Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Ekim '11

 
Kategori
Kitap
 

Elif Paulo Coelho

Elif Paulo Coelho
 

REENKARNASYON. '' I will be back''


Papa Innocentius IV, 1252 yılındaki fetvasıyla; içlerine kaçıp saklanmış şeytanların çıkartılıp insanların günahlarından arındırılabilmeleri için işkenceyi 'yasal' hale getiriyordu.

Engizisyon Mahkemeleri de (Latince inquisito-soruşturma), ihbarlar üzerine kurulmuş ve olur olmaz suçlarla itham edilen sanıkların suçsuzluklarını nafile ispatlamaya çalıştıkları yerlerdi.

Mahkemenin karşısına getirilenlerin iki seçenekleri vardı; ya suçlarını(!) kabul edip, cezası olan ölüme razı olmak ya da işkence sonucu ölmek.

Kısacası aslında günümüzdeki yasama, yargı ve yürütmenin tam da birebir karşılıkları.

İçinde bulunduğumuz zaman dilimiyle kıyaslandığında pek de değişen bir şey yok gibi sanki. 'Masum' Papa'nın yasayı hazırlaması,engizisyon mahkemelerinin de fetvalara uygun bir şekilde yargılaması, ardından kilise görevlileri ve cellatların da yürütmeyi uygulayarak insanların içlerindeki şeytanları çıkartmaları durumu.

Romanın konusu; reenkarnasyona inanan yazarın kendi dünyasının hükümdarı olmak amacıyla yola çıkıp Trans Sibirya treni ile Moskova'dan Vladivostok'a, Rusya'yı batıdan doğuya bir uçtan diğer ucuna katederken yanında kendi sorularından kaçabilmek uğruna başkalarına yardım edebilmek için dört dönen, yalnızlığın kara rüzgarının yüreğini kasıp kavurduğu tercümanı Yao ve Rusya'nın bir numaralı keman virtüözü Türk kızı Hilal...

Gerçi yoruma böyle başlayınca kulağa gerçekten de çok güzel geliyor ama engizisyon mahkemeleri ile ilgili bölümün sürükleyici ve heyecanla okunurluğunu yadsımayıp geri kalan cümlelerin facebook'ta gençler arasında paylaşılan beylik cümleler tadında olduğunu söylersem de kitaba çok haksızlık etmiş olmam herhalde.



Kitap yazılarımı yazmaya başlamadan önce her zaman yaptığım gibi bu sefer de Blog'da, 'Elif' ile ilgili yazılmış makeleleri yine özenle okumaya çalıştım. Bunu yapmamın sebebi, yazmayı planladıklarımı başka birisi benden önce yazmışsa eğer, insanları tekrar olmaktan öteye gitmeyecek yazılarla meşgul etmek kaygısıydı.

Okuduklarımda gördüğüm tek şey, blog'daki kitapla ilgili makalelerden kitaptan aldığımdan daha çok zevk aldığımdı. Güzel bir anlatım diliyle yazılmış yorumlarını okuduğum yazarlar, Paulo Coelho'daki olumlu değişimden ve reenkarnasyonun kendi hayatlarındaki yansımalarından söz ederlerken, deyim yerindeyse kitabı ve yazarını yere göğe sığdıramıyorlardı.


Oldum olası 'best seller' hem de yabancı bir yazarın eseri ise daha başlangıçta kitabı elime aldığımda kanım ısınmaz hatta bir soğukluk bile hissederim. Bütün dünyada 'hak ederek' çok satabilmenin pek de mümkün olduğuna nedense hiçbir zaman inanamamışımdır.

Bir dilde kendini anlatabilen yazarın eserinin konusunun, hem evrensel olması hem de çevirisinin yapıldığı dillerde de 'aynı güzellikte' kalabilmesi olasılığını çok yüksek görmem. Nasıl bir kitaptan alınan zevk elli yaşındaki bir adamla, on sekiz yaşındaki bir genç kız için aynı değilse, New York'lu bir iş adamı ile Moskovalı bir kütüphane memurunun da aynı şeyleri anlayacaklarını düşün(e)mem bile. Öyle olunca da moda şeyleri okuyup olur olmaz cümlelerle birbirlerine anlatan yeni yetme kızların gözümde canlanan yapaylıklarını silip atmam da mümkün olmuyor tabi.

Yazar, ''Yakınımızdakini anlamak için önce uzaklara gitmeliyiz'' diyerek ver elini Rusya yapıyor. Kah 'Akıl hocası'nı kah da iç sesini dinleyerek de zorlu olduğunu söylediği bir tren yolculuğuna çıkıyor. Amacı, her istasyonda okurlarıyla buluşmaya devam ederken asıl peşinde olduğu 'mucize' yi bulacağı noktaya denk gelebilmek.

Coelho, hayatın rutininden kurtulma amacıyla çıktığı tren yolculuğu boyunca, girdaba kapılmış anların peşine düşüyor ve ruhani bir geleneğe de uyarak, görünmez güçleri görünür dünyaya çağırdığı ayinler gerçekleştiriyor.


''Çok gezen mi yoksa çok okuyan mı?'' sorusunun yanıtını da, ''Hayatta en büyük dersleri yollardan almışımdır'' diyerek verdikten sonra ayrıca ''Seyahat etmenin para değil cesaret işi'' olduğuna da vurgu yapıyor.

Emek harcanan bir işin hemen karşılığını alınamayabilineceği bunun için zaman gerektiği konusunda verilen 'Çin bambusu' örneği, her arkadaş sohbetinde kolayca anlatılabileceği için de okurların aklında kalıcı oluyor.

Kurgusunu, 'reenkarnasyon-tenasüh-ruh göçü' üzerine yapmış bir kitabın ilk baskısının 80.000 tiraj ile Türkiye'de satışa sunulması, Müslümanlıkta yeri olmayan bu inanışın oldukça meraklısı olduğunu gösteriyor.

Mistisizmin ve kaderciliğin doruklarından inmek bilmeyen anlatım, inandırıcılıktan tamamen uzaklaşıyor. Bir şeyler anlatmaya çalışırken gerçekliğin ve mantığın duvarlarına çarparak ufalanan, dağılan konu; okurları da olmadık çıkarımlar yapmaya yönlendiriyor. Hatta bir ara öyle bir an geliyor ki ''Nasıl yani, benim ne olduğumdan çok başkalarının beni nasıl gördüğü mü önemli?'' sorusunu bile kendi kendine sorabiliyorsun.

Hani çeviri işin içine girince soğurum demiştim ya aklıma gelmişken yazayım, yazar bir yerlerde akışla hiç de alakası yokken duşa giriyor ve 'çırılçıplak duş' alıyor. Daha da güzeli cümleyi birebir yazayım da abartmış olabileceğim akıllara gelmesin bari.

''Çırılçıplak soyundum, duşu açıp altına girdim bu en sevdiğim ritüellerden birisidir''.


Duş yapmayı, 'dini inançmışçasına benimsediği bir alışkanlık' olarak görmesinin garipliğinin ötesinde duşa çırılçıplak girdiğini söylemesi de neyin nesi? Filmlerde falan gördüğümüz sarhoş adamı ayıltabilmek için elbiseleri ile duşun altına sokmak dışında şahsen ben takım elbise ile duş yapan kimseyi tanımıyorum ya kotun üstüne güzel bir tişört giyip de saçlarına jöle de sürdükten sonra duşa giren birinden söz edildiğini hiç duymadım.

Sonra ''Hilal'in bedeni çalgıyla beraber dans ediyordu, fakat çoğunlukla sadece gövdesi ve elleri hareket ediyordu''.

- Hanımefendi acaba rica etsem bedeniniz bu dansı bana lütfeder mi?

İnsanın bedeni dans etmez, insan dans eder bedeni de dansın ritmine uygun olarak hareket etmeye çalışır.

Çeviri hatalarını daha farklı örneklerle anlatmak mümkün ancak sanırım pek de gerekli değil ama gecenin bir yarısında Sibirya treninin lokantasında Türk kahvesi içtiklerini anlatıyor ya işte benim kopma noktam orasıydı. Rus garsonu elde cezve başı arkaya çevrilmiş ''Abi kahveler nasıl olacaktı?'' diye sorarken gözümde canlandırdım da bir an, neyse...

Ne olursa olsun 'son' yorumumu yine de yazarın hoşuma giden bir cümlesi ile yapmak isterim.

''Etrafınızda neyin iyi, neyin kötü olduğuna fazla kafa yorarsanız kendi ruhunuzu ihmal edersiniz, başkalarını yargılamak için harcadığınız enerji sizi tüketip yere serer''.

 


 

 
Toplam blog
: 344
: 1122
Kayıt tarihi
: 22.07.09
 
 

Okur yazarım. Okur yazarlıktan kastım, okuduklarımı yazmamdır ki, bu yazılarımı genellikle 'kitap..