseyen yüzü birden ciddileşti. “Diğeri Haca gitmiş gelmiş eli yüzü ak pak, güzel mi güzel bir adam. Ürgüp'ün Müftüsü.” diyerek durdu...

Gözlerini gözümün içine dikti. “Söyle cigerim hadi. Bundan büyük zulum kim gördü...” diyerek sustu...

Bir şey demeye cesaret edemedim. Öylece oturduk sessizce...

Hasan Kaya
www.noktahaberyorum.com

 
Toplam blog
: 65
: 1019
Kayıt tarihi
: 11.09.09
 
 

Mart 1959 Erzincan doğumlu, İzmir de yaşıyor.. ..