Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Haziran '17

 
Kategori
Haber
 

Eğnerli Musa Çavuş

Eğnerli Musa Çavuş
 

2007-İmamoğlu


 
Tabiat, Çukurova'da bir başkadır, Toroslarda bir başka güzel...
 
İmamoğlu'ndan Aladağ yoluna saptığımda saksağanlar, alakargalar, sakalar, karakargalar ,arılar, küçükkargalar, serçeler, ekinkargaları...inip kalkıyor, tombul ardıçlar bülbüllerle şen şakrak ötüşerek baharı müjdeliyordu...
 
Ovadan yaylaya çıkarken gördüğüm vadilere yerleşen dereler Akdeniz'e doğru yılankavi akarken önce otlayan inekleri, minareleri sonra damı düz evleri izleyerek o köye girdim.
 
Bir yörük kavaktan bastonlarıyla ayağını sürüyerek davarlarıyla yolu işgal etmiş, mecburen bekledim.
 
Mahalli radyodan sesi eğitilmemiş şarkı ilahi karışımı müzik... kapattım, aracımı park edip seslendim:
 
-Selamünaleyküm amca, Eğner Şelalesi'ne nasıl gidilir?
 
Esmer tenli , kirlice kır sakallıydı ihtiyar...gri kareli gömlek ve yörük motifli bereliydi. Sağa eğdiği başını omuzuna yaslayıp kalın mika gözlüğü altından kısık bakışla beni süzdü.
 
-Aleykümselam , danışıyok mu senle?..
 
Sorunun tekrarını bekledi.
 
-Eğner Şelalesi dedim, nerededir amca?
-Cihan gelir oraya, yaz gelirler , gış gelirler oraya, dedi.
 
Sohbet işte böyle başladı.
 
Gözünü bu yörede açmış, :"Bana Musa Çavuş derler!" dedi.
 
"Ne de güzel akar şelale, anamın gundağımızı yıgadığı, çimdiğimiz, suyunu içtiğimiz, davarları suladığımız cennet... Çevresinde az mı uyumuş idig. Gimsecikler bilmezdi o zamanlar burayı," diye de iç geçirdi.
 
Mevcut beş dişi arasından görünen heybetli dilini damağından çekip eteğindeki taşı dökmeye başladı.
 
Babası, anasının ifadesiyle "selvi boylu adam 'Kaç Kaç'ta' Fransızın kör gurşununa gurban olunca gara guru üç gardaşı, anası ve nenesi bir başlarına galmışlar."
 
Köylük yerde çocuk kolay büyür derler, bu laf hikâye tabii!
 
"Atadan miras üç dönüm arazi , birgaç davar, bir düzine davuk , cülük tek geçim kaynakları, bir de Eğner'de tutabildikleri kadar balık " varmış.
 
Keçiler yolu geçmiş, beyaz çiçekli 'murtlara' iştahla saldırıyordu. Musa ,bağırmaya , bastonunu sallamaya başladı, küfrü bastı. Öyle ya, gün olacak sapsarı minik murtları topalayıp -ihtimal , hambelez adıyla - satacaktı.
 
Davarlar ürktü, yeşillikler arasından süzülen dere kıyısındaki makilere yöneldi. Musa:
 
-Beyim, dedi...aha bu murt var ya, nezleye , amele , mide ağrısına , kaşıntıya bire bir deva, yaraya merhemdir.
 
Ben de o zaman Karaisalılara neden "Murtçu" denildiğini daha iyi anladım.
 
Bir sigara ikram ettim, teklifsizce aldı, mal bulmuş Mağribî gibi anlatmayı sürdürdü.
 
-Eğner'e hep gelirler, pek beğenirler Beyim, dedi. Suyu çok gürdür ha…buz gibimdir , cihan bilir burayı, cihan!
 
Yanımızda iki çocuk beliriverdi. Biri basma entarisi altına şalvar giymiş, naylon terlikli...saçları dağınık , burnu soyulmuş, teni güneş yanığıyla kaplıydı. Beni süzdü.
 
-Adın ne senin?
 
Öteki , sıska ayakları üzerinde zıplayıp sallanarak ve burnunu çekerek çokbilmiş havalarında lafa girdi. 
 
-Suna, dedi, "O Suna , ben de Durmuş, bacımdır o, değil mi dede ?"
 
Durmuş , Musa Çavuş’un can dostuymuş . Ona namaz vakitlerinde camiye kadar eşlik eder, sonra Suna'yı alıp hindilerle oynarlarmış. Babaları İstanbul'da gece bekçisiyken inşaatın malzemeleri çalınınca zan altında kalıp tutuklanmış, gelin de :"gınalı guzularını" terk etmiş.
 
Musa Çavuş içten bir şekilde dirseğimi dürttü,
 
-Hele bir çay içek Bey , dedi , Suna'ya seslendi,:"Çay suyunu goyuver kele! "
 
Çocuklar keçileri toparlarken itirazsız dar sokağı geçip sundurmaya oturduk. Yeşeren çimenler arasından fışkıran rutubetli toprak kokusu, orta yerde bakraçlar bulunan ağıl, ötede arsızca dallanan nar, üç beş yediveren limon, portakal , zeytin , iki ulu incir ve sundurmayı saran asmadan tomurcuklanmaya başlayan koruklarıyla Musa Çavuş'un toprak damlı malikhanesindeyim.
Baş döndürücü portakal çiçeği arıları seferber etmiş, sebzeler henüz çiçeklenmişti. Dev okaliptüs gölgesindeki zibilde tavuklar iştahla eşeleniyordu...
 
Suna,Trakya evlerinde de gördüğüm fırın önündeki ocağa, kararmış çaydanlığı sürdü.
 
Hoşbeş derken Musa yaşam hikâyesini sürdürdü.
 
-Güçükken gardaşlerim için çabaladım, şimdi de torunlarlayım. Bir bacım on altısında evlenip gitti. Reyhan ise ezmer güzeliydi, kimseyi peğenmedi, yetmişinde göçtü dünyadan. Biraderim Şefik güçük yaşta İstanbul'a gitti, gayveci çırahlığı sonra tayfalıh yaptı. Sonra Berlin'e gitmiş Alaman garıyla evlenmiş. Beyler gibi yaşamış . Beş yıl evveline neyim köye gelirlerdi...seve seve davuk , cülük keserdim, ama ondan bir Gavur cigarası bile nasip olmadı... bana mustağag!
 
Tam karşıda, eğri sarıçam tek başınaydı.
 
Musa :
-Misafire çay dög gızım!
 
Suna ikiletmedi, ok gibi fırladı!
 
-Gaç şeker gatayım emmi? 
-Ben şeker kullanmam , sağ ol!
 
Dilde yöresel farklılıklara "ağız" denilir. Yazında yazar TDK'nın önerilerine bağlı kalmaya çabalar. Bu, uyulması gereken buyruk, "İstanbul ağzıdır." Ama, Anadolu ağızları çok özeldir, kendine has rânâsıyla dinleyeni mest ederken entellektüeller tarafından kaba , kuralsız sözler olarak değerlendirilebilir. Ancak usta yazar, ne yapar eder, çaktırmadan yörenin "ağzını" yapıtına malzeme eder.
 
Şu yaşadıklarımı başkaları yazsaydı örneğin : Yaşar Kemal "Orta Direk'teki Meryemce," Fakir Baykurt "Tırpan'daki Uluguş Nine," Mahmut Makal "Bizim Köy'deki Mamıdefendi," ya da Talip Apaydın "Emmioğlu'ndaki Battal" gibi yazsalardı kuşkusuz okurlarına yerel dilin harika kokusundan, daha lezzetli sofra sunarlardı. Çünkü onlar köyü , köylüyü bizzat yaşadıkları için sözcükleri kâğıda gerçekçi yansıtanlardır.
 
Yaşar Kemal'in , Karacaoğlan'ın dizelerini Andırın'ın, Kadirli'nin köylerinde farklı kişilerle yaptığı sohbetleri görsel ya da işitsel araçlarla defalarca kayda aldığını -aldırdığını ; yapıtlarında bu ürünlerini kullandığını biliyorum . Böylece o, gerçeği tam olarak ortaya koyup, Anadolu'nun farklı lezzetlerini sergileyebilmiştir. Bu benim gibi geç vakitte yazanlara anı ve gözlemlerin mutlaka not alınması gerektiğini acı şekilde hissettiriyor.
 
Elbet benim de az çok duyduklarım var, ancak halkın dilini yansıtmaya çabalamış olmama karşın yine de yeterli ahengi kurmayı sağlayamam, bazı yerel sözcükler geneli kapsayamadığı için okurun zihninde eğreti durabilir. Çünkü ben köy havasını az tenefüs etmişim, kentte büyümüşüm.
 
 Mürekkebimin alaylı değil mektepli damladığının farkındayım.
 
Musa teklifsizce dertleşiyordu. Kim bilir onu dinleyen kaçıncı kişiydim? 
 
Daha önce de böyle birine tanık olmuştum.Rafet Topuz vardı... köy enstitüsü mezunu emekli müdür. Kasabaya yeni geleni görmesin , mutlaka peşine takılır, köprü başı, kıraathane, pazar yeri, düğün, sünnet demez, o yıl yaptıklarını yazdıklarını , gördüklerini, gezdiği yerleri, jest ve mimiklerini de katarak saatlerce yalı bülbülü gibi anlatır, mecburen dinletir, konuşturur, rahatlar giderdi. Rafet Öğretmen gazete ve dergilerde de yazar, yazdıklarını kendi cebinden posta ücreti ödeyerek dünyalara gönderirdi. Trakya'da okumuş kesimden olup da onu tanımayan hemen hemen yoktu.
 
Musa, arada bir sakallarını kaşıyor, alnına yerleşen çizgiler üzerine konan sinekleri elinin tersiyle kovup ha bire anlatıyordu.
 
Komutanı : "Üleşmek çoğalmaktır!" demiş, o da bunu şiar edinmiş.
 
Halinden yakınır gibi yapıp gizli bir övüngeçlikle anlatıyordu.
 
" Horlandım, hep beklenen insan oldum, ömrüm angarya işlerle sürüp, geçti ...almadan hep bir şeyler verdim ! Gardaşlarımı aç açık bırahmadım; anacığıma içtiği son suyu ben yetiştirdim. Esgerde adam gıtlığından olacak, beni onbaşı yapıp, seferberlikte çavuş" olarak geri çağırdılar, Almanlara karşı aç açıh bekledim. Zulamda sahladığım gavurgayı neferlerimle üleştim. Yazmayı esgerde öğrendim, o gün bugündür emzamı atıveririm."
 
Askerden sonra Antep’e gidip Fırat kıyısında fıstık toplarken "gara guru, güzel elli Elif''e " sevdalanmış.
 
-Güneş altında nasıl da dopluyordu mahsulü. Mavi oyalı paşörtüsünü nasıl da geniş alnına sarıyor ve belli etmeden gara gözleriyle nasıl da beni süzülüyordu... iressam çizemez güneş garası o gözlerin suretini. Catlamış ; öpülesi dudahlarında ciddiyet var idi. Dedim ki : olur mu olur, bu benim avradım olmalı!.. diyor.
 
O yaz düğünleri " pek de möhdeşem," olmuş, "cızgılı pantol, beyaz göynek bir de Paşa'nın gasketinden" almış. Çarığı yenilemiş , içine anacığının ördüğü beyaz yün çorabı giymiş. Elif'i de : "allı morlu fıstanı, paşörtüsünden sarkan sırma saçları , güneş garası gözleriyle ona ait olduğunu pelli "ediyormuş. Musa’dan : "birkaç sene böyükmüş emme, sankim yıllardır onu pekliyormuş . "
 
Anacığı da düğüne gelmiş. "Vahit, kıtlık vahtiydi. Hökümet mahsule el goyuyordu. Köycenek zor bela bir deneke yağ, bir çuval un tedarik edip Muhtar Mehmet Emmi'yle kız evine hadiye getirildi."
 
"Bana şimdi mapusdaki oğlanı veren gaşık duşmanını bıldır sakladık! Aha ötede, Eğner Şelalesi'nin oralardadır,kabri." dedi.
Elinin tersiyle belli belirsiz gözlerini sildi.
 
***
Eğner'in dar yolundaki ulu çamın gölgesine aracımı sıkıştırdım. Doğanın güzelliği karşısında çığlık atmaktan kendimi alıkoyamadım.
 
Eşorfmanımın paçasını kıvırdım...çoraplarımı çıkartarak enerjisini bedenime aktaran çime oturdum. Ayaklarımı karnıma çekip çenemi dizime yasladım . Gözlerim suya kilitli, kekik kokusunu doyasıya sindirdim.
 
Meyilli arazide köpürerek akan pınardan sıçrayan minicik damlacıklar güneşle oynaşıp milyonlarca renge ayrılarak tenime yapışıyor, çalı kuşlarının, arap bülbüllerinin, sakaların, çırçırların ,ardıç kuşlarının ve çağlayan suların yazılması mümkün olmayan bu tanrısal notası içime işliyordu.
 
Ne kadar geçti bilmiyorum, acıkmıştım ; kalktım, aracımdaki piknik malzemelerini ortaya taşıdım. "İyi, çay pek soğumamış!", dedim, termostan bir bardak doldurdum.
 
Sonra nevaleyi çimene serme vakti; marul, hıyar, domates,taze soğan, biraz soğuk et, ekmek...-hele ki burada -meysiz olmaz tabii ki...
 
Bu basit fakat içten ziyafet bana kendimi çok huzurlu hisettirirken başlayan davetsiz sağanaktan dolayı toparlanıp sahipsiz olduğunu düşündüğüm bir barakaya sığındım.
 
Köşedeki ocağın külünü eşeleyip kömür parçacıklarını ortaya topladım .Yanlarına kurumuş çam yaprakları, birkaç kuru dalla besleyip üfleyerek tutuşturdum. Canlanan ateşe maşayı yatırıp üzerine bir iki dilim ekmek ve ikiye ayırdığım soğanı koyup kızarttım. Kızaran ekmeğe soğanı iyice yedirdim.
 
Hava karardı kararacak ; çam ateşi, soğan, ekmek yanığı kokularıyla şelale sesine karışan şıpır şıpır yağmurla gök gürlemeleri ve zihnimden yıldırım süratiyle geçen özlemlerim bu yazımı tamamlayan erzaklarımdı.
 
***
 
Yedigöze Barajı'nın yapıldığını öğrenince dünya başıma yıkıldı. Bu tabiata da nihayet modern (!) kıran girmiş!
 
Ne çamlar kalmış, ne çağlayanlar...ne Eğner kalmış, ne de Musa Çavuşların âlemiyle güneş karası gözlü Eliflerin kabri kalmış o sahte deryada .
 
Fotoğraf "2007 " & Deneme 
M.Selçuk Gazioğlu
21.06.2017
 
 
Toplam blog
: 40
: 956
Kayıt tarihi
: 30.06.06
 
 

Yüreğinize ulaşabilmek ,duygularımı ,deneme , anı , şiir  ve fotoğraflarımı paylaşmak istiyorum ...