Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Eylül '11

 
Kategori
Bilim
 

Dom eki-7b- Atalarımızın doğa anlayışı-2

Dom eki-7b- Atalarımızın doğa anlayışı-2
 

Tüm varlıklar arsında karşılıklı bir zamanlama planı vardır.


2)-Atalarımızın bu geleneksel davranışlarının genel değerlendirmesi
2a- Atalarımız doğadaki kuvvet oluşumunu ve yönlendirmeyi, varlıkların içlerinden kaynaklanan bir dürtü olarak değil, dıştan etkileyen görünmez bir güç sistemi olarak düşünmüşlerdir.

Tüm insanlık, doğadaki canlılık belirtisini, varlıkların içlerinden kökenlenen bir şey olarak değil, varlıkların dışından kaynaklanan bir güç sistemi olarak algılaya gelmiştir. Böyle olunca da, bedenler et-kemikten oluşmuş bir edilgen (pasif) çuval, ruh ise, bu çuvalın içine girip-çıkan canlılık öğesi olarak düşünülmüştür. Atalarımız hücre, kuant gibi mikroskobik düzeyde bir canlılık ve hayat sisteminden habersiz olduğundan, hayatı ve canlılığı ruh dediği bir canlılık öğesiyle yorumlamıştır:

 Atalarımıza göre: Bir gövde uykuya daldığında bir süreliğine hareket etmez, görmez, işitmez. Öldüğünde ise artık hiç hareket etmez. Demek ki canlılık veren şey, uykuda iken geçici olarak, ölümde ise devamlı olarak bedeni terk etmektedir. Dolayısıyla ruh uykuda iken bedenden dışarı çıkabilir ve tekrar döner ve bedeni uyandırır. Ölüm durumunda ise bedenden tamamen kopar ve gider. Uyuyan bir insanın ruhunun vücuttan çıkıp, düşünde gördüğü yerleri ziyaret ettiği varsayılır.

 Bir mısır veya buğday tanesi toprağa gömülür, mevsimi geldiğinde filizlenir büyür ve başak verir. Başağında 40-50 tane buğday tanesi vardır. Peki 1 buğday tanesi nasıl 50 tane olmuştur? Yoktan var edici tanrı anlayışı bu noktadan başlar. İlkel insanlar için, bir tane buğdaydan 40 tane buğday oluşturmak, yoktan var etmek demektir. İşte atalarımız bu olağan üstü oluşturucu güç sistemini canlılık belirtisi olarak algılayıp, buğday-ruhu olarak tanımlamışladır.

Doğadaki bu canlılığın mevsimsel bir döngü gösterdiği de atalarımızın dikkatini çekmiştir. İlkbaharda hayat canlanır, bitkiler filiz vermeye, büyümeye başlar, olgunlaşır. Sonbaharda yapraklar solar (mısır, buğday, arpa, üzüm, vs. gibi ürünler hasat edilir), kış geldiğinde yapraklar çürür, yok olur. İlkbahar gelince her şey yeniden başlar. Bu döngüden giderek, doğanın canlı olduğu ve onun canlılığını oluşturan ruhun da, doğup-büyüdüğü, yaşlandığı, öldüğü ve tekrar dirildiği düşünülür.

Eski insanların doğadaki işleyiş mekanizması hakkındaki düşüncelerini daha iyi anlayabilmek için, yukarıda verilen örneklere ek olarak şu kısa bilgileri de verelim.

İlkel insan düşüncesine göre, “doğadaki herhangi bir etki, onu taklit ederek elde edilebilir” şeklindedir ki buna duygusal büyü denmiştir (Frazer 1890, s.11). İlk insanların böyle düşünmesine neden olan şey, büyütücü-geliştirici güç sisteminin (ruh veya tanrı), ‘bir tane olan bir şeyi (buğday tanesini) 40-50 tane yapabildiğine göre, bir yağmur damlasını da çoğaltabilir’ analogisidir. Frazer 1890dan alınan örneklerle konuyu açıklayalım:

“Rusya’da Dorpat yakınında bir köyde, yağmura çok gereksinim olduğunda, üç adam eski bir kutsal korulukta köknar ağaçlarına tırmanırdı. Bunlardan biri, gök gürültüsünü taklit etmek için bir çekiçle bir kazana vururdu. İkincisi şimşeği taklit etmek için yanar iki odun parçasını birbirine sürter, kıvılcımlar çıkarırdı. "Yağmurcu" diye adlan­dırılan üçüncüsüyse bir demet ince dalla bir kovadan sular serperdi her yana.33 Bu bir duygusal büyü örneğidir; arzulanan olayın, onu taklit yoluyla meydana getirildiği varsayılmaktadır. Yağmur çoğunlukla böyle taklitle yağdırılır. Yeni "Gine'nin batısında büyük bir ada olan Halmahera'da (Gilolo), bir büyücü özel türden bir ağaç dalını suya daldırmak ve bununla çevreye su serpmek yoluyla yağ­mur yağdırır.34(Frazer 1890, s 13-14)

 “Eğer birini öldürmek istiyorsanız onun bir imgesini yaratır ve yok edersiniz; insanın, kişiyle onun imgesi ara­sındaki yakınlık (sempati) yoluyla, imgeye yapılan zararı sanki ken­di bedenine yapılmış gibi hissettiğine ve imge yok edilirse kendisi­nin de aynı zamanda yok olması gerektiğine inanılır. Fas'ta, 'ayağı­na kırmızı bir paketçik bağlanmış bir kümes hayvanı ya da güvercin görürsünüz bazan. Paketçiğin içinde büyü vardır, büyü kuş tarafından devamlı oradan oraya götürülünce, büyü yapılan erkek ya da kadının kafasında da devamlı bir huzursuzluğun olacağına inanı­lır.24 Nias adasında bir yaban domuzu kendisi için açılmış olan çuku­ra düşünce, dışarı çıkarılır ve sırtı ağaçtan düşmüş dokuz tane yap­rakla ovulur; böyle yapmakla, dokuz yaprak nasıl ağaçtan düşmüşse dokuz domuzun daha çukura düşeceğine inanılır.23 Kamboçyalı bir balıkçı ağlarını atıp topladığında hiçbir şey yakalayamazsa, çırılçıp­lak soyunur, biraz uzaklaşır oradan, dönüşte sanki görmemiş gibi ağının üzerinde dolaşır, bilerek yakalanır ağlara ve bağırmaya baş­lar, "Hey! Nedir bu? Yoksa ağa mı yakalandım?" Bundan sonra ağ balık kaçırmayacaktır artık.26  (Frazer 1890, s 11)

“Thüringen'de, keten tohumu eken adam, tohumları omuzların­dan dizlerine kadar inen uzun bir torbada taşır, torba arkasında ile­ri geri savrulsun diye de uzun adımlarla yürür. Böyle yapınca keten tohumu ürününün rüzgârda dalgalanacağına inanılır.27  Sumatra'nın iç bölgelerinde pirinç kadınlar tarafından ekilir; kadınlar pirinci ekerken saplar kalın ve sağlam olsun, bol ürün taşısın diye saçlarını sutlarına upuzun bırakırlar.28 Yine, bir insanla saçı ya da tırnağı gibi onun bedeninden kesilmiş, koparılmış bir şey arasında büyülü bir yakınlığın bulunduğuna inanılır; o kadar ki, bu saçı ya da tırnağı eline geçiren kişi, bunların kesildiği kişi üzerinde, ne kadar uzakta olursa olsun, iradesini kullanabilir. Bu boşinan bütün dünyada yay­gındır.”(Frazer 1890, s 11)

Bu tür duygusal büyü uygulamalarının dünya genelinde yaygın bir inanç türü olduğu Frazer (1890) tarafından gösterilmektedir.

Şimdi son bahar dönemindeki törende tahıl- veya bitki-ruhunun (dolayısıyla bitki-tanrısını) öldürülüşünü simgeleyen törenler, ilkbaharda ise, bitki-ruhunun (tanrısının) yeniden canlandırılmasını simgeleyen törenler yapılmasının nedenini anlamış oluruz.

 Bu tür bir doğal sistem işleyişine olan inancın hemen hemen bütün dünyada egemen olduğu halk söylenceleriyle (mitolojileriyle) kanıtlanmaktadır. Örnekler vererek bunu gösterelim.

Yunan mitolojisinde tahıl-tanrısı Demeter’dir. Mannhardt'ın (1884) belirttiği üzere, Demeter adı Giritçe arpa anlamına gelen  deai'den gelmektedir; yani Demeter, arpa-ana ya da tahıl-ana anlamına geliyor. Yunan söylencesinde, yer yarılır ve ölüler dünyası tanrı­sı Pluto derinlerden çıkarak,  Demeter’in kızı Persephone (veyahut Proserpina’yı)karısı olması için karanlık yeraltı dünyasına götürür. Üzüntülü anası Demeter kızını her yerde arar; kızının başına gelenleri Güneş-tanrısından öğrenince, tohumu yeşerteceği yerde toprağın içinde tutar (dolayısıyla kıtlık başlar!).  Eğer tanrılar-tanrısı Zeus Proserpina'yı yeraltı dünyasından bulup getirmezse tüm insan soyu açlıktan ölecektir. “Sonunda Proserpina'nın yılın üçte birini, bazıları­na göreyse yarısını64 Pluto'yla birlikte yeraltında geçirmesi, baharda yukarı çıkıp anası ve diğer tanrıçalarla birlikte üst dünyada oturma­sı üzerinde bir anlaşmaya varılır. Her yıl ölüşü ve dirilişi, yani her yıl yeraltına inişi ve oradan çıkışı, adına yapılan törenlerde temsil edilmektedir” (Frazer 1890, s. 323-324).

 Mısır mitolojisinde: İsis verimlilik, doğurganlık tanrıçasıdır. Güneş (sıcaklık veya yaz) temsilcisi veyahut tanrısı Osiris’le evlidir. Seth veya Typhon ise soğuk veyahut kış temsilcisi veyahut tanrısıdır. Seth, Osiris’i kıskandığı için öldürür. İsis, Osiris’in ölüsünü bulur ve (ağıtlar yakarak)  hayata döndürür ve onunla çiftleşerek Horus adlı oğullarını doğurur. (Bu nedenle bitkileri büyüten ruh, kış mevsiminde ölür ve baharın gelişiyle artan sıcaklıkta tekrar dirilir.)

 Anadolu’da Kibele kültürünün egemen olduğu bilinmektedir. Kibele bir kadın tanrıçadır ve tüm tanrıları doğurduğuna inanılır. İnsanlar çok eskilerden beri kadınların çocuk doğurmalarını yaratıcılık olarak yorumlamışlar ve doğurgan (hamile) kadın heykelcikleri yaparak onları kutsallaştırmışlardır. Doğurgan kadın heykelciklerine yaklaşık 27 bin yıldan beri rastlanmaktadır. Bu tür heykelciklerden yaklaşık 8 bin yıl önceleri yapılmış biri de Çatalhöyükte bulunmuş ve Ankara Arkeoloji Müzesinde sergilenmektedir (yandaki resim).

Bu tür doğurganlık, yani yaratıcılık özelliği olan kadınlar Etiler zamanında (yaklaşık M.Ö. 2000-1200 yılları) Kubaba olarak adlandırılmıştır. Kubaba teriminin zamanla farklı kültürlerde farklı telaffuzlara uğrayarak, Kibele’ye dönüştüğü varsayılmaktadır.

M.Ö. 1200-700 yılları arası Batı Anadolu’da egemen olan Frigya kültüründe, Attis bitkiler dünyasının tanrısıdır. Çok yakışıklı ve çekicidir. Kibele ve Agdistis ona aşık olurlar. Ama Attis’in Pessinus kralının kızıyla evlendirilmesine karar verilir. (Pessianus’un Ankara-Eskişehir yolu üzerindeki Sivrihisar kasabasının Ballıhisar köyünde olduğu ve Kral Midas’ın buralarda hüküm sürdüğü bilinir.) Düğün gecesi kıskançlık nedeniyle Agdistis’in salona girmesiyle herkes çıldırır ve çılgına dönen Attis penisini keser. (Dolayısıyla o andan itibaren ürünler büyüyemezler). Agdistis yaptığına pişman olur ve Zeus’tan Attis’in bedeninin çürüyüp-yok olmamasını rica eder. Bu nedenle bitkiler dünyasının kaderini belirleyen Attis’in hem öldürüldüğü, hem de tekrar diriltildiğini simgeleyen törenler yapılması geleneği oluşturumuş olunur. (Kibele ile Agdistis arasında ise şöyle bir ilişki olduğu söylencesi vardır: Nana ırmak tanrısı Sangarius’un kızıdır. (Sangarius, Sakarya ırmağıdır.) Nana’nın kucağına bir badem düşer ve Nana ondan hamile kalır. Doğan çocuk Agdistis’tir ve hem erkek, hem dişi organları vardır. Erkek organının kesilmesiyle Kibele’ye dönüşür.)

Sümer mitolojisinde, İnanna aşk ve savaş (doğum ve ölüm) tanrıçasıdır ve Dumuzi (Temmuz) adlı besin ve bitkiler tanrısı (ve çobanlık kralı) ile evlidir. Ereshkigalİnanna’nın yengesidir ve yer-altı dünyası (ölüler diyarı) tanrıçasıdır. İnanna ölüler dünyasında işlerin nasıl yürüdüğünü merak ederek yer-altı dünyasına iner. Ancak yer-altı-dünyasının özel bir kanunu vardır: oraya bir giren tekrar yeryüzüne dönemez veyahut yerine bir başkasının gönderilmesi koşuluyla ancak geri dönebilir. Enki’nin araya girmesiyle anlaşma yapılır; İnanna yerine eşdeğer-birinin gönderileceği taahhüt edilir ve İnanna yeryüzüne döner. Yeryüzüne döndüğünde kocası Dumuzi’yi zevk-ü-sefa içinde eğlenir görür ve buna çok kızar ve onu kendi yerine ölüler dünyasına göndermeye karar verir. Araya yine tanrılar girerler ve Dumuzi’nin 6 aylığına yeryüzüne dönmesi (o süre içinde yerini kız kardeşi Geshtinanna’nın alması), 6 ay ise ölüler dünyasında olması karlaştırılır.
 Doğadaki mevsimlere bağlı doğup-büyüme-gelişme ve sonra solma- çürüme – yok olma ve baharda tekrar doğuş, dünyadaki tüm eski toplumlarda, bitkiler-hayvanlar alemini etkileyip yönlendiren tanrıların baharda doğmaları, sonbahar-kış mevsiminde ölmeleri ve baharda tekrar doğaları şeklinde yorumlanmıştır. Yukarıdaki toplumlardakilere benzeyen bu tür tanrısal öğeler dünyadaki diğer toplumlarda da görülmektedir.

Bunlar:

Australya Aborijinleri mitolojisinde:  Julunggul, Wawalag

Akkadlar  mitolojisinde Tammuz, Ishtar

Canaanite (Suriye-Filistin yöresi) mitolojisinde: Adonis, Eshmun

Etrüsk mitolojisinde: Atunis

Hint mitolojisinde: Kali, Shiva, Chinnamasta

Japon mitolojisinde: Izanagi

Khoikhoi mythology (Güney Afrika): Heitsi-eibib [20]

Eski Roma mitolojisinde:  Bacchus, Proserpina

Slav mitolojisinde: Veles,  Jarilo

Yoruba mitolojisinde (Nijerya): Obatala, Moremi

 

olarak bilinmektedir.

 Görüldüğü üzere, atalarımız doğadaki yönlendirici güç sistemi olan “kuvvet” faktörünü, hep varlıkların dışında düşünmüşler ve “ruh” veya “tanrı” olarak tanımlamışlardır.  Bu şekilde çok tanrılı dinler ortaya çıkmıştır, çünkü çok değişik kuvvet türleri vardır. Halbuki kuvvet, kuantum denilen en küçük hareketli (yani canlı) öğelerin, çevrelerindeki varlıkların enerji düzeylerini ve yapısal özelliklerini algılayarak, en düşük enerji potansiyelleri yönünde (yani en ekonomik yapısallaşmalara) doğru akmaları sonucu oluşan hareketlenmelerdir. Bir rüzgâr esintisi, havadaki moleküllerin her birinin, kendisine komşu en yakın moleküllerin basınç ve sıcaklık değerlerini algılayıp, en düşük değerdekiler yönünde ilerlemesiyle oluşur. Havadaki molekülleri yönlendiren harici bir rüzgâr-ruhu veya -tanrısı yoktur.

Benzer şekilde, bitkilerin baharda Güneş ışınlarının artmasıyla büyümeye başlaması ve sonbaharda Güneş-ışınlarının azalmasıyla büyüme-gelişmelerin durması, yine tamamen hücrelerin doğadaki enerji-kaynaklarının mevsimsel döngülerini kayıt altına alıp, o kayıtlara göre büyümelerini artırmaları veya azaltmaları şeklindedir. Yani tamamen bitkilerin hücrelerinde depolanan bilgilere göre geçekleşmektedir. Her bitki, her hayvan hangi faktörlere bağlı olarak gelişebileceğini bilir. Bunun birkaç örneğini verelim.

Doğadaki tüm canlılar, beslenme kaynaklarının enerji potansiyeli değişim-dönüşümlerini en hassas şekilde saptamaya özen gösterirler. Bir-iki örnek vererek bunu gösterelim

  Baştankara (Parus major) denilen serçe türü üzerine yapılan araştırmalarda, bu kuşların Hollanda ve İngiltere’de, yaklaşık 23 Nisan’da yumurtladıkları, yaklaşık 15 Mayıs’ta yumurtalardan civcivlerin çıktığı ve 2 Haziran’da da erginleşerek uçmaya başladıkları saptanmıştır (Fitter & Fitter 2002, Grossman 2004). Bu kuşların temel besin kaynağını kurtçuklar oluşturur, özellikle de meşe sürgünleriyle beslenen bir güvenin kurtçukları. Bu kurtçukların sayısal artış maksimumunun 28 Mayısa denk geldiği saptanmıştır. Bu tarih ise, söz konusu serçe yavrularının en fazla besine ihtiyaç duydukları zaman aralığı ile tam bir çakışma gösterir. Bu durumda, serçe yavruları iyi beslenecek ve çoğalacaklardır. Peki, bu çakışma nasıl sağlanmaktadır?

  Baştankaralar yumurtlama zamanlarını, ilk-bahar başlangıcı ısısına göre ayarlamaktadırlar. Güve yumurtalarından kurtçuk çıkışı ise iki ayrı faktörün kombinasyonuna göre olmaktadır: Kış ve ilk-baharda donma görülen gün sayıları ve kış-sonu + bahar başlangıcındaki sıcaklık değerlerinin birlikte değerlendirilmesine göre. Meşe ağaçlarının tomurcuklanma zamanlarının tayininde ise, diğer bazı faktörler yanı sıra, önceki yılın baharının sonlarındaki sıcaklık değerlerinin rol oynadığı belirlenmiştir.

Görüldüğü üzere, bitkisinden tutun, kurtçuğuna, kuşuna kadar, tüm canlılar, doğadaki değişim-dönüşüm döngülerinin farkındadırlar ve bu döngüleri saptayabildikleri kadar hassas bir şekilde belirlemeye ve ona göre yaşam döngülerini oluşturmaya çalışmaktadırlar. Milyonlarca yıllık yaşam tarihi verileri, onlara oldukça sağlıklı bir değişim-dönüşüm zamanlaması saptama kaynağı sunmaktadır. Hayat sistemindeki enerji girdisinin ana kaynağını güneş enerjisi oluşturduğundan, çoğu canlılar, ya ışık miktarındaki dalgalanmaları, ya sıcaklık değerlerindeki dalgalanmaları saptayıcı mekanizmalar oluşturarak, bağlı oldukları temel besin kaynağının en bol olduğu zamanı saptamaya ve yaşamlarını ona göre ayarlamaya gayret etmektedirler.

Ay’ın hareketlerine göre yaşamını düzenleyen canlılar.

  Güneşin yanı sıra, Ay da canlıların yaşamlarını etkileyen temel bir faktördür; zira, ayın döngülerine göre dünyamızda gel-git olayları olmakta, ve bazı deniz canlılarının yaşadığı 0-10 m.lik derinliklerdeki ortamlar, gel-git hareketleriyle, kah deniz suları ile kaplanmakta, kah sular çekilmekte ve bu ortamlardaki canlılar güneş ışığı ile karşı karşıya kalmaktadırlar. Dolayısıyla bu ortamda yaşayan canlılar için, Ay’ın hareketlerindeki değişim-dönüşüm aşamalarının hangi aralıklarla olduğunun saptanması hayati önem taşımakta ve bunu saptayıcı mekanizmalar oluşturulmaktadır. Örneğin gel-git içi ortamlarda yaşayan bazı canlılar, sular çekildiğinde, kumlar içine doğru kendilerini gömerek, atmosferdeki zararlı ışınlarından kendilerini korumakta, deniz suları tekrar geldiğinde, yüzeye çıkarak, Güneş enerjisinden yararlanmaya ve enerji depolamaya çalışmaktadırlar. Bu tür canlılar, laboratuarlarda sürekli yanan bir ışık kaynağı, veya, sürekli devam eden karanlık ortam koşullarında tutulduklarında, Ay’ın hareketlerine bağlı zamanlamalarını aynen uygulamakta ve belli zamanlarda kendilerini kuma gömmekte, belli zamanlarda kumdan çıkmaktadırlar!

  Günlük gel-git hareketlerinin ötesinde, bazı canlılar Ay ve Güneşin birlikte oluşturdukları maksimum gel-git etkisi zamanlamasına bağlı bir yaşam sürdürmektedirler. Örn. Clunio marinus, gel-git etkisinin çok kuvvetli olduğu deniz kıyılarında yaşayan bir üvezdir. Bu üvezin yaklaşık 6 ila 12 hafta arası bir ömrü vardır. Bu sürenin çok büyük bir bölümünde üvez larva olarak yaşar ve sadece 2-3 saatlik bir bölümünde erginleşmiş durumdadır ve bu kısa sürede çiftleşerek neslinin devamı bilgisini aktarma işlemini gerçekleştirmek zorundadır. Üvezin atalarından devraldığı genetik bilgi, yumurtaların deniz altında yaşayan kırmızı algler üzerinde bırakılmasını gerektirmektedir. Dolayısıyla, üvez, ayın hareketlerini takip edip, denizin çekildiği anı yakalamak zorundadır.

 Ama günlük gel-git hareketlerini takip etmek yeterli olmamaktadır, çünkü bu kırmızı algler biraz derinlerde yaşarlar ve gel-git olaylarının en fazla olduğu dolunay ve yeni-ay zamanlarında -yani 14.8 günlük aralıklarla- ancak yüzeye çıkmaktadırlar. Bu nedenlerle üvez ayın hareketlerini günü-gününe, hatta saati saatine, takip edip, çiftleşip-yumurtalarını bırakması için kendisine tanınan 2-3 saatlik süreyi, dolunay veya yeni-ay günlerinin en düşük deniz seviyesiyle çakıştırmak zorundadır. (Neumann 1995).

  Her canlı, belli türlerde başka canlılara dayalı olarak yaşadığından ve en temeldeki canlılar da, günlük-aylık veya yıllık enerji girdisi dalgalanmalarına uygun olarak dalgalanma gösteren bir yaşam döngüsüne sahip olduklarından, sonuçta tüm canlıların yaşamında bir dalgalanma görülür. Belli aralıklarla sayıları artar ve azalır. Canlı sayısındaki artma-azalma ölüm ve doğumlarla sağlandığından, hayat sistemlerindeki doğum ve ölümlerin temel nedeninin, doğadaki enerji sistemindeki dalgalanmalara bağlı olduğu anlaşılır.

  Sonuç olarak şunu belirmemiz gerekir. Doğada bitkilerin veya hayvanların gelişimlerini denetleyen, baharda canlandırılması, sonbaharda öldürülmesi geren harici ruhlar veya tanrılar yoktur. Atalarımız doğadaki kuvvet oluşturucu ve yönlendirici mekanizmayı varlıkların dışında bir şeye (ruh, tanrı) bağlı düşünerek büyük bir hata yapmışlardır.

2b- Zaman içinde görüşlerde değişiklikler olmuş, ama bu değişiklikler hiç içsel kökenli bir kuvvet oluşumu ve yönlendirmeyi kabul etmemişlerdir.

Atalarımızın bu büyük yanlışlığı ve çok tanrılı dinler oluşturması, zamanla değişmiş ve tek tanrılı semavi dinler dönemi başlamıştır. Doğa ve dünya dinamik bir sistemdir ve dinamik sistemler kendi-kendilerini yönlendiren-örgütleyen (yani tabana dayalı) sistemlerdir ve “information & self-organisation” yani, “bilgi edinile ve o bilgilere göre örgütlenile” olarak özetlenen bir sisteme uygun çalışırlar, tabana bağımlı bir sistem söz konusudur. Ama tek tanrılı dinlerde de kuvvet oluşum mekanizması ve yönlendirme, tabana bağımlı değil, tepeye bağımlı olacak şekilde düşünülmüştür ki bu dinamik bir sisteme hiç uygun değildir.

 Bizim toplumumuzu (Anadolu kültürünü) en fazla etkileyen kültürel gelişimler Yunan ve Sümer kaynaklı olduğundan, aşağıda bu iki topluma ait mitolojik bilgiler verilerek, o dönem insanlarının doğa ve dünya oluşumu hakkındaki görüşleri yansıtılacaktır.

 Yunan mitolojisine göre: Başlangıçta bir kaos durumu, boşluk vardı. Boşluktan Gaia (Yer)-tanrıçası gibi ilk tanrılar Eros (aşk), Abyss (derinlik, denizler tanrısı) ve Erebus (karanlık, veyahut yer-altı tanrısı) ortaya çıktı. Bir erkek yardımı olmadan Gaia Uranus’u (gök tanrısı) doğurdu ve onunla birleşmesinden Titan’lar (6 erkek: Coeus, Crius, Cronus, Hyperion, Iapetus, ve Oceanus) ve 6 kız (Mnemosyne, Phoebe, Rhea, Theia, Themis, ve Tethys) doğdular.

Görüldüğü üzere, denizler, dağlar, şimşekler, vs. gibi insanların karşılaştıkları her şeyin bir tanrısı olduğu şeklinde bir inanç söz konusudur. Bu Tanrılardan Cronus ve Rhea’dan, doğan Zeus Olympus dağı tepesinde oturur ve oradan insanları yönetir. Truva savaşlarının kahramanlarından Achilles’in tanrıça Thetis ve Myrmidonskralı Peleus’un oğlu olduğu söylenir. Yani güçlü insanlar hep asil soyludurlar ve bir tanrı veya tanrıça bağlantılıdırlar.

Sümer inancına göreyse Evren şöyle oluşmuştur:  Başlangıçta Nammu’nun tanrıçalığı altında ‘abzu’ adlı bir ilksel okyanus bulunur. Bunun içinde ‘gök ve yer iç-içe yani birleşik halde’ bulunmaktadır. Tüm diğer tanrıların anası ve An’ın eşi olarak da tanıtılan Nammu bunlardan yer ve gökü doğurur. Yer ters-dönmüş bir tabak şeklindedir. Yer ve gök arasında camsı bir kubbe bulunur.

Ki (veyahut Ninhursag) dağların tanrıçasıdır. An ve Ki’nin birleşmesinden Enlil doğar. Enlil hava (atmosfer) tanrısıdır. Enki, Nammu’nun oğlu ve deniz ve bilgelik tanrısıdır.

Sümer mitolojisinin en önemli öğelerinden birini ilahi mesajlar kitabı olarak tanımlan “me” oluşturur. Bu kitapta toplumsal, mesleki ve sanatsal konularda uygulanacak kurallar yazılıdır. Kitap Enlil tarafından hazırlanır ve korunması ve ilgililere verilmesi için Enki’ye teslim edilir. Her kente -topluma tanrılar tarafından bir temsilci atanır ve bu temsilcilere “me” bilgileri verilir. (Kramer 1963).

 M.Ö. 2400 yıllarında Sami bir ırktan olan Kıral Sargon Sümer Devletini ele geçirerek bir Akad Kırallığı kurar. Sonraları Akad krallığı dağılır ve kuzeyde Asur, güneyde Babil krallıkları oluşur. Sümerlerin siyasi egemenliği MÖ 2000’lerde sona erer ama, kültürel etkileri İsa’nın doğumuna kadar devam eder ve Sümerce dili okullarda okutulur ve Sümer mitolojisi bir çok kopya halinde yayınlanır.

Babil kıralı Hamurabi’nin kanunları olarak (M.Ö. 1750’lerde) tarihte yerini alan ilk toplumsal ilkeler, Sümer kültürüne dayanarak hazırlanmışlardır.

Sonra Babil Kıralı Nabukadnezzar M.Ö. 604-562 de Filistin’i ele geçirir ve tüm Yahudi bilginleri Babile sürgün eder. Bu bilginler Babil kütüphanesini inceleme olanağını bulurlar. Nitekim Tevrat, Babil sürgününden sonra M.Ö. 5. yy - M.Ö. 8. yy. arasında yazılı hale getirilmiştir.

Hem Hamurabi, hem Tevrat, hem Sümer kanunlarında bulunan ortak ilkeler arasında şunlar vardır:

>: ana babaya saygılı olacaksın,

>: kimseyi öldürmeyeceksin,

>: zina yapmayacaksın,

>: çalmayacaksın,

>: yalan tanıklık etmeyeceksin,

>: komşunun karısına ve malına göz dikmeyeceksin.

 

Bu benzerlikler yanında, Kutsal kitaplardaki yaratılış hakkında verilen bilgilerin Sümer mitolojisindekilerle çok yakın benzerlikler gösterdiği, araştırmacılar tarafından vurgulanır. (Kramer 1956,1961, 1963) Örneğin Evrenin oluşumu hakkında Tevrat’ta şöyle yazılır:

£- Tevrat Tekvin 1_2-9: Suların yüzü üzerinde Allahın ruhu hareket ediyordu. Allah suların ortasında kubbe olsun, sular ayrılsın dedi. Allah kubbeyi yaptı. Altta olan suyu üstte olan sudan ayırdı ve Allah kubbeye gök- alttaki kuru toprağa yer dedi.

 
Toplam blog
: 45
: 973
Kayıt tarihi
: 14.08.10
 
 

K.T.Ü.de paleontoloji ve tarihsel jeoloji öğretim üyesiyim (Prof. Dr.). Yeryuvarında hayatın oluşum ..