Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

07 Ocak '17

 
Kategori
Kitap
 

Doktor mu, hacı hoca mı, yatır mı, yoksa?

Doktor mu, hacı hoca mı, yatır mı, yoksa?
 

“Dirilerden değil, ölülerden imdat umuyoruz.

Ölülere sarılmak için, tören üstüne tören düzenliyoruz.”

İsmail Hakkı TONGUÇ

1960’lı yıllarda Akhisar Lisesi öğrencisi Turan Eren, kendisi için kendi yaptığı “anayasa”ya öylesine bağlı bir genç ki! Ne diyordu o “anayasa”nın ilk maddesi?

“Çalışkan bir öğrenci olacağım. Derslerime günü gününe çalışacağım.”

“Söylemek ve yazmak kolay… Önemli olan uygulamak… Turan Eren, ne derece başarılı olmuştur bu konuda?” diye sormak hakkınız. Mazeretler bularak uygulamadı mı bu maddeyi, yoksa?.. Hele bir bakalım:

“Evimiz, trafiği yoğun bir caddenin üstündeydi. O nedenle gündüzleri çok gürültü oluyordu. Okuldan doğru eve geliyor; saat 16.00’da uyuyor, gece saat 22.00’de kalkıyordum. Yemek yedikten sonra, 23.00’ten itibaren sabah saat 6.00’ya kadar ders çalışıyordum. Sabahları 7.30’da okula gidiyordum.”

Başka bir şey söylemeye gerek var mı? Demek ki, anayasasının ilk maddesine harfiyen uymuş. Böylesine çalışkan bir öğrencinin başarısız olması mümkün mü?

Turan’ın sevgili yengesi Dudu Hanım, Soma’nın Işıklar köyündendir. Elbette o köyden akrabaları gelir; ara sıra. Bir gün, otuz yaşlarında bir yeğeni gelir, eşi ile birlikte. Çocukları olmadığı için, Beyoba köyündeki bir “yatır”ı ziyaret edeceklermiş. Bunu duyan Turan:

“Abi, çocuğunuz olmuyorsa ya sende, ya eşinde bir eksiklik var. Doktora gidin. Yapılacak bir şey varsa, ancak doktor yapar.” der. Doğrusu ya, ben de olsam öyle derdim. Diriler varken, ne diye ölülerden yardım istemeli; değil mi ya? Ancak:

“Biz doktora da, başka ziyaretlere de, hacılara, hocalara da çok gittik. Hatta hoca diye geçinen biri de düğünde hediye olarak verilen bütün altınlarımızı alarak bizi dolandırdı. Yani senin anlayacağın, bu bizim son şansımız.” derler.

Ertesi sabah, Turan okuluna, konuklar da Beyoba köyüne giderler. Akşam evde toplandıklarında, “Köyde ne yaptınız?” diye sorunca, bizim delikanlı, “Vallaha çok şaşırdık, dini anlamda kafamız karıştı. İçki içenler, saz çalanlar vardı. Ama ben eşimin elini tuttum ve yatırın kenarına oturduk. ‘Allah’ım önce sana, sonra da iyi bir insan olduğuna inandığımız yatıra yalvarıyoruz. Bize bir çocuk ver’dedik. Bildiğimiz duaları okuduk. Yatırın üzerinden aldığımız birazcık toprağı yedik, daha sonra döndük.” derler.

Böyle bir durumda, “Duanız kabul olsun inşallah!”tan başka ne denir?

Soma’daki köylerine dönen genç evliler, üç ay sonra yine gelirler. Yüzleri gülmektedir bu kez. “Turan, bak; eşim üç aylık hamile.” der; Dudu Hanım’ın yeğeni.

Turan’ın yerinde siz olun da şaşırmayın bakalım! Daha sonra, arka arkaya üç çocukları olur, bu Somalı çiftin. Yazar, bu konuda bir yorum yapmamış. Ben de yapmıyorum. Ne derseniz deyin. Bana ne!

Konuyu değiştirip Akhisar Lisesi’nin birkaç öğretmeninden söz edelim bu ara:

Lise ikinci sınıfta, kimya derslerine ilk kez gördükleri bir bayan öğretmen girer. Sınıfı şöyle bir süzdükten sonra, bakışını Turan’ın yüzünde kilitleyip, “Oğlum, senin adın ne?” diye sorar. Turan gibi, bütün sınıf da merak içindedir. Niye? Niçin ille de Turan? Açıklama gereğini duyar öğretmen:

Lisede okurken, bir erkek arkadaşı varmış. Çok başarılıymış. Burs kazanıp Amerika’ya gitmiş. Sürekli mektuplaşıyorlarmış. Daha sonra, iyi olmadığını bildirip duygu dolu bir mektup yazmış. Kısa bir süre sonra da ölüm haberi gelmiş. “Arkadaşım, arkadaşınızın tıpatıp aynısı idi. Turan’ı görünce hayretler içinde kaldım. Kusura bakmayın.” der.

Bir banka müdürünün eşi olan Melahat Hanım, o yılın ilkbaharına kadar kimya derslerine girer. Eşinin tayini Antalya’ya çıkınca, mecburen ayrılmak zorunda kalır okuldan.

Okul müdürü Atıf Özmen’dir. Bir gün, saçı sakalı uzun bir adamın okul içinde dolaştığını duymasın mı? Hemen müdür yardımcılarını toplayıp, “Sen kimsin ve ne arıyorsun?” diye sert bir ifade ile sorar bu yabancıya. (Koskoca lise müdürü, yumuşak ve nazik bir ifade ile soracak değil ya!)

“Ben, sanatçı Cem Karaca’yım. Beni arkadaşlar davet etti, o nedenle geldim.” deyince, Sayın Müdür, “Sanatçı olup olmadığını bilmem. Ama gider, saçını sakalını keser, düzgünce giyinirsin, ondan sonra bu okula girersin. Lütfen okulu terk edin.” der. (Müdür dediğin böyle olur işte! Sert, kendinden emin, dirayetli… 1965’te Hasanoğlan Öğretmen Okuluna, Âşık İhsani’yi davet etmeme birçok vatansever ve milliyetçi öğretmenin baskısıyla niçin izin vermediyse okul müdürü, Akhisar Lisesi Müdürü Atıf Özmen de kılık kıyafeti Âşık İhsani’yi andıran Cem Karaca’ya izin veremezdi elbette! Akıllı bir sanatçı olsaydı Cem Karaca, müdürü dinleyip hemen bir berbere koşardı! Oysa, bildiğim kadarıyla, ölünceye kadar saçını sakalını kestirmedi.)

Ama aynı yıl, sanatçı Erol Büyükburç gelir; Akhisar Lisesi’ne. Aynı müdür, O’nu yanına alıp öğrencilere kişiliğini öven bir konuşma yapar. (Haklı değil mi ama! Büyükburç başka, Karaca başka!)

Ve yine bir gün, tüm öğrencileri tören alanında toplar. Şair Arif Nihat Asya’yı yanına alıp övgü dolu bir konuşma ile tanıtır; O’nu.

“Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü

Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü”

diyen millî bir şairi tanıtmayacaktı da, “Ben yanmasam, sen yanmasan, biz yanmasak / Nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?” diyen Komünist Nâzım Hikmet’i tanıtacak değildi ya!

Şimdi siz söyleyin; böyle bir müdür, MEB Bakanlık Müfettişi, Genel Müdür ve dahi Bakanlık Müsteşarı olmayı hak etmiyor mu? “Gerçekten olmuş mu?” diye sormayın. Niye olmasın ki? Olmuş tabiî. Anasının ak sütü gibi helalinden hem de!

Bir de adaşım Hüseyin Dural var. Fizikçi… O da çok hoş bir öğretmen! Ders bitip zil çalınca, bir öğrencinin sevindiğini mi gördü? Numarasını sorup not defterini açarak isminin yanına, “Zil çalınca sevinen eşek” diye yazıyor hemen. Derste biri mi güldü? O da, “Derste gülen eşek” ödülünü kazanıyor. Ne hoş, değil mi? Demek ki, adaşım da benim gibi, eşekleri ve sıpaları çok seven bir öğretmenmiş!

Gelelim coğrafyacıya… Orta 1’den lise sona kadar Turanlar’ın coğrafya derslerine Bâlâ Hanım girer. “Vatan ve Atatürk sevgisiyle” dopdolu bir öğretmendir O. Hem de öyle doludur ki, her 10 Kasım’da bayıldığını, kolonya ile ayıltıldığını görüp üzülür öğrenciler. (Öğretmen olarak çalıştığım 20 yıl boyunca, bir kez bile bayılmadım ben, 10 Kasım’larda. Vatan ve Atatürk sevgimin ne kadar zayıf olduğunu anlayıverin artık!)

Atmış yaşlarında olan Bâlâ Hanım, Atatürk’ün bu vatanı nasıl kurtardığını uzun uzun anlatırmış. Öğrenciler dersi kaynatmak istediğinde ortaya mutlaka “Millî Mücadele” ile ilgili bir soru atar, Bâlâ Hanım da duygulanıp anlatmaya başlar, ders de böylece kaynar gidermiş! (Dicle’de, Hasanoğlan’da, Arpaçay’da, Paşayiğit’te; Vefa Poyraz, Şişli ve Bakırköy Merkez Liselerinde benim dersimi kaynatmak için neler yaparlardı acaba öğrencilerim? Öyle merak ediyorum ki… Bir anlatan olsa da öğrensem.)

Ve işte, “yatır”dan istenen “üç dilek”in ne olduğunu öğrenmeye geldi sıra:

Biliyorsunuz, Turan, Malatya’daki köyünden ve ailesinden on bir yaşında iken ayrılıp Akhisar’a gelmişti; amcasının yanına. Bir karar almıştı; liseyi bitirmeden dönmeyecekti köyüne.

Altı yıl geçip de lise diplomasını aldığında, kendini bir Akhisarlı gibi hissetmektedir. Ancak altı yıldır hiç görmediği köyünü, annesini, babasını, kardeşlerini, hısım akrabalarını da çok özlemiştir.

Bir gün, arkadaşı İsmail Güreşçi’yle birlikte Manisa’ya gider. Amaç hem gezmek, hem de Malatya’ya gitmek için tren bileti almaktır.

Gezip dolaşırlarken, yolları Spil Dağı’nın eteğindeki bir mahalleye düşer. Bir cami görürler. Önünde de üstü kapalı, etrafı açık, demir kafesler içinde üstü yeşil bezlerle örtülü bir yatır… Arkadaşı camiye girerken, Turan’ın yanına bir kadın gelir. “Bak oğlum, bu yatırdan ne dilersen dile, dileklerin gerçekleşir. İsteğin olunca da iki metre yeşil kumaş al getir. Bu gördüklerin gibi üstüne ser.” der.

Delikanlı, önce bir Fatiha okur; sonra da, “Ey Allah’ım önce senden, sonra da iyi bir kulun olduğuna inandığım bu yatırın aracılığı ile yine senden ÜÇ DİLEĞİM var: Birincisi, köyüme dönünce, sevdiğim insanlardan hiçbirinin ölmemiş olduğunu göreyim. İkincisi, Siyasal Bilgiler Fakültesine (SBF) girmemi sağlayacak bir puan alayım; üniversite giriş sınavından. Üçüncüsü de çok seveceğim bir eşim ve işim olsun. Bu iş de önce kaymakamlık, sonra valilik olsun!” der.

Bu sırada camiyi gezip çıkan arkadaşına, “İstersen, sen de bu yatırdan bir dilekte bulun.” derse de, inançlı bir genç olan arkadaşı, “Boş ver Turan, ne isteyeceksen Allah’tan isteyeceksin. Mezardan, ölüden değil.” der.

Yengesi Dudu Hanım’ın Somalı yeğenini tanıyıncaya kadar aynen arkadaşı İsmail gibi düşünen Turan, “Sen bilirsin.” demekle yetinir. Sonra da, Malatya’ya giden Güneydoğu Ekspresinden ikinci mevki yataklı vagon biletini alıp akşam geç vakitte Akhisar’a döner.

Yatır, bu üç dileğini yerine getirecek mi acaba?

Bir hafta sonra köyüne döndüğünde bildiği, tanıdığı ve sevdiği herkesi hayatta görmekten mutlu olur. İki ay sonra da üniversite sınavından yüksek bir puan aldığı haberi gelir. Dünyalar onun olur. Fakülte son sınıfta iken, Hukuk Fakültesi’nin en çalışkan ve en güzel kızlarından biri olan Semra Hanım’la arkadaş olur, diplomayı alınca da evlenir.

Böylece İki buçuk dileği gerçekleşmiş olur. Ne kalmıştır geriye? Önce kaymakam, sonra vali olmak!

Maiyet memurluğu, kaymakam vekilliği derken, kaymakam da olur. Sonra da vali muavini… Ancak, “Vali olma” dileğini nedense yerine getirmez yatır. İki buçuk dileğini gerçekleştirir de o yarımı neden yapmaz, bilemem!

Diyorum ki, ilk iki dileği yerine geldiğinde, iki metre yeşil kumaş alıp örtseydi yatırın üstüne, “vali olma dileği” de gerçekleşir miydi acaba?

Hüseyin Erkan

huseyinerkan@dilemyayinevi.com.tr

 
Toplam blog
: 303
: 309
Kayıt tarihi
: 21.02.11
 
 

1942'de Antalya'ya bağlı Akseki ilçesinin Gödene (Menteşbey) adlı kuş uçmaz kervan geçmez bir köy..