Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Eylül '09

 
Kategori
Tarih
 

Egosuna yenik düşen bir uygarlık: Atlantis

Egosuna yenik düşen bir uygarlık: Atlantis
 

Atlantis için çağlardan beri hep “var mı, yok mu?” tartışması yaşandı. Biz ise, onun varlığını kabul edip, insanlarının yaptıkları hatalara ve bu hataların bugünün Dünya’sını etkilemesine bir göz attık. Varlığına inanıp, inanmamak size kalmış…

ATLANTİS BUGÜNKÜ DÜNYAYI NASIL ETKİLİYOR ?

Tarihin kadim zamanlarında büyük bir uygarlık vardı. İnsanlığın ulaşmış olduğu en yüksek uygarlık seviyesine ulaşmış olan bu uygarlığın adı, "Mu" Uygarlığıydı. Mu’nun çevresi de yavru uygarlıklarla çevriliydi.

Bu yavru uygarlıklardan biri de Atlantis Uygarlığıydı. Bugün, her iki uygarlık hakkında "efsanevi" tanımlaması yapılıyor olsa da onların varlıkları bilimsel araştırmalar ve arkeolojik bulgularla her geçen gün biraz daha gerçeklik kazanıyor.

Onların varlığına kanıt arayanlar için bir kaç örnek verebiliriz: Eflatun, Atlantis’le ilgili ilk yazdığı eseri Timea (Timaios) ve daha sonra MÖ.345 yılında "Kritias"ı yazdığı zaman kaynak olarak M.Ö.7. yy’da yaşamış atası politikacı Solon'u gösteriyordu. Solon M.Ö 590'da Mısır'a gitmiş ve Mısırlı rahiplerden kadim bilgiler edinmişti. Bu bilgiler Atlatis'de yaşam şeklinin yanı sıra Mısır Uygarlığı'nın köklerinin Mu ve Atlantis'e dayalı olduğuna ilişkindi. Bu büyük ada ülke Solon’un anlatımlarına göre, Solon’un doğumundan 9 bin sene önce çok güçlü bir krallıktı ve buradan gelen işgalci kabileler, Akdeniz kıyısındaki tüm ülkelere yayılmışlardı.Ve Solon rahiplerden bir şey daha öğrenmişti; uzun yıllar boyu Mısır'ın batı ülkeleriyle bağlantısının kesilmiş olduğunu. Bunun nedeni Atlantis'in deprem ve su taşkınları sonucu batmasının ardından, Atlantik Okyanusu'nun, Atlantis'in varolduğu kabul edilen bölgesinde, denizin bir çamur ve yosun tabakasıyla geçit vermez oluşuydu. Bu durum başka tarihçiler tarafından da anlatılır.

Rusya’da St. Petesburg Müzesi’nde bulunan ve bilinen en eski papirüslerden olan bir papirüsde ise, İkinci Hanedan Firavunlarından Sent’in, onlara bilgeliği getiren atalarının, anavatanlarını araştırmak üzere bir araştırma grubunu Atlantik Okyanusu’na gönderdiği yazılıdır.

Arkeolojik açıdan bu konuya ilişkin önemli bulgular ise, Eski Truva'da Dr. Schliemann tarafından bulunan ve ithaf yazısında "Atlantis Kralı Kronos”dan yazılı “Baykuşlu Vazo” ve yine üzerinde aynı yazı bulunan”Kuş Sfenksi”dir. Kanıt olarak; çözülmüş Naacal Tabletleri'ndeki anlatımlar, Mısır Uygarlığı'nın hiyerogliflerinden elde edilen bilgiler, Maya yazıtları, efsaneleri, ilahileri de gösterilebilir. Jeolojik kanıtlar ise, Kuzey Atlantik Okyanusu'nun dibi ya da yatağının biçimidir. Buradaki veriler, "bölgesel çökmeye" işaret etmektedir. Bugünkü teknolojiyle, Kuzey Atlantik bölgesinde Atlantis'in haritası da çıkarılmıştır.

Jeolojik olarak da kabul edilen diğer kanıtlar ise şöyle sıralanabilir: Amazon Denizi'nin yok oluşu, Missisippi Vadisi'nin kuruması, St. Lawrence Vadisi'nin kuruması, Florida'nın ortaya çıkışı, Kuzey Amerika Atlantik kıyı hattının genel olarak genişlemesi…

Bunların hepsi de büyük bir kütlenin denize batması ve batma nedeniyle deniz dibinde oluşan büyük çukura çevre suların dolmasını kanıtlar niteliktedir. Ayrıca jeologlar, Brest ile A.B.D.’nin kuzeyi arasındaki alanda 15 bin yıl öncesine ait açık havada katılaşmış olan lav parçaları keşfetmişlerdir. Atlantis'in, efsane mi, gerçek mi olduğu, Rönasans döneminde de kafaları en çok meşgul eden sorulardan biri durumundaydı. Özellikle 17. ve 18 yy’da bu tartışmalar oldukça yoğunluk kazanmıştı.

Atlantis, Dünya Edebiyatı’nın devleri tarafından da tartışmıştı. Bu tartışmaların sonucunda onun varlığına tüm kalpleriyle inanan yazarlar; Montaigne, Bafflon ve Voltaire olmuşlardı.

Atlantis vardı ve battı? Peki neden? Nedeni çok basit, sadece küçücük bir kelime; “ego”...

Bugünkü, biz Dünya çocuklarına ne kadar da yakın gelen bir sözcük değil mi? Hemen hemen tümümüzün içini kemiren, bizi olmadık yollara, aşklara, yaşamlara ve hırslara sürükleyen, o çoklukla kontrol edemediğimiz yönümüz, içimizdeki yaramaz çocuk ego...

Peki Atlantislileri, bu ego'nun en uçlarına sürükleyen ve onları yok oluşa götüren nedenler nelerdi? Aslında bu nedenler bugün yaşadıklarımızdan hiç de farklı değillerdi?

İnsanları, geçmişte toplu yok oluşlara götüren hatalar günümüzde hala tüm hızıyla devam ediyor? Peki devam etmek zorunda mı? Bu sorunun yanıtı tabii ki "Hayır"... Şimdi, bu "Hayır"ı gerçekleştirmek için Atlantis'in tarihine bir göz atalım...

(Aşağıdaki bilgiler Eflatun'un “Kritias”, Akaşa Yayınları'nın “Galaktik İnsan”, Ruh ve Madde Yayınları'nın "Kahin" isimli kitabında Edgar Cayce'nin, 1000’e yakın kişiye yaptığı -önceki yaşamlara döndürme seansları- sırasındaki Atlantis dönemine ilişkin okumalarından elde edilmiştir).

Dünya'nın unutulmuş tarihinin önemli bir bölümünde, Dünya üzerindeki hakimiyet dinozorumsu ve sürüngenimsi ırkın kurmuş olduğu uygarlıklardaydı. Bu ırklar bugünkü Dünya insanlarıyla kıyaslanacak olurlarsa üstün bir zekaya sahiptiler. Ama kötü bir yanları vardı, kendileri dışındaki fiziksel varlıklara yaşam hakkı tanımıyorlardı. Bu nedenle, 900 bin yıl kadar önce, o dönemlerde karada yaşayan, memeli deniz öncelleri dediğimiz varlıkların ( yunuslar ve balinalar) ve Dünya Spiritüel Hiyerarşisi'nin de desteği ile Dünya'dan yok edildiler. Ve bu yok edilişten bir süre sonra Dünya'da insan ırkı var olmaya başladı. Dünya insanları ilk kolonilerini, Pasifik Okyanusu üzerinde bulunan, Lemurya Kıtası (MU) denilen yerde kurdular. İnsanın beş ırkının bu kıtada yaratıldığı ve sonraları Dünya’ya yayıldıkları söylenir. İlk koloninin kurucuları olan bu insanlar, hayatın tüm düzeylerinde demokratik ilkelerin geçerli olduğu bir Lyra/Sirius uygarlığı oluşturdular. Sonraki 850.000 yıl boyunca Lemuryalılar bir dizi yavru imparatorluklar kurarak Dünya’ya yayılmaya başladılar. Bu yavru imparatorlukların en önemlisi, Atlantik Okyanusu'nun ortasında bulunan kocaman bir ada olan Atlantis idi.

Atlantis'in batısında Kuzey ve Orta Amerika, doğusunda ise Avrupa ve Kuzeybatı Afrika yer alıyordu. Yüzölçümü bugünkü, Avrupa ve Rusya’nın birleşik yüz ölçümlerine eşitti. Poseidon, Atlantis'in kurucusuydu. Atlantisliler, babaları olduğunu kabul ettikleri Poseidon için bir tapınak yapmışlardı. Her beş ve her altı yılda bir insanlar burada toplanır ve boğalar kurban ederek tapınağın sütünlarına işlenmiş kutsal yazılara riaet için yemin ederlerdi.

Atlantisliler topraktan gelmiş insanlardan, Euenor'un kızı Kleito'yu anneleri olarak kabul ederlerdi. İnsanları; kültüre, bilime, sanata oldukça düşkündüler. Kibar insanlardı. Atlantis’de çoğunluk kızıl ırktaydı. Yönetim şekli ise, sosyalist eğilimli bir monarşiydi. Toplumda din adamlarının sayısı hayli fazlaydı. Din adamları, o devrin en bilgili kadın ve erkekleriydiler. Hekimlik, vicdani ahlaki değerlerin danışmanı olarak görev yapıyorlardı. Atlantis varolduğu dönem boyunca üç imparatorluk dönemine ayrılmıştı.

“Galaktik İnsan” Kitabı'nda Atlantis'in yükselişini ve düşüşünü incelerken şöyle bir anlatıma yer veriliyor; "Atlantis'in tarihinin üç imparatorluğa ayrıldığını görürüz. İlk tarihi dilime “Eski İmparatorluk “denir (M.Ö 400.000 yıldan 25.000 yıla kadar uzanır) Eski İmparatorluk, Lemurya ile aynı zamanlarda var oldu ve nihayet Lemurya'nın yıkımını planladı. İkinci tarihi dilime, “Orta İmparatorluk” denir (M. Ö 25.000 yıldan 15.000 yıla kadar uzanır) ve o, Dünya Gezegeni’nin ilk gerçek hiyerarşik yönetimine sahne olmuştur. Son tarihi devreye ise “Yeni İmparatorluk” denir. O Atlantis tarihinin son 5000 yılını kapsayan nihayi çatışma ve yıkımın öyküsünü içerir (MÖ. 15.000 yıldan 5000 yıla dek uzanır).

“Santesson kitabında ise Atlantis’deki yaşam, Eflatun’un yazdıklarından yola çıkarak, Atlantis’i şöyle tasvir edilir; “Atlas soyundan gelenler, Atlantis’e hakim olmayı sürdürdüler. On bölge yöneticisi, birbirlerinden sadece askeri işlerle ilgili ayrıntılar bakımından ayrılıyorlardı. Atlantis krallarının her biri kendi ülkesinde hükümdardı, ama hepsi merkezi adadaki Poseydon Mabedi’nde dikili, Orişalk’tan yapılmış bir sütüna, ilk on kral tarafından kazılmış bir işarete itaat ederlerdi. Atlant krallarının ilk yasası, birbirlerine karşı silah kullanmamak, hücuma uğramaları halinde birbirlerine yardım etmekti.

Atlantis’in doğal kaynakları sanki sınırsızdı. Kıymetli madenler çıkarılıyor, kokulu bitkilerden, kokulu özler damıtılıyordu. Köprü ve kanal ağı, ülkenin çeşitli bölgelerini birleştiriyordu. Kıtanın altında bulunan taş ocaklarından çıkarılan beyaz, siyah ve kırmızı taşlar, evlerin ve sair yapıların yapımında kullanılıyordu. Her bir araziyi çevreleyen duvarlar yapıyorlar, bu dış duvarları bakırla kaplarken, şehri tahkim eden iç duvarları orşalk, orta duvarları ise kalayla kaplıyorlardı. Merkezi adada kurulu şehirde saraylar, mabetler ve halka ait diğer binalar kurulmuştu. Merkezde altın bir duvarla kuşatılmış bir mabed bulunuyordu. Bu mabed, Kleyto ile Poseydon’a adanmıştı… Bahçe ve koruluklarda sıcak su kaynakları akıyordu. Çeşitli tanrılara adanmış birçok mabet, insan ve hayvanlar için arenalar, hamamlar ve bir hipodrom vardı. Pek büyük limanlardan kalkan gemiler, Dünya’nın her yerine gidiyordu. Bölge halkının nüfusu o kadar yoğundu ki her yerde sesleri işitiliyordu. Merkezi şehrin etrafında, sarp yükseklik ve güzelliklerinden dolayı ünlü dağların koruduğu çok geniş bir ova uzanıyordu. Ovada senede iki kez hasat yapılıyordu.

Bu büyük imparatorluk Helen Devletleri’ne en kudretli ve şanlı oldukları bir devirde hücum etti. Ve böylece bilgelik ve biat yolundan saptı. Ölçüsüz alanlara sahip olan Atlantis kralları, tüm Dünya’yı zapt etmek azmindeydiler.” Bundan sonraki bölüm, “Kritias”ın orjinalinde şöyle devam ediyor; “Zeus, İşte o zaman bir vakitler erdemli olan bu soyun bahtsızlığını farkederek, onların aklını başına getirmek, onları uslandırmak için cezalandırmaya karar verdi. Bütün tanrıları, evren’in ortasında kurulu ve oradan durmadan değişen her şeyi gören en kutsal evinde bir araya topladı; onlara dedi ki…” Eflatun’un “Kritias”I burada sona eriyor. Sonrası malum…

ATLANTİS’İ TUFANLARA UĞRATANLAR:

KİMYASAL SİLAHLAR VE ŞİDDET

Atlantis batışından önce üç kez tufana uğramıştır. Edgar Cayce’nin okumalarına göre, bu tufanlar günümüzden; 50 bin, 28 bin ve10.600 yıl kadar önce gerçekleşmiştir. Bu tufanların nedenlerini incelediğimiz de günümüzle ne kadar da özdeş olduklarını tüm gerçekliğiyle görüyoruz. İlk tufanın nedenine baktığımızda günümüzde de sıklıkla kullanılmakta olan kimyasal maddeleri ve silahları görüyoruz. Bu maddelerin ilk kez yoğun olarak kullanılmasının öyküsü ise şöyle; M.Ö. 50200 yılında etobur, iri cüsseli hayvanlar, insanlar için büyük sorun oluşturmaya başlayınca, Dünya’nın beş ulusundan gelen, beş ırkın temsilcileri bir araya geldiler. Topraktaki ve havadaki unsurlarda bulunan güçlü kimyasal enerjileri hayvanlara karşı kullanmak için karar birliğine vardılar. Bu kararların sonucunda hayvanların yaşadıkları mağaralara ve bölgelere çok büyük miktarlarda kimyasal maddeler, gazlar verildi. Bilinçsizce kullanılan bu kimyasal maddeler ve güçlü patlayıcılar doğanın dengesini bozdu. Verilen gazlar, halen soğumakta olan yerkürede volkanik patlamalara, zelzelelere ve Atlantis’in ilk tufanını yaşamasına yol açtı. Bu maddeler size de tanık geliyor mu???

Atlantis de uzun yıllar boyunca toplumsal olarak da karışıklıklar yaşandı. Toplum yönetiminde hakim olan ve Işığı temsil eden, Bir’in Oğulları; bir tanrı, bir din, bir eş kurallarını toplumda yerleştirmeye çalışırlarken, Karanlığı temsil eden, Belial Oğulları’nın, bu kurallar hiç işlerine gelmiyordu. Onlar toplumsal normları hiç sayıyor, insan hakları konusunda ise kayıtsız kalıyorlardı. Maddesel, sefahata eğilimli, şiddete dayalı bir hayat biçimi ve anlayışları vardı. Toplum hayatında bu iki grubun anlaşmazlığı gittikçe artıyor, bu da iç savaşlara ve huzursuzluklara neden oluyordu. Belial Oğulları’nın bedene bağlı, materyalist yaşam biçimleri bazı Bir’in oğullarına da cazip geliyor ve onların tarafına geçmelerine neden oluyordu. Belial Oğulları, bugün Dünya üzerindeki hakim güçlere baktığımızda, sizce de bildik birilerini anımsatmıyorlar mı???


GÜCÜ YANLIŞ AMAÇLARLA KULLANDILAR

Atlantis’teki ikinci tufan ise M.Ö. 28.000’e doğru gerçekleşti. Bu tufanın öyküsü ise şöyle anlatılır; Atlantisliler ilk tufanın şokunu atlattıktan sonra hızlı bir toparlanış dönemi geçirdiler. Atlantis’in ikinci döneminde Atlantisliler, elektrik ve elektronik alanında önemli buluşlar yaptılar ve büyük gelişmeler gösterdiler. Uranyumdan elde edilen atom enerjisini taşımacılıkta kullanıyorlardı.Laser gibi her türlü ışıklı şualar keşfetmişlerdi. Ölüm şuası da bu gruba dahildi. Sıvı hava, sıkıştırılmış hava, kaucuk ve bugün henüz bilinmeyen bakır, aliminyum ve uranyumdan meydana gelen madeni alaşımlar kullanılıyordu. Asansör, telefon, radyo, TV yaygındı. En önemli bilimsel başarıları ise güneş enerjisine hakim olmalarıydı. Bu gücü denetim altında tutan merkeze, Tuaoil Taşı veya Ateş Taşı adını veriyorlardı. Bu dönemde insan bedeni, kristallerden çıkan şuaların hafifletilmiş bir uygulaması ile gençleştirilebiliyordu. Bununla berebar “Ateş Taşı” yıkıcı amaçlarla işkence ve ağır cezaların yerine getirilmesinde de kullanılıyordu. Bu merkezin kuvvetinin, çok ileri bir düzeye ulaştığı bir zamanda yapılan bir hata, şuanın elektrik güçleriyle birleşerek toprağın bağrında birçok yangının çıkarmasına yol açtı ve volkanik patlamalar meydana geldi. Güç kaynaklarının bilinçsiz ve kötü kullanımının bugünün Dünyası için de yok oluşu getireceği çoğumuzun kabul ettiği bir gerçek değil mi???

GENLERLE OYNADILAR

Atlantislilerin hatalarından birisi de, “gen”lerle oynamaları olmuştur. Belial Oğulları’nın etkisi altındaki, Atlantislilerin yaptıkları, bugünün dünya insanlarını genetik bakımdan indirgenmiş ve mutasyana uğratılmış durumda da bırakmıştır.

Nedir bu genetik bakımdan indirgenmiş ve mutasyona uğratılmış olmak? Yapılan işlem, bugünün gen mühendislerinin üzerinde çalıştıkları yöntemlere çok benzer. Sadece Atlantisliler bu işlemi yaparken, hayvan türleriyle yetinmemişler, insanlar üzerinde de denemeler yapmışlar daha da ileri giderek insan ve hayvan karışımı yaratıklar meydana getirmişlerdi.

Atlantisliler, yaratıkları bu yaratıkları, köle olarak en ağır işlerde kullanıyorlardı.

İnsanların önceleri daha büyük olan kafa yapısını küçültenlerde yine Atlantisliler oldu.

Atlantislilerin hırsı sınır tanımıyordu. Yaptıklarıyla yetinmeyip, insanlarda önceleri 12 sarmallı olan DNA yapısını, 2 sarmala indirdiler. Öfke, korkular, şiddet eğilimi, telepati yeteneğimizin azalması gibi olumsuz durumlar insan ırkından bu sarmalların çalınması sonucu oluştu. Ve bizler günümüzde bu hırsızlığın bedelini hala yaşamlarımızda ödüyoruz. Peki bugünün dünyasında yapılan genetik çalışmalar, acaba onların geleceği nereye doğru gidiyor???

KENDİLERİNİ TANRIYLA EŞ KOŞTULAR VE ACIMASIZLAŞTILAR

Atlantisliler, zamanla, yaptıkları yaratım ve genlerle oynama çalışmalarını öylesine abattılar ve Dünya’ya hakim olma istekleri öylesi bir boyuta geldi ki, bir anlamda kendilerini, Allah, Tanrı, Yaradan, Ogan, Kutsal Beyaz Işık gibi birçok isimle anılan "Büyük Yaratıcı Güç"le eş görmeye başladılar. Çünkü onlar “yaratmanın” sırrına erdiklerini düşünüyorlar ve "Büyük Yaratıcı Güce” ihtiyaçları olmadığını iddia ediyorlardı.

İşi iyice ileriye götürüp başta Alpha Centauri ve Pleiades kökenli ve Dünya Spiritüel Hiyerarşisi tarafından dışlanan "asiler" denilen gruplarla ittifak içine girdiler. Öte yandan, Dünya’daki askeri gücün büyük bölümüne sahip olma istekleri onları Ana imparatorluk “Lemurya”yı yok etme düşüncesine kadar götürdü. Çünkü Lemurya’da tıpkı, Atlantis gibi egosunu ön plana almış, Dünya üzerinde hakimiyetini sürdürmek isteyen bir konumdaydı ve Atlantis’in, Dünya’ya hakim olma yönündeki amacına engel teşkil ediyordu.

O tarihlerde Dünya’nın iki tane ayı vardı. Atlantisliler, uzaylı asilerle yaptıkları ittifaktan da güç bularak, bu aylardan birini kullanmaya ve Lemurya’yı yok etmeye karar verdiler.

Şimdiki Dünya ayının, dörtte üçü büyüklüğündeki ayı spiral çizen bir yörüngeye soktular. Uzay gemileri, çekme ışınlarını kullanarak, Dünya’nın aylarından birini Lagranj

(kritik kütle konumu) noktasına yaklaştırdılar. Uzay gemileri parçacık ışın silahlarını ateşleyerek ayı, otam Lagranj noktasına girmeden önce parçaladılar ve ay parçalarının oluşturduğu meteor sağanağı, Lemurya’yı ve kıtayı suyun üzerinde tutan gaz odalarını parçaladı.

Böylece Lemurya, okyanusun derinliklerine, büyük depremler, su baskınları ve üzerinde yaşayan binlerce insanla birlikte battı. Hırs ve gücün bilinçsizce kullanılmasının getireceği sonuçlar bugünün ülkelerinin, kıtalarının da sonu olamaz mı sizce???

YERKÜRE’NİN DENGESİNI BOZDULAR
Atlantislilerin bu uzaylı asi gruplarla iş birliği, Dünya'ya savaşı getirdi. Bu dönemde Atlantislilerin Dünya’ya hakim olma istekleri ve kendilerini “Yüce Yaratıcı”yla eş koşma kibirleri çok daha uç boyutlara geldi. Yaratıcı güce sırtlarını döndüler. Tapınaklarda insanlar kurban edilmeye başlandı. Doğa güçlerini kötüye kullanıyorlardı. Güneş prizmalarının işkence ve ceza amaçlı kullanımı öylesine artmıştı ki halk bunlara “Korkunç Kristaller” adını vermişti. İnsani değerlere hiç saygı kalmamıştı. Askeri üstünlük için, yerküreyi onların değimiyle, “Leydi Gaia”yı dengelemek amacıyla kullanılan Maldek ayını kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya başladılar. Bu kullanım Dünya’ya isyanları ve kaos dolu günleri getirdi. Engizisyon ve işkence dönemi başladı. “Yü” gibi, Lemurya’nın yavru imparatorlukları Atlantislilerin zulmünden kaçmak için Himalayalar’a oradan da yerin altına sığınarak, bugün Agarta veya Şambala denilen 5. boyutsal bir uygarlık kurdular. (bu konuya ilişkin farklı bilgilerde mevcuttur).

O günlerde, Bir’in Oğulları insanları uyarıyor, doğruya çekmeye var güçleriyle uğraşıyorlardı. Ama Belial Oğulları’nın insanlara, zaaflarına yönelik sundukları olanaklar her geçen gün Atlantisli insanların, Karanlığın temsicileri, Belial Oğulları’nın tarafına daha fazla yönelmesine neden oluyordu. Belial Oğulları ve Bir’in Oğulları arasındaki savaşlar öyle bir duruma geldi ki kristal tapınaklara saldırılar sonucu, Dünya’nın iklimini dengede tutan gök kubbelerde önemli boyutta çatlamalar meydana geldi. İşte bu çatlamalar Atlantis’in sonunu hazırladı. Dev ada büyük bir tufanla karşı karşıya kaldı. Depremler, sağanak yağışlar, volkanik patlamalar sonucu, Atlantis’in batışı gerçekleşti.

Atlantis’in ilk olarak 11.500 yıl önce bir dip yükseltisi oluşturarak battığı, daha sonra bu günkü seviyesine indiği anlatılır.. Bermuda Şeytan Üçgeni’nin de Atlantis’in batması sonucu oluşan boyutlar arası bir geçiş kapısı olduğu söylenir.

RUHSAL DÜŞÜŞE NEDEN OLDULAR
Eflatun, Kritias’ı, “Zeus dedi ki…” diye bitirmişti…Onun Zeus olarak nitelendirdiği, bizim Allah dediğimiz o “Yüce Yaratıcı Güç” belli ki tufan emri vermişti. Yahudi ve Hıristiyan metinlerinde, Atlantis’in sulara gömülüşü “insanın düşüşü olarak” ele alınır. Çünkü Atlantisliler yaptıkları hatalar nedeniyle insan ırkının, spiritüel olarak düşmesine neden olmuşlardır.

Bu gün isimler farklı olsa da zulme uğrayan, sürülen halklar ve Dünya üzerinde güç ve iktidar hırsı içinde olan ülkelerin yaptıkları bu anlatılanlarla ne kadar da çok benzerlik gösteriyor değil mi?

Bugün de Dünya’da gücü elde etmek amacıyla üretilen nükleer silahların, denemeleri sonucunda ozon tabakası delinmiyor mu? Kutuplardaki buzlar, eko dengenin bozulması nedeniyle eriyor ve bu durum Dünya’yı sular altında bırakma tehlikesini beraberinde getirmiyor mu?

Vücutlar kimyasal maddelere kanserle karşılık vermiyor mu? Biyolojik denemelerin kötü amaçlarla kullanılması daha önce adını bile bilmediğimiz hastalıkların bizlere bulaşmasına neden olmuyor mu?

Ve genler üzerinde yapılan denemeler; melez hayvanların yaratılması, hayvan ve insanların kopyalanması bunlar acaba gelecekte ne ölçüde olumlu şekilde kullanılacak?

“Tarih iyi bir öğretmendir” diyenler yanılıyor olamazlar. Bugünün hatalarının yaratacağı sonuçları, dünün Dünyası’na bakarak anlamak olası…

Atlantislilerin başına gelenler ve bugünün Dünya insanlarının başına gelmesi muhtemel olanlar… Aslında bunların yaşanmaması yine insanların elinde… Dünya insanlarına, Ona her ne ad veriyorsanız biz yazımızda “Büyük Yaratıcı Güç” olarak niteledik, O Büyük Yaratıcı Güç’ten büyük bir sevgi ve ışık yağmaktadır. Bu, peygamlerler, melekler, başmelekler, yükselmiş üstadlar, mesih enerjisi, Beyaz Yıldız enerjisi gibi isimlerle adlandırılan birçok kanalla bizlere ulaşmaktadır.

Bu ışığın amacı, bizleri yeniden ilk varoluşumuzdaki düzeye “Galaktik İnsan” bilincine ulaştırmaktır. Yani sevgi dolu, egosunu aşmış, bilge, yükselmiş varlıklara dönüşmemiz istenmektedir.

Burada bize düşen görev içimizdeki sevgiyi, birliği, iyiliği keşfedip mümkün olduğunca egomuzdan sıyrılarak yaşamaya çalışmamızdır. Yaptıklarımızın sonucunu görerek yapmamız, çıkar savaşlarından, şiddetten, maddi çıkarlarımızdan mümkün olduğunca vazgeçerek yaşamamızdır.

Yapmamız gereken hem çok kolay hem çok zor... Parola “Egondan sıyrıl !”…

Okuduklarınız size bir masal veya bilim kurgu öyküsü gibi gelebilir. Ama masal ama gerçek. Ne farkeder? Anlatılan öykü, egosuna yenik düşen, kibrin sınırlarını zorlayan, insan ırkının üzerinde haddini bilmezcesine tahakküm kurmaya çalışan bir uygarlığın öyküsüdür… “Gerçek mi, değil mi ?” diye merak ediyorsanız, yanıtını kalbinize sorun. O size daima doğru olanı söyleyecektir…

Özlem Süyev- “Özden Gelen” Kitabı’ndan alıntıdır.

 

 

Özlem Süyev şiirleri: http://www.antoloji.com/siir/sair/sair.asp?sair=45996

Özlem Süyev Anne Dayanışma Evi: http://adevi.sitemynet.com/

 
Toplam blog
: 65
: 722
Kayıt tarihi
: 18.07.09
 
 

Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo- Televizyon Bölümü'nü bitirdi. 1987 yılından bu yan..