Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

26 Ağustos '12

 
Kategori
Deneme
 

Düğün mü?

Düğün mü?
 

alıntıdır


Hafta sonu Bursa'daydım. Dayımın torununun düğünü için. Yazılarımın takipçisi olanlar bilir, benim bir dayı kızım vardı, Neşe ablam. Onu talihsiz bir trafik kazasında kaybedeli bu ağustosta yirmi yedi yıl oldu. Neşe ablamı kaybetmenin travması yıllarca sürdü bende, hâlâ sürüyor, bitmedi, bitmeyecek gibi.

Düğünü olan kızımız Neşe ablamın yeğeni. Ölümünden sadece bir kaç yıl sonra doğan ve Allah'ın sanki, "Onu aldım sizden, ama tıpa tıp ona benzeyen bir yeğen verdim, unutmayasınız diye" deyip özene bezene yarattığı bir güzellik. Bir insan bu kadar mı benzer teyzesine? Her bakışımda gözümün önünde hep Neşe ablam, hep anılar, hep gözyaşı...

Düğünleri sevmem, kendimi bildim bileli nikah taraftarıyımdır. Hep zorunluluktan gitmişimdir düğünlere. Bu düğün için de aynısıydı; çok sevdiğim insanlar olmalarına rağmen yine aynı zorunluluk duygusuyla düştüm Bursa yollarına.

Düğünde yaşdaşım olan bir kadınla tanıştım, gelinin babasının hala kızıymış. O da benim gibi düğün sevmediğinden kafeteryada çay içiyordu, tanıştırdılar, konuşmaya başladık. Konu, topuklu ayakkabıların ayaklara verdiği hasar üzerineydi önce. Ayağında oluşan kemiği aldırmış, nasıl zor olduğunu anlatıyordu, sonra burun estetiğine geçtik, nasıl olduysa. Burnunu beğenmediğinden ameliyat ettirecekmiş. Oysa tam da yüzünü tamamlayan bir burnu vardı ve farkında değildi. Bol bol da kahkaha atıyorduk, iyiydi yani sohbetimiz. Fakat öyle bir yere geldi ki, şaşırdım demek hafif kalır. Bir ailenin başına bu kadar mı felaket gelir? Hani dizilerde biraz da reytingi artırmak için kahramanların başına her türlü felaket getirilir ya, biz de, bu kadar da olur mu canım? deriz ya, aynen öyle.

On dokuz yıl önce annesi balkonda çiçek sularken başı dönüp üçüncü kattan düşmüş, bilinci açık şekilde hastaneye götürülüp ameliyat edilmiş, ancak iç kanamadan ölmüş.

Bir yıl sonra kız kardeşinin bir buçuk yaşındaki oğlu terasta oynarken, üzerine baca düşmüş, evet bildiğiniz beton baca ve oracıkta ölmüş. "Annemin ölümünü unutturdu bu ölüm" dedi.

Dört yıl önce ablası kırk altı yaşında kalp krizindne küt diye gitmiş. Ama bunun öncesi var, ablasının kocası kansermiş ve dokuz ay içinde ölmüş. Peşinden de o kanser kocanın babası. Bu kadar üzüntüye dayanamamış kadın. Üç de çocuğu varmış, hem annesiz hem babsız hem de dedesiz kalmışlar. Üstelik çocuklardan biri epilepsi hastasıymış. O da yanımızdaydı bir ara. Ay parçası gibi güzel bir kız, yirmi sekiz yaşındaymış, sorularıma tuhaf yanıtlar verince epilepsinin dışında bir de zeka sorunu olduğunu anladım. O kadar tatlıydı ki, "Senin adın ne?" soruma, "Özlem, güzel değil mi, güzel benim adım?", "Yaşın kaç?" soruma, "Yirmi sekiz, ama daha küçük gösteriyorum, değil mi, küçük gösteriyorum ben?" dedi. İki kez tekrar ediyordu kurduğu cümleleri. "Nasılsınız, iyisiniz inşallah?" sorusunu da iki kez sordu bana.

Buraya kadar hayret içinde dinledim anlattıklarını kadının. Fakat, asıl bundan sonra söyledikleri tüylerimi diken diken etti. Küçük yeğeni öldüğünde kucaklamış ve bluzuna onun kanı bulaşmış. "O tişörtü hiç yıkamadım, duruyor" dedi. Ablası ölmeden önce hastanedeyken üzerinden çıkarttıkları giysilerini de bir torbaya doldurmuşlar ve bugüne kadar saklamışlar. Hiç açılmadan bir odada duruyormuş.

"Yıllarca depresyon tedavisi gördüm" dedi. Hâlâ ilaç kullanıyormuş.

O ölüm kokan giysiler o evden çıkmadan asla iyileşemez oysa. Bunları doktoruna söylemedi mi acaba?

Yaşamadan anlamak çok zor, biliyorum. Bu kadar peşpeşe ölümü kaldırabilmek de zor. Ama hayat da böyle yaşanır mı?

Anlattıklarıma bakılırsa sanki cenaze evindeydim.

Oysa düğüne gittim ben Bursa'ya değil mi?

 
Toplam blog
: 314
: 1210
Kayıt tarihi
: 07.08.11
 
 

Üsküdar İstanbul doğumluyum ve halen burada yaşıyorum. Okumak, yazmak ve seyahat etmeyi çok seviyor..