Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

05 Mart '11

 
Kategori
Eğitim
 

Eğitim – Edebiyat İlişkileri

Eğitim – Edebiyat   İlişkileri
 

Sorun: 

Kültür, belli bir topluluğa mensup insanoğlunun gelecekten bugüne kadar ortaya koyduğu bütün maddi ve manevi eserleriyse, bu eserlerden en önemlisi mutlaka dil olmalıdır. Dil olmasaydı her halde uygarlık olmazdı, insan toplulukları bir araya gelemezdi. İnsanlar topluluk olarak bir arada yaşama başladıktan sonra insani duygularını birbirlerine türküler, şiirler edebiyat yoluyla aktarmışlardır. Aralarında töre gibi, gelenek, görenek gibi bazı birlikte yaşamının koşulları ortaya çıkınca bunları bazı eğitsel şiirlere dökmüşlerdir. Resmi eğitimin her zaman insanların gerçek duyuşsal ihtiyaçlarını karşılamadığı durumlarda edebiyat eğitimin yerini tutmuştur. Özellikle bir ülkenin resmi diliyle halk dili arasında ayrım varsa, o halk kendi dilini ve edebiyatını insani değerlerinin sürdürücüsü olarak kullanmıştır. 

Bu incelemede insan topluluklarının eğitim edebiyat ilişkisini nasıl kurduğu, eğitimin yeterli olmadığı durumlarda edebiyatı nasıl onun yerine ikame ettiği örneklerle gösterilmeye çalışılmıştır.
Bu çalışmada belgesel bir yöntem izlenmiş; varolan kaynaklardan yararlanarak bu konuda ileri sürülebilecek bazı tezler ve bu tezleri destekleyen örneklerin neler olabileceği sergilenmiştir. 

Eğitimin Tanımı:
Eğitimin çok yaygın bir tanımı, bir toplumun birikmiş kültürünün yeni kuşaklara aktarılmasıdır. Kültür ise, bir toplumun tarihinde ortaya koyduğu maddi ve manevi eserlerinin tümüdür. Öyleyse eğitimle bir toplum bütün maddi ve manevi yaratılarına ilişkin birikimlerini unutmaması, yararlanması için yeni kuşaklara aktaracaktır.
Genelllikle eğitim her toplumda resmi ve yaygın eğitim şeklinde yürür. Resmi eğitim devletin ve devlete hakim olan sınıfların öngördüğü, okullarında programlara soktuğu ilkeler bütününden oluşur. Diğer yandan “Yaygın Eğitim” yada bilinen terimiyle Halk Eğitimi ise büyük küçük demeden okul dışında kalmış bütün halkın eğitilmesi olayıdır. Halk eğitimi bir yönüyle devlet tarafından denetlenebilse bile, halk kendi eğitimini kendi sürdürecek güçtedir. 

Edebiyat:
Edebiyat, Arapça “Edep” sözcüğünden geliyor. Ferit Devellioğlu’nun Lugat’ına göre, “Edeb” , İyi terbiye, nezaket, usluluk anlamlarına gelmektedir. Kısaca, edebiyat kökü itibariyle “iyi eğitim, kamunun beğendiği davranış ve söz” anlamına gelmektedir .
Öyle anlaşılıyor ki edebiyat, bir yandan edepli söz” yani “bayağı, , basit sözlerden arınmış”, ”eğitimli, olgun, yetkin söz” söyleme amacına yönelik çabanın anlatımı oluyor; bir yandan da “ruhu eğitme”, “ruhsal olgunluğa ve yetkinliğe erişmeyi sağlayan eğitme ve söz söyleme yolu” olarak değerlendiriliyor. Doğal olarak bunların içinde “iyi töre edinme” amacı da yer alıyor(Ünlü, 1992, 8).
Kavcar’a (1982, 3) göre: “Edebi eserlerin büyük bir bölümü, insanları çeşitli bakımlardan eğitmek amacıyla yazılmıştır. Türk edebiyatında Yunus Emre bir çok şiirini ve Risalettin Nushiyye (Öğüt Kitabı) adlı eserini, Mevlana Mesnevisi’ni, Nabi Hayriyye’sini, Namık Kemal tiyatro eserlerinin çoğunu, Ahmet Mithat romanlarını, Tevfik Fikret Haluk’un Defteri’ni ve Şermin adlı eserlerini, Mehmet Akif Safahat’ını ve daha bir çok şair ve yazar eserlerini hep insanlara nasıl yaşanılması, nelere değer verilmesi gerektiğini öğretmek amacıyla yazmışlardır.” 

Örneğin, XIII.yy.da yaşamış olan Edip Ahmet bir Türk şairidir. Türkistan’ın Yüknek kentinde doğmuştur. Yazdığı Atabütül Hakayik (Gerçekler Eşiği) adlı 256 beyitlik yapıtı, töreli, yararlı, bilgili, erdemli bir insan olmanın yollarını açıklamaktadır. 

Mutluluk yolu bilgi ile bulunur
Bilgi edin ve mutluluk yollarını bul. 

Düşünerek konuşan adamın sözü, sözün iyisidir
Çok gevezelik eden dil, karşı konulmaz bir düşmandır. 

Mal hırsını gönülden çıkar
Giyim ve karın tokluğuyla yetin 

İnsanlar, ana baba bir kardeştirler
İyice aralaştırılırsa aralarında fark yoktur. 

O zaman diyebiliriz ki tarih boyunca edebiyatın kendisi eğitimin aracı ve yaşama geçirilme biçimidir.
Eğitimi burada kültürel bilgi ve becerilerin aktarılması ve kazandırılması olayı olarak kabul edecek olursak, kültürün kaynağının ne olacağı sorusu karşımıza çıkar. 

1. Kültürün kaynağı dışardan etkiler almayan, görece geri bir toplum olabilir; sonuç, kültür ancak varolan değerlerin araştırılmadan topluma benimsetilmesi ve sürdürülmesi anlamını taşır ki, öyle bir anlayış içinde eğitim statükonun ve geri bir ideolojinin sürdürücüsü ve koruyuculuğunu yapan bir kurum olarak yenileşmenin karşısında yer alır. Bu durumda bir toplumun edebiyatının da çok gelişmiş bir edebiyat olması beklenemez, çünkü böyle bir toplum içinde ender olarak çağını aşan bazı yazarlar olabilir ki, bunlar her zaman için kural dışıdırlar. 

2. Kültür dış etkilere kapanmış ve gelişmeye açık değilse; bu takdirde eğitim de toplumun dışa kapalı kültürünü durmadan tekrarlıyor ve övüyor durumdadır. Bu durumda daha çok içe dönük, ulusal, resmi ideolojili, kendine övgülü ve hayran bir toplum ortaya çıkar. 

Böyle bir toplumun edebiyatının kendine övgülü, kahramanlık ve kan kokan bir edebiyat olacağı bellidir. Ama bu dönemde, bilinçli olan aydınlar ve edebiyatçılar toplumda kendine dönüş eğilimini eleştirel bir bakış açısıyla ele alacak olurlarsa, daha çok, özelden-tümele- evrensele giden bir güzelliğin yazınını yapabilirler. Bu kendine anlatış çizgisi alt kültür yada ulusal kültür düzeyinde olabilir. 

3. İleri bir üst kültürden doğacak ve beslenen eğitim ortamı, toplumu da edebiyatını da evrensel çizgiler ve araçlarla besleyecektir. Bu bakımdan bir toplumun kültürünün kendine kapalı olması beklenemez ve uzun bir süreç içinde bu mümkün de değildir. Fakat üst kültür değerleriyle kendi değerlerini en iyi şekilde birleştirebilen toplumlar kuşkusuz daha özgün ve kalıcı eserler verebilirler. 

Tezler:
Kültür, eğitim edebiyat ilişkileri için bir çok ana tez ileri sürülebilir. Tarih içinde bu tezlerin lehinde ve aleyhinde bir çok savunma yapılmıştır. Bu çalışmada bazı ana tezlerden hareket edilerek, bunların altında yer alabilecek alt tezlere değinilmiştir:
1. Eğitimin insan ihtiyaçlarını karşılamadığı durumlarda edebiyat eğitim görevini yüklenir.
2. Her dönem kendi eğitimini ve edebiyatını yaratmıştır.
3. Eğitim, kendi insanını ve edebiyatçısını yaratmıştır.
4. Dil eğitimin ve edebiyatın ana aracısı olmuştur. 

Tez:1
Dil kültür ve eğitim birbirleri ile karşılıklı bağımlılık içindedir.
Açıklama:
Humboldt’a göre. “ Toplumun edebiyatı, felsefesi, sanatı, tekniği ile birlikte bütün kültürü, düşünceleri, kavrayış biçimi, giderek töre ve görenekleri dille bir bağlılık içindedirler, dilden ayrılamazlar... Toplumu bütün parçaları birbirine bağlıdır. Bir yönde olan değişmeler bütün öteki yönlere de etki yapar, onları da harekete geçirir. Kültürü değişen bir toplumun dili ile, düşünce biçimi, töresi ve göreneği de değişir.” (Akarsu, 1984, 88) 

Kuşkusuz kültürün taşıyıcısı olarak anadilin özel bir önemi vardır. Kişi anadilinde yetiştikten, biçimlendikten sonra, belli bir aşamada diğer bir dille eğitim görmeye zorlanırsa bunu kolay kolay kabullenemez, çoğu kez başarılı da olamaz.
Ana dilin kültürün taşıyıcısı olarak önemini Bahtiyar Vahapzade şöyle dile getiriyor: 

Ana Dili
Dil açanda ilk defa “ana” söyleriz biz,
“Ana dili” adlanır bizim ilk dersliğimiz. 

Bu dil bizim ruhumuz, eşgimiz, canımızdır,
Bu dil birbirimizle ehl-i peymanımızdır.
Bu dil tanıtmış bize bu dünyada her şeyi,
Bu dil ecdadımızın bize goyup geldiği
En gıymetli mirasıdır, onu gözlerimiz tek
Goruyup nesillere biz de hediyye verek. 

Menim adım, sanımsan
Namusum vicdanımsan
Milletlere halklara halgımızın adından
Mehebbet destanları yaradıldı bu dilde. 

Vahapzade, kültürün sahiplenilmesi, aktarılması konusunda ana dilin önemini vurgulamıştır bu şiirinde. Bugün böyle açıklanan bu bilinç, eski çağlarda da vardı. Osmanlılar Dönemi’nde bu bilinç ortadan kalkmıştır. Sınırlar genişledikçe, halklar arttıkça, Osmanlı eğitimde, ana dilden, Türkçe’den, vazgeçmiş, Arapça’ya dönmüştür(Uyguner, Tem.94, 14).
Aslında ilk anadil bilincini, zevkini ve eğitimini veren belki de insanın hayatındaki ilk edebiyatçı annedir. Anneler çocuklarına bu bilinci belki de ninniler yoluyla verirler. 

İstanbullu bir annenin ninnisi şöyle: 

Eyleyip millete hizmet
Eyleme kimseye minnet
Aşık olsun sana gayret
Uyu mahsulu hayatım ninni. 

Okuyup alim olursun
İlmin ile âmi olursun
Şüphesiz kamil olursun
Uyu mahsulü hayatım, ninni. 

Evet, çocuğu dünyaya getirerek ona can veren anne, ona ilk edebi zevki veren ve aynı zamanda onu eğiten ilk öğretmendir de (Özdamar, 1997, 36). 

Tez:2
Seçkinlerin kültürü yazılıdır, oysa halkın kültürü ve insani eğitimi sözlü olarak sürmüştür.
Açıklama
Avrupa’da kitap, 1444 yılında bizde ise, 284 yıl sonra 1728’de basılmıştır. O süre içinde Kuran ve diğer kitaplar elle, ancak çok az sayıda çoğaltılabiliyordu. Bu süre içinde Anadolu insanı elbette yaşamı için gerekli insani bilgilerden yoksun kalmamıştı onun yardımına sahip olduğu sözlü kültür ve eğitim yardım etmiştir.
Şiiri, edebiyatı başka, hayatı başka saymak ve böyle yorumlamak, seçkin edebiyatı olan Divan edebiyatı’nın bir işlevidir. Oysa Halk Edebiyatı’nda şiir, müzik ve hayat özdeşleşmiştir. 

Doksan yıl önce Orta Asya’da Türkmenlerin nasıl şiir dinlediklerini Vambery şöyle anlatıyor:
“Etrek’teyken, bir halk şairinin çadırı vardı bizim çadırın yanında. Kimi akşamlar sazını alıp gelir, bütün komşu çadırların delikanlıları onun yiğitlik destanlarını dinlemek için toplanırlardı. Bu adamın türküleri, türküden çok gırtlaktan çıkarılan hırıltılara benziyordu. Bir yandan türkü söylerken bir yandan da okşar gibi sazının tellerine vuruyordu. Ama kendisi çoştukça sazı da hızlanıyordu. Savaş kızıştıkça, türkücünün de, genç dinleyicilerin de çoşkunluğu artıyordu. Bu genç göçebeler nara atıp külahlarını havaya fırlattıkça, çoşkuyla saçlarını sıvazladıkça sanki bir savaş öfkesine kapılıyorlar, destansı bir sahneyi canlandırıyorlardı gözlerimizin önünde..”(Thomson, 29). 

Tez:3
Dini metinler çoğu kez edebi nitelikler taşıyan aslında temelde eğitici ve felsefi metinlerdir.
Açıklama:
Bir yanıyla insanları eğitme, doğru yolu gösterme niteliğine sahip olan dini metinlerin çoğunluğu şiirsel ve edebi nitelikler taşırlar:
Örneğin, Mezopotamya’da bütün konuların işlendiği ve kendisinden sonraki dini metinleri etkileyen en önemli teolojik ve aynı zamanda edebi olan edebi metin “Enuma Eliş’tir.
Bu metinin, Erken Babil çağı içersinde, büyük bir olasılıkla Hammurabi dönemine yakın bir zamanda yazıldığı sanılmaktadır. Tek kopyası Asurbanipal’in kütüphanesinden ele geçirilmiştir.
“Genel hatlarıyla, Enuma Eliş’in dünya, gökyüzü ve diğer mekanların yaratılması kurgusu, , büyük ölçüde Sümerli öncüllerinden farklıdır. Fakat bütün bunların ötesinde, çeşitli uygarlıkların birbirine benzeyen yada oldukça farklı teolojik litera türlerinin özünde, yine birbirinin hemen aynısı Enuma Eliş’te yer alan temel metafizik olguları buluruz..
Aslında edebiyat olarak algılanan bu metinler gerçekte eski toplumların felsefe adına ürettikleri herşeyi temsil ederler.”
“..Bu geleneğin ilk öncüsü Musa’dan başlayarak, Önasya bir çok peygamber gördü. Fakat güney ve Uzak Doğu’da, Hindistan’da Buda, Çin’de Konfiçyüs ve Lao Tze (tümü M.Ö.6 yy.da yaşamış) kendilerine ait felsefi inanç sistemleri getirdiler.”(Polatlar, 103). 

Aslında bütün bu dünya görüşü ve inançlar, egemen sınıfın eğitim ve felsefe anlayışlarını yansıtıyordu. Toplumu kendilerine göre şekilde biçimlendirmek istiyorlardı.
Yani dini metinler bir bakıma felsefi metinlerdir, bir bakıma hayat görüşü getirirler, topluma ilişkin töre ve terbiye, onun ötesinde hukuk ölçüleri getirirler . 

Tez:4
Eski çağlarda din geniş ölçüde eğitim görevini yüklenmişti; oysa dinin temelinde edebiyat vardır:
Açıklama:
Büyük edebi yapıtlar bazı dinleri etkileyebilmişlerdir. Eski Yunan dininin Mitolojilerinin oluşmasında bazı temel yapıtların etkisi olduğu bilinmektedir.
“Grekler, alfabetik yazıyı Fenikelilerden aldıktan sonra Sümer ve Mısırlıların binlerce yıllık bir süre içinde keşfedip geliştirdikleri ilkel piktografik yazılarından çok daha fazla avantaj kazandılar. Nitekim, M.Ö.9.yüzyılda “İlyada ve Odessa”, daha sonra “Thegonia” Yunan edebiyatının temelini oluşturmuştur. Öte yandan, bu eserlere dayanarak Heredot’un, “Grek dininin yaratıcıları Homeros ve Hesiodos’tur demeye yakın sözleri boşuna değildir”(Polatlar, 138). 

Tez:5
Ozanlar zaman zaman toplumu ve kişileri eleştirerek eğitsel dersler vermek yoluna gitmişlerdir.
Açıklama:
M.Ö.10 yüzyılda Hesiodos orta sınıfın tembelliğini , şöyle dile getiriyor: 

“Çalış ki açlık kaçsın bulunduğun yerden
Sevdir kendini başı çelenkli Demeter’e
Ambarını dolduracak olan ulu tanrıçaya.
Açlık işsiz insanlara yoldaştır,
Tanrılar da insanlar da kızar o kimseye ki
Hiçbir işe yaramadan yaşar
Bal yapmaz yaban arılarına benzer,
İşten kaçıp başka arıların balını yer. (Polatlar, 150) 

Tez:6
Osmanlı yönetiminin dili Osmanlıca diye adlandırılan yapay bir seçkinler dilidir.Bu dil halkın çoğunluğunca anlaşılmadığından, bu dille yapılan eğitim de, edebiyat da halk tarafından benimsenmemiştir, etkili olmamıştır.
Açıklama:
Göktürk şunları söylüyor: “Osmanlılarda ülke yönetiminin dili, Arapça, Farsça, Türkçe karışımı yapay seçkinler dilidir. Bu dilin en belirgin yüzü, halk çoğunluğunca anlaşılmaz nitelikte olmasıdır.
Bu nedenle Osmanlıca, yakın tarihimizde halkın ülke yönetiminde söz sahibi olmaya başlamasından bu yana önemini gitgide artan bir hızla yitirmiştir. Yüzyıllardır süregelen Osmanlı İmparatorluğunda Türkçe’nin ilk olarak Birinci Meşrutiyet’le 1876 Anayasa’nın 18.maddesiyle resmi dil kabul edilmesi, bu bakımdan ilginç gelişmedir.” (S.223) . 

Tez 7:
Osmanlı seçkin edebiyatı hayattan kopuktu, bu yüzden eğitim de hayattan kopuktu.
Açıklama:
Melih Cevdet Anday bu konuda şunları söylüyor:
“Düşüncemi daha iyi açmak için, yerinde bir örnek olduğundan bizim divan şiirimizi ele alacağım. Diyelim ağzına içkinin damlasını koymayan bir din ulusu, bir Şeyhülislam, şarabı över, övebilir şiirinde; “şarap”a sadece bir şiir teması diye bakar çünkü; bunun gerçek bir düşünce olabileceğini; bu yoldan da bir düşünüş-davranış tutarlığını gerektireceğini aklının ucundan bile geçirmez. Gerçi böyle davranmaları, güzel şiirler yazmalarına engel olmamış onların ama, şiiri başka, yaşayışı başka saymak; tema’yı başka, namusu başka anlamak, çökmüş bir uygarlığın özelliğidir.” demektedir.
Osmanlı edebiyatı dili yönünden olsun, seçtiği konular yönünden olsun ve aynı zamanda beslendiği kaynaklar bakımından da halkın kaynaklarından çok farklıydı. O bakımından Türk halkı seçkin zümrelerin dilini, edebiyatını anlamamış ve yeri geldiğinde Karagöz’ün diliyle bu dil ve edebiyatla alay etmiştir. 

Tez:8
Eğer bir ülkede bulunan eğitim düzeni insanların gerçek beklentilerini, ihtiyaçlarını karşılamıyorsa, sorularına yanıt veremiyorsa, insanlar edebiyat yoluyla sorularına yanıt bulmaya çalışırlar.
Açıklama:
Genellikle bir ülkenin genel kültür düzeni onun eğitimine yansımıştır. Eğer eğitim insana yabancılaşmışsa, insanın sorunlarına ve sorularına cevap veremiyorsa, insan sorularına başka kaynaklardan yanıt getirmeye çalışacaktır. Bu kaynak edebiyat olmuştur. Edebiyat insanların “insani eğitimi”ni tamamlayan bir öğe olmuştur.
Medrese eğitimi’nden istediğini alamayan Anadolu insanı, ister istemez şairlerin ozanların sözüne kulak vermiştir. Her ne kadar, seçkinler arasında “İnanma şair sözü elbette yalandır” gibi bir anlayış olsa bile, yine de edebiyat çağlar boyunca töre yönünden, terbiye yönünden, insani ilişkiler yönünden günün eğitiminin her zaman dolduramadığı boşluğu doldurmuştur. Kişilerin kendi kendilerine sorduğu soruları ozan açığa çıkarmıştır: 

Yücelerden yüce gördüm
Erbapsın sen koca Tanrı
Alem okur kelam ile
Sen okursun hece Tanrı. 

Asi kullar yaratmışsın
Varsın şöyle dursun deyu
Onları koymuş orada
Sen çıkmışsın başa Tanrı. 

Kıldan köprü yaratmışsın
Gelsin kullar geçsin deyu
Hele biz şöyle duralım
Yiğit isen geç a Tanrı.
(Kaygısız Abdal) 

Sathiyye diye anılan bu tip kuşkucu ve gerçekçi şiirler, Anadolu insanının bir çok kavramlar üzerinde yeniden düşünmesine neden olmuştur. Bu tip Anadolu ozanları Tanrıtanımaz değildi, fakat onların Tanrı ve din anlayışı egemen kesimin kendisini Medresede gösteren din ve Tanrı anlayışından farklıydı. 

Tez: 9
Türklerin müslüman olmasından ve Türklerin Arap Kültür Çevrimi’ne girmesinden sonra bile, Türkçe edebiyat ve eğitim çalışmalarını inatla sürdüren Türk aydınlar olmuştur.
Açıklama:
Uyguner (Ağus.94, 14)şunları söylüyor: “Buhara’da bazı çokbildimciler Arapça ve Farsça’ya yönelirken, bu dillerden sözcükler kullanmayı bilgiçlik sayarken, Ahmet Yesevi kendi dilini kullanmayı ve çevresindekilere de gerçekleri kendi dilinde anlatmayı yeğlemiştir. Tekin’e göre: “Yesevi, bu göçebe yada köylü Türklere hitapediyor, Kuran-ı Kerim’in emir ve hükümleri ile hadislerdeki gerçekleri sade bir dille açıklıyordu.” 

Yesevi, İslam ilimlerini ve İran edebiyatını çok iyi bilmesine, hatta Farsça’yı etkili bir şekilde kullanabilmesine karşın, aydınlatıcı konuşmalarında, eğitiminde o günün Türkçe’sini kullanmıştır (Tekin, 9). 

Bu durum tıp dilinde de görülmüştür. Türk hekimlerinden Şerafettin’in Fatih Sultan Mehmet’e sunduğu “Kitab-ül Cerrahiye-i Haniye (Cerrahname) adlı kitabı Türkçe kaleme alınmıştır. Bu kitaptaki tıp sözcükleri Türkçe’dir. Sözgelimi, “uyluk kemiği” sözcüğü kullanılmıştır. Daha sonra ise bu sözcüğün yerine önce Fransızca, daha sonra İngilizce terimlerin Türkçe içinde yer aldığın biliyoruz. 

Ahmet Yesevi’den başka, Karamanlı Mehmet Bey, 1277 yılında dilimizi “Bugünden sonra, divanda, dergahta, bargahta, mecliste ve meydanda Türkçe’den başka dil kullanılmayacaktır”, diye buyruk çıkarmasına karşın, Arapça ve Farsça hayranlığı uzun yıllar seçkin sınıfın eğitim ve edebiyat dili olmuştur. 

Tez:9
Medresenin eğitim yöntemleri insanca olmadığı için, insanlar medreseden soğumuşlar ve insani değerleri edebiyatta bulmuşlardı.
Açıklama:
Binbaşıoğlu, eski eğitim yöntemlerine ilişkin bilgi verirken şunları söylüyor: “Kabisi, eğitimde disiplin sağlarken dövme koşullarının yaşlara göre düzenlenmesini istemekteydi. 

Kaykavus da “Kabusname” (s.175) adlı eserinde bir eğitim yöntemi ve disiplin aracı olarak dayağa taraftardır. Ona göre çocuklar, hüneri ancak değnek altında öğrenirler. 

Gazali’nin eğitim yöntemi de yukarda adları geçen İslam eğitimcilerinin yöntemlerinden farkla değildir. O da çocuğun iyi hareketlerinin övülmesine taraftardır. Çocuk bir kabahat işlediği zaman bunu önce görmemezlikten gelmeli, tekrar ederse gizlice azarlanmalıdır. Bu eğitimci dayağı son çare olarak görmektedir.”(Binbaşıoğlu, 1982, 61). 

Bu eğitimcilerin tümü de Medrese’de görev almışlardı. Fakat düşünceleri insani değildi. Dayak insani bir olay değildir. Onun için gençler çok çabuk medreseden kopmuşlar ve gerçeği halk deyişlerinde, şiirinde, edebiyatında aramışlardır. 

Tez: 10
Türklerin müslüman olmasından sonra Arap Kültür Çevrimi’ne giren Türkler, Arap Kültürünün temsilcisi ve sürdürücüsü olan Medreseye karşı eski alışkanlıklarının etkisiyle alternatif eğitim kuruluşları ortaya çıkarmışlardır. 

Açıklama:
İran, Horasan üzerinden Anadolu’ya giren Türk oymakları aslında Farsça’ya Arap’çadan daha yakın idiler. Türk okumuş kitlesinin büyük bir bölümü de eserlerini Farsça vermek durumunda kalmışlardı. Bu büyük düşünürlerden biri de Mevlana Celalettin Rumi’dir. 

Mevlana’nın (1207-1273) XIII. yüzyılda yazmış olduğu Mesnevi, Divan-ı Kebir, Fihi Ma Fih, hep manzum eserlerdir. Bu eserler :İnsan sevgisini, kardeşliği, hoşgörüyü, insan olma konusunu işleyen kıssalar, hadisler, gözlemler, öyküler, atasözleriyle kurulmuşlardır. 

Mevlana için “Peygamber değil, fakat kitabı var, ” denilmesi eserinin önemini gösterir. Mevlana, her çeşit sevgisizliğe bağnazlığa, kötülüğe karşı insani değerleri şiir, musiki ve raks içinde birleştirip dile getiren bir şair, bir eğitimcidir.
Bilindiği gibi bir dizesinde:
“Gel, gene gel, ne olursan ol, gel!
İster kafir, ister ateşe, ister puta tapan ol
Kapımız umutsuzluk kapısı değildir
Yüz kere tövbeni bozmuş olursan da gel .”demişti.
Fakat ne var ki Mevlana İran üzerinden gelen diğer bazı büyük düşünürler gibi eserlerini Farsça kaleme almıştır. Mevlana öldükten sonra Mevlana’nın düşüncelerini kabul eden onu yaymak isteyen insanlar Anadolu’nun dört bir yanında “Mevlevihaneler”i açmışlardır. Mevlevihaneler, Medreselerin yanında yaşayan, onlara koşut fakat Mevlana’nın düşüncelerini vurgulayan, onun yolunu kabul eden öğretiyi yaymak isteyen kurumlardı. Bu Mevlevihanelerden birisi de Gaziantep’de bulunuyordu. 

Tez: 11
Her kültürel dönem kendi dilini eğitimini ve edebiyatını yaratmıştır, fakat yine de bir önceki dönemden bir sonraki döneme sarkan bazı alışkanlıklar olmuştur. 

Açıklama:
Türkler, Orta Asya’dayken değişik diller ve dinler kullanmışlar, değişik kültürel etkiler altında kalmışlardır. Daha sonra İslam dininin etkisinde kaldıktan sonra edebiyatları Farsça ve Arapça’nın etkisi altında kalmakla birlikte bir Türkçe kök alttan alta sürmüştür. Cumhuriyetin 23.Nisan.1920’de kurulmasıyla birlikte, kültürel çevre olarak batı eğitim ve edebiyat çevresi benimsenmiş ve bu anlayış içinde Türkçe’nin yapısı ve sorunları gözden geçirilerek, dili geliştirmek, planlamak için bazı önlemler alınmış , eğitim sistemi dini bir sistemden ulusal bir anlayışa dönmüş, buna koşut olarak edebiyat da “Ulusal Edebiyat” anlayışı çizgisi içinde, halk tarafından anlaşılır; halkın dertlerini, sorunlarını dile getiren, halka dönük bir yapıya kavuşmuştur. 

Batı’da yapılan bir araştırmada bu görüş şöyle dile getiriliyor:
“Yeni Cumhuriyetçi hükümet (Türkiye cumhuriyeti) halkın yerel “kabile kültürü”nden kendini yönetmeye geçişteki zorlukları yenmek için hazırlıksız ve desteksiz olduğunu anladı ve kısa sürede, eğitim, basın üzerinde sıkı bir denetim mekanizması kurdu. Türkiye laik bir devlet olduğunu açıkladı. Arap alfabesi yasaklandı. İslami ve diğer “Osmanlı edebiyatı” okullardan ve diğer kamu kuruluşlarından kaldırıldı. Atatürk, Arapça yazının ve bunun çevresinde dönen kültürel mirasın, reform hareketi için ciddi engeller oluşturduğunu anladı. Bu yüzden 1928’de Arap alfabesinin yerine, yeni oluşturulan 29 harfli bir Latin Alfabesi’nin alması, “harf devrimi” ile sağlandı. 

Eğitimde, Latin Alfabesi, Türk halkının yeni amaçlarına ivedilikle ulaşabilmesine olanak tanıyan bir köprü oldu. Fonetik yapılı, bu bakımdan okuma ve yazmayı öğrenmesi kolay olan bu alfabe, okuma yazma sorununa başarıyla müdahale etmeyi olanaklı hale getirdi. Yeni okur-yazarların da, sadece “batılılaştırılmış” düşünceleri sunan kitap ve diğer bilgilendirici malzemeleri okumalarını sağladı; çünkü alfabe reformu, 1920’lerde olmayan herkesin, 1929’dan önce yayınlanmış herhangi bir şeyi okumalarını ve bu tarihten önceki hiçbir şeyi, yeni alfabeyle yazılmış da olsa, okuyabilmelerini olanaksız hale getirdi. Bu yüzden öğretim programından Arapça ve Farsça öğeler otomatik olarak düştü ve öğrencilerin geleneksel kültürel köklerini kesmeleri sağlandı (Wolf Management, 1984, 275). 

Tez 12:
Cumhuriyet döneminin başlangıcında Türk sanatının en hızlı gelişen dalı edebiyat olmuştur.
Açıklama:
Bu konuda Kavcar (1983) şunları söylüyor: “Bu dönemde edebiyat, başta şiir, öykü ve mizah olmak üzere bütün türlerde büyük bir gelişme göstermiştir. Bu gelişme hem nicelik hem de nitelik bakımından söz konusudur.”
Edebiyat alanıyla yakından ilgilenen Atatürk verdiği direktifler ve düşünceleriyle MEB’na yol göstermiş; bir program geliştirmeci gibi edebiyat eğitiminin nasıl olması gerektiği konusunda uyarılarda bulunmuştur. Bu yüzden ilkokuldan üniversiteye kadar bütün kademelere ağırlıklı olarak Türk Dili, Edebiyat, Kompozisyon dersleri konmuş ve Türkçe eğitimine büyük önem verilmiştir.
Cumhuriyet sonrası Türk öyküsü, romanı, şiiri büyük canlılık kazanmış; çok çeşitli yazar çeşitli alanlarda başarılı eserler vermiştir. 

Sonuç:
Tarih boyunca insanoğlunun dili, dini, edebiyatı, eğitimi ve yaşayış biçimi arasında çok yakın ilişkiler olmuştur. İnsanların çevresindeki resmi eğitim kurumları onun ihtiyaçlarına yanıt veremez duruma geldiğinde, insan, insani sorularına yanıt bulmak için edebiyata sığınmış, ondan bir yanıt beklemiştir.
Türkler, tarih boyunca:I.İslam öncesinde, II.İslam etkisi altında, III.Cumhuriyet döneminde ve IV.Batı kültür çevrimi etkisi altında değişik kültürlerin etkisi altında kalmış, değişik eğitim biçimleri yaşamış , edebiyatı da bu kültür ve eğitim biçimlerinden etkilenmiştir. 

Eğitim ve edebiyatın insanın hayatından etkilendiği, gerçekçi olduğu dönemlerde edebiyat ve eğitim birbirine yaklaşmış; insanlar edebiyatı daha çok sevmişlerdir. İnsanın eğitimden tam nasibini almadığı dönemlerde, insanlar sözlü edebiyat ürünleriyle duyuşsal konulardaki eksikliklerini tamamlamaya çalışmışlardır. 

Kaynakça
Anday, Melih Cevdet . Yeni Tanrılar. İstanbul: Çağdaş yayınevi, 1975, 211.
Binbaşıoğlu, Cavit. Eğitim Düşüncesi Tarihi. Ankara: Binbaşıoğlu Yayınevi, 1982.
Göktürk, Akşit. Sözün Ötesi. İstanbul:İnkılap Kitapevi, 1989.
Kavcar, Cahit. Edebiyat ve Eğitim.Ankara: A.Ü.Eğt.Bil.Fak. Yay. No:119, 1982.
...................... Güzel Sanatlar Eğitimi. (İçinde) Cumhuriyet Döneminde Eğitiminde, Ankara:MEB, 1983, s.523.
Özdamar, Mustafa. İslam Geleneğinde Sivil Merasimler ve Doğumdan Ölüme Musiki. İstanbul:1997, 36.
Polatlar, Mehmet Kaan. İnsanlığın Atılım Çağları, İstanbul: Ceylan Yayıncılık, 1996.
Tekin, Mehmet. Türkistanl Evliya:Şair Hoca Ahmet Yesevi. İstanbul.1990.
Uyguner, Muzaffer. “Türkçeden Osmanlıca’ya-Türkiningilizceye”, Türk Dili dergisi, Sayı:43, Temmuz, 1994,
Wolf Management Engineering Company, Books as Tools for National Growth and Development. Washington D.C., 1965. 

 
Toplam blog
: 2579
: 848
Kayıt tarihi
: 24.10.10
 
 

Mesleğim eğitimcilik… Şimdi artık emekli bir vatandaşım… biraz şairlik, biraz hayalcilik, biraz s..