Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

21 Aralık '09

 
Kategori
İzmir
 

EKYAZ'dan "Kadın ve Kimlik"

EKYAZ'dan "Kadın ve Kimlik"
 

Geçen hafta, Konak Belediyesi Prof. Dr. Türkan Saylan Alsancak Kültür Sanat Merkezi'nde Egeli Kadın Yazarlar Platformu'nun bir etkinliği vardı. Platform'dan sevgili arkadaşım Esma Zafer Ertan'ın konuşmasını dinlemek için bildirilen saatte Benal Nevzat Toplantı Salonu'ndaydım. Konuşmanın konusu, içinden bir saatte çıkılabilecek gibi değildi ama Zafer hem araştırmacı yanı, hem yazar yanının duyarlılığı ile "Kadın ve Kimlik" adlı çalışmasını önemli ara başlıklar altında da irdeleyip güzel bir anlatımla paylaştı.

Zafer, konuşmasına Esmeray'ın askerdeki eşine "azıcık" sitem eden şarkısının sözleriyle başladı: “Koca Öküz, Sarı Dana nasibin almış / Mektubunda söz etmedik bir yârin kalmış"... Peki tezkere gelse ne değişecek? Nâzım Hikmet'in "Sofradaki yeri öküzümüzden sonra gelen" itirafıyla Anadolu'muzu düşündüm: 21. yüzyılda bile sofradaki yeri öküzden sonra gelebilen kadınların yaşadığı bir coğrafyada bulunuyoruz. "Ötekileşmek", "berikileşmek" sözünü bu sofraya bakıp da nasıl söylemeyiz!.. Bu yüzyılda "töre cinayeti" (nasıl bir "töre" ise -bu cici sözcüğün- bizdeki anlamı "ekinimizde toplumumuza yerleşmiş, benimsenmiş gelenek, görenek, alışkanlıklar toplamından oluşan yaşam biçimi")'nin kurbanı dişi kişidir; bu sofradaki dişinin adına başkaları karar verir, kişiliksizleştirilir, karşılıksız hizmet ettirilir, çocuk doğurtturulur ve zaten eşya imişçesine davranılır.

Sofranın çevresi çok kalabalıktır. Bir zaman gelir, kalabalık sığmaz olur; sofra büyür, büyür; kalabalık da büyür. Sofranın ortasındaki çorbaya uzanmak zorlaşır, ulaşıncaya dek zaten soğumakta ya da son damlasına dek tükenmektedir. Et, ekmek, sebze kapışılıp çabucak bitmektedir. Ya aç ya da tıka basa doyarak kalkanlar olur bu sofranın başından. Çocuğunu doyuran, kocasına yemek pişiren, sofrayı kuran kaldıran, hizmette kusur etmeyip evde, tarlada koşuşturan "hatun kişi"dir... Bu, eğer kırsalın tablosu ise, arkadaşlarıyla üç beş laf edip masasına çay ısmarlayacak bir kahvehanesi yoktur kadının; "er kişi" gelir oturur o kahvelerde. Sanayi toplumuna karışmış, endüstriyel üretime kentte, kasabada katılmış kadın ise mesaisi bitince en çok akşam yemeklik alışverişini yaparak evin yolunu tutar. Sofrayı kuracaktır ya!

Bana kalsaydı, "Biz Neyiz?" diyebilirdim. Zafer, o zor soruyu kibarca sordu ortalığa: "Biz Kimiz? Hangi tarihsel süreçlerden geçmişiz? Erkeklerle hiç mi eşit olmamışız?" Ben kendimi tutamıyorum ki, soruların gerisini getireyim: Ara sıra eşit olmuş muyuz? Kimilerimiz eşit olmuş da bu bir şans, kader, kısmet işi mi, yoksa lütuf mu? Havva, Âdem'in kaburgasından mı çıkmış? Ne ezici bir söylencedir bu!.. Ben arkadaşımın konuşmasına koşut tam bunları içimden konuşurken çok güzel bir saptamada bulundu: "Doğduğumuz andan başlayarak kuşaktan kuşağa aktarılan özellikleri içselleştirerek 'kadın' olmayı öğreniyoruz, arkadaşlar. Binyıllardır alıştığımız gerçekler var. Çokça öne çıkamama, başkalarını kendimizden çok düşünme, kendimiz için bir şey isteyememe gibi... Doğal olarak böyle bir cenderede kişiliğimiz kısıtlanıyor, bizi başarıdan korkan, özgüveni olmayan bireyler durumuna düşürüyor". Evet Zafer'ciğim, acı ama biliyorum; bunu "kötüye" kullanan çok sayıda "çağdaş erkek arkadaşım" aynı ağızdan şöyle der: "Söyle bakalııım, kadın neyi icat etmiş? Bir Madame Curie'niz var. Üstelik en iyi aşçılar erkektir!" Dışarıda daha çok olmaklıklarıyla, özgürlükleriyle de pek çok övünüp kadınları küçümserler: "Çalışmıyor, ev kadını, evde oturuyor, üretmiyor!"

Neyse, Zafer'in giriş konuşmasına döneyim; sevgili arkadaşım yukarıda sorduğu sorular için "İnceleyebildiğim kaynaklardan, tarafsız olmaya çalışarak toparladığım bilgilerle, değişik başlıklar altında yanıtlar vermeye çalışacağım. Bir anlamda 'kadın' olma durumunun, binyıllar içinde nasıl 'öteki' olma durumuna evirildiğine birlikte tanık olacağız" dedi.

Şöyle buyurun, lütfen önce fizyolojik durumunu inceleyelim! "İkinci Cins'in yazarı Simone de Beauvoir 'Kadın doğulmaz, kadın olunur' demiş. İnsan hem ruh yani bilinçlilik hem de bedendir. Kültürel öğretide ise erkek, ruh ve akıl yani insani olan yanımızla; kadın, beden ve duygu yani hayvani olan yanımızla sembolize edilmiştir. Buna göre kadınlar doğurganlıkları yoluyla doğaya bağlıdır ve erkeğin yarattığı kültürel boyuta doğalarından kaynaklanan nedenlerden bir türlü kurtulup da yükselemez, eşitliği sağlayamazlar. Böyle bir iş bölümünde erkek ölümsüz semboller, kadınsa ölümlü bedenler yaratmaktadır." dedikten sonra Zafer, kız çocuklarının ve doğurgan yetişkinlerin geçirdiği evreleri, biyolojisini, fiziksel, biyokimyasal, ruhsal ve sosyal yönden anlattı. "Doğum, kadının en zorlu süreçlerinden biridir. Çünkü hepimiz biliyoruz, sağlık koşullarının iyi ulaşamadığı yerlerde hâlâ üst üste yapılan doğumlar, kadını içerden ve dışarıdan güçsüz bırakıp yaşam kalitesini düşürmektedir." Evet arkadaşım, toplum ne prenatal sendromuna bakar, ne de Elif Şafak'ın postnatal sendromunu dinler...

Psikanalitik görüşler denince zaten hocamız Freud. Elektra ve Ödip kompleksleri, cinslerin kendi kafalarına dank etmesidir. Araştırırken Zafer, Karen Horney'in dilini daha hümanist bulmuş, Horney'e göre cinsler arasında farklılık oluşturan duygular, olma, sahip olma ve yapma arasındaki gerilimlermiş. Şu da çok ilginç: Erkek, kendini kanıtlama zorundayken kadının pasif kalmasına bir yandan hayran olur, diğer yandan her zaman bedelini ödetmeye çalıştığı öfkeyle dolarmış. Erkeğin kadından korkmasının kökeninde her zaman cinsellik varmış. Doğunun varoluşçuluk felsefesine gelince "yin yang", yani dişi ve erkek yasaları birbirine karşıt değil birbirini bütünleyen doğal yasalar olarak ele alınmış. Ancak varoluşçuluk konusunda derin köklere sahip Asya, hiç lafı dolandırmadan “Kadın ikinci sınıf bir yaratıktır”ı en kolay diyebilen coğrafya olmuş. Yani batı ya da doğu, kadın kimliği konusunda binyıllardır farklı sözlerle aynı şeyi söyleyegelmişler.

Sosyolojinin tarihçesine gömülecek olursak, açıkçası ilkel topluluklarda özel mülkiyet bulunmadığı için doğan çocuklardan herkes sorumluymuş. Kadın ve erkek toplumsal ilişkilerde eşitmiş. Klanlarda, avcı ve çoban göçebelerde, sonraları oluşan ev yaşamlarında, hatta evliliklerde çocuğun doğmasında babanın etkisi bilinmediğinden ailenin başkanı kadınmış. Kadın mitoloji kahramanı olmuş, Bereket Tanrısı, Ana Tanrıça olmuş, erkek tanrıları yönetmiş. Zamanla karısı ve çocuklarıyla aile olarak ayrı yaşamaya başlayan erkek, kaba gücünün farkına varmış ve kadın emrindeki anaerkil dönemin öcünü yeni ataerkil düzende almaya başlamış. Tarım devrimi ile kadın ekonomik yönden yoksullaştırılmış, ona bırakılan tek ekonomik değer cinselliği olmuş (Robert Briffault-Analar, 1927). Dede Korkut öykülerinin göçebelik dönemine rastlayanlarında kadın at binip kılıç kuşananken, toprağa yerleştikten sonraki metinlerde eylemsizleştirilmiş. Kadın giderek üretim dışına itilip toplumda ikinci sınıfa düşmüş. Materyalist felsefeye göre Marx ve Engels insanı ve toplumu madde olarak ele almışlar. Neymiş? Modern karı-koca ailesi, açık ya da gizli, kadının evcil köleliği üzerine kuruluymuş!

Tarihte kadına "cadı" da demişler; cadı diye katledilen kadınlar araştırıldığında kendine güvenen bağımsız kadınlar olup pagan dinlerine dayalı eski halk inanışlarına karşı çıkan insanlar olduğu görülmüş. Din, erkekler ve feodal düzen, kadından korkup çekindiğinden olsa gerektir kadına yasaklar geliştirerek hep baskılamaya çalışmış. Arkadaşım konuşmasında tek tanrılı dinlerde de kadının yerinin pek değişmediğini anlattı: "Hıristiyanlarda Adem’i kandırıp yoldan çıkaran bu nedenle ölünceye değin gebelik ve doğum sancılarıyla cezalandırılan şeytandır. Yahudilerin sabah dualarının kadın olarak yaratılmadıklarına şükretme nedenidir. Bir Müslümanın kadınıysa erkeğinin verimli toprağıdır. Kocasının kazanıp getirdiğine evinde oturup aileyi çekip çevirmekle karşılık verir."

Zafer, günümüzden örneklerle konuşmasını bitirdi: "Bugün değişen ne olmuştur? Kız çocuklarına oynatılan oyunlar, alınan oyuncaklar kimliğini edilgenleştirici yöndedir. Bir kız savaşçı olmayacaktır, baş kaldırmayacaktır. Zaten kapitalist üretim ilişkilerinde aile ve kadın tüketicidir. Aile alışverişine kadın çıkar, o nedenle reklamlar kadına seslenir. Tüketim malları, kadının cinselliği üzerinden pazarlanır. Yerli ve yabancı edebiyatta yaşamını, aşkını özgürce yaşamak isteyen kadın kahramanların romanların sonunda bedel olarak kendi canlarına kıydıklarını görürüz; Madame Bovary ile Aşk-ı Memnu en bilinen örneklerdir. Batıl inançların azalmasıyla kadın üzerindeki vahşet ve şiddetin görece azaldığını söyleyebiliriz, ev işlerini kolaylaştırıcı teknoloji, erkekleri eve biraz daha yaklaştırır. En çağdaş ailelerde kadın ve erkek, varlık olarak yabancı değil birbirlerine yakın iki 'insan'dır. Oysa yurdumuzda ve yüzyılımızda, kadın nüfusumuzun üçte biri okuma yazmayı bilmemekte."

Kadının aslında bir "insan" olduğunu biliyoruz da ne diye "Kadın kimdir?" diye soruyoruz sorusuna aldığım çok uzun bir tümce olarak dinledim bu konuşmayı. Yoksa günlerce sürecek toplantıların konusu. Orta Çağ'ı, Türkiye'si, İran'ı hatta Danimarkalısı... Danimarkalı gazeteci Suzanne Brøgger'ın Bizi Aşktan Koru adlı kitabına gitti aklım, elime aldım yıllar sonra; içinde "yürekli bir kitap" olduğu yazıyor. Bu tanımlama bile, övgü mü yoksa konuyu toplumun sorunsalı olmaktan soyutlayıp özel bir "inceleme" kitabı olarak rafında yalnız mı bırakıyor diye düşündürmeye yetti. Arabası bozulunca gecenin karanlığında caddede yürümek zorunda kalan bir kadının üzerinde çadır gibi bir elbise varken bile duyduğu baskıyı, ayakkabısının düşen atkısını eliyle usulca çekerek düzeltmeye kalkarsa bu devinimin yanlış bir "sinyal" olarak algılanacağının bilinçaltına yerleştirilmişliğine duyduğu kızgınlığı birebir bu ülkede de duyumsuyorsam daha yürünecek çok yolumuz var, demektir. Leyla Navaro'nun Bir Cadı Masalı da bu konuşmayı dinlerken anımsadığım "cadı"(!) kitaplardan. Zafer'in dediği gibi "Ağlamayan çocuğa meme vermezler". İnsan olarak insanca yaşamak hakkının hep peşinde olmak, toplumu sorgulamak, verilenle yetinmemek gerekiyor.

Önümüzdeki hafta 26 Aralık Cumartesi günü aynı salonda saat 14:00-17:00 arasında Kadın Yazarlar Derneği'nin başka bir söyleşisi var: ''Şiddet - Hiddet - İffet'' Konuşmacılar: Gönül Çatalcalı, Sedef Kandemir, Meltem Rusçuklu, Zübeyde Seven Turan

"Kadın ve Kimlik üzerine söyleşiyi hep birlikte değerlendirmeye başladığımızda, ev kadınlığını küçümseyerek eğlenen "çağdaş erkek" arkadaşların söylemlerine vermek istediğim karşılığın yeri gelmişti, uygarca değerlendirdim. Evet, beyleri de bu hanımlar yetiştiriyor. En iyi aşçıların erkekler olduğunu erkekler söylüyor; biz, bir yarış içinde olduğumuzu düşünüyor ya da öneriyor değiliz. Bizim ilgilendiğimiz yalnızca insani sorunlar. "Ev işi" bir meslektir. "Hizmetli/çi" eğitimi veren özel okullar bile vardır. Bu işi yapan insanlar sosyal haklarıyla çalıştırılır, ücretlendirilir. Eğer anneliği ve ev işlerini yapan, iş yeri ev olan, bunu iş bile değil, "doğal görev" olarak gören "ev hanımları" olmasaydı kim temizlikle, yemekle, çocuk yetiştirmekle, evin gereksinimleriyle ilgilenecekti? Zaten anne ve baba çalışırken ücretli bir yardımcı eve giriyor.

Öyleyse bu basit mantık ilişkisini kuramamalarını (üçüncü çoğul eril) nasıl açıklamalı?..

 
Toplam blog
: 101
: 2403
Kayıt tarihi
: 18.11.07
 
 

İzmir'den merhaba! İzmir'de, Göcek'te, Marmaris'te, Milas'ta, Söke'de, Bodrum'da sonra yine İzmir..