- Kategori
- Şiir
Edip Cansever'in Çağrılmayan Yakup ve Yerçekimli Karanfil olarak portresi

Edip Cansever, sadece İkinci Yeni akımının değil, bütün modern Türk şiirinin de en önemli şairlerindendir.
Edip Cansever İkinci Yeni akımının en önemli şairlerindendi. İstanbul Erkek Lisesi’ni bitiren Cansever, hemen akabinde babası Fazlı Cansever'in Kapalıçarşı’daki antikacı dükkânında hatıra eşyaları, turistik materyeller ve halı ticaretine başladı.
Bu dükkânda Edip Cansever, çeşitli kutlama organizasyonları düzenleyen kişi ve kurumlarla, yeşilçam bünyesindeki film yapım şirketlerine, bunların ihtiyaç duydukları dekor, aksesuar ve elbiseleri de kiralamaya başlayarak yeni bir iş alanının açılmasına öncülük etti (1).
İlk şiirini 1944’de yayınlayan şair, 1976’da ticareti terk edip kendisini tamamen şiire adayana değin adeta ‘part – time şair’lik yaptı. ikinci Yeni akımının kurucu figürlerinden olan bu ‘part – time şair’in, şiirimizin soy kütüğüne eklediği opus magnum’unun en sıra dışı dizeleri 1950’liler ve 1960’larda yazılmıştır. Sadece yazdığı benzersiz şiirleriyle değil; güncel sanat, edebiyat, şiir, memleket ve dünya meselelerine verdiği tepkileri ve bunlara karşı aldığı duruşlarıyla da kamuoyunun dikkatini çekmeyi başaran Cansever, Cumhuriyet Dönemi modern Türk şiirinin hiç kuşku yok ki en sıra dışı olmayı başarabilmiş uç beylerindendir.
Cansever’in çeşitli kitaplarına düştüğüm notları birleştirince ortaya aşağıdaki metin çıktı. Özel olarak Cansever’i ve genel olarak da şiiri sevenlerle paylaşmak istedim onu.
İşte, Edip Cansever külliyatının bende bıraktı izlenimler:
Kapalıçarşı'daki o dükkânda Edip Cansever, asma katta şiir yazıyordu. Alt kattaysa halı satıyordu simsarlar. Adsız kadınlar uzaklarda ve meçhul kızlar ırak diyarlarda ilmik dokuyordu. Üst katta Edip Cansever simsarlara ve dokumacılara inat yapı-çözüyordu, yapı-yıkıyordu. İlmikleri söküyordu o; hayata dokunuyordu, hâli dokuyordu ve ölüyordu. Oluyordu o, Cansever oluyordu.
Yokluğun içinden yürüdü imkâna, yürüdü yok olacak olana Cansever. sevabının allâmesi bir yazıcıydı, günahını damıtıp dokudu poetikasını. Mevzubahis olan şiirse lüzumsuzdu öteberisi hayatın ona göre. Tenhaydı etrafı, şiirin ağyarından arî, bilinmeyenler yarattı bilenlere. Bakın bu meçhullerin imkânsızlığından doğan imkâna ve alın bunu alın dedi hiç kimseye. Issızdı, yalnızlık böyledir dedirten bir hayata yalnızca yazdı. Şiiristanda kalabalıktı çok ama, tebâsı metaforlardan mürekkep olan bir muhteşem sultandı.
Şiire âşina olmayan hayatları yaşayanlar ve Cansever, köşelerinde bir mekânın öylece duran gramofonlardılar. Onlar, durmadan konuşup duran, lâkin birbiriyle asla konuşamayacak olan gramofonlardılar . Cehennem alevlerinde közlenen günahların kokularıydı duyduğu ve cennet bahçelerinden yayılan kutsal yemişlerin rayihaları. O gramofonlar ve o rayihalar, işte onlar çağrılanlardılar.
Kurbağalara bakmaktan gelendi o, Yakup'tu ve şaşırmıştı, kelimelerle dans edendi o. Kalabalıktılar çünkü çok ve şamatacı ve mordular kurbağalar ve sanki Yakup demek ister gibi vraklıyordular. Her türlü çağrılmanın tabii hali ve ama hiç çağrılmamaya yazgılı Yakup’a ‘Yakup!’ diye bağırmaya yazgılıydılar. O kurbağalar ki daima mor ve gürültücü ve çoktular.
Şiirin modus operandisiydi ve Cansever’i, ve nihayet Yakup diye çağrılmaktan kesince ümidi Yusuf seslenişine icabet etti. Çeşitli icatlar yapıyordu kelimelerden ve ipekten, mecburen Yusuf davetine icabet etti. Hiç yürüyen merdiven kullanmadı o, Yakup'tu, çağrılmazdı ve tahtaboşlara yazılıydı adı ve trabzanlara ve taş sahanlıklara.
Kurbağalardan başka kimse Yakup demeyince Cansever, nihayet Yusuf’a icabet etti. Varlığın ve ademin ve şiirin kımıldamaya doğru içinde bir bengi uyum ki bu müthişti. Bir mekânsızlığın şaire doğru içinde bir imkânsızlığı seyreden bir müfettişti. Dokudular halıları kadınlar ve sattılar simsarlar ve nihayet bidayetten beri Cansever bütün ilmikleri teftiş etti.
Yusuf diye çağrılan Yakup’tu o, Cansever’di, teftiş ettiği ilmiklerden damıttığı kelimelerle bir metafiziği resmetti. Bidayetten nihayete kadar Cansever, yani Yakup'tan Yasef'a, hep kendini feshetti ve hem kendini fethetti.
Kadîm bir dokumacı kadın -ki 100 asır falan olmalı yaşı ve ezelden beri âmâ- işte o, o son ilmiği attı. O son ilmik ki, bir iplikle Yusuf diye çağrılan Yakup’un göğsüne, karanfiline irtibatlıydı ve yerçekimli.
Kader böyle bir şey dedi âmâ dokumacı, bitti sanılır, oysa bir ipliği kesince başlar her şey. İplik kopunca dokumacıyla dokuduğunun irtibatı aslında gizlice sürer gider. Dokuyan, dokuduğunda bütün olan biteni bilin ki biteviye izler.
Kesildi işte o iplik aniden ve alemdeki her şey seslenmeye başladı birden: çağrılansın Yâkup, istenensin Yâkup, sevilensin Yâkup. Gülümsediler hep beraber Yusuf ve Yâkup ve yerçekimli karanfil ve kurbağalar.
Gülümsedi Cansever. gülümsediler o ana değin gülümsemeyenler. Gülümsediler, zirâ bütün o şiiri bir gülümsemeye muhatap olmak için söylemiştiler.
(1) Edip Cansever'in, önce babasıyla birlikte, ardından da tek başına işlettiği dükkâna ait iş yeri kartında şunlar yazıyordu:
Edip Cansever Fazlı Cansever'in mahdumu Maison des Antiques Kapalıçarşı, Takkeciler sok, no. 52-64 Grand Bazar, Rue Takkedjiler 52-64 Tel: 27657 sicil: 38159
İstanbul tiyatrolar, balolar, müsamereler, filmler,için her nevi elbise bulunur ve kira ile verilir. Antika ve işlemeli parçalar, peşkirler, çevreler, kumaş ve sevai entariler, şalvarlar, cepkenler, işlemeli yorganlar, bohçalar, seccadeler, şal. Ayrıca bilecik, broş, kolye, küpe, pipo, fildişi, gümüş ve bakır işleri.
Yukarıdaki reklâm metni için kaynak: İstanbul, yazan M. Eriş, Kalite Matbaası, İstanbul, 1953, sayfa 84'deki reklâmlar bahsi.