Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

19 Aralık '08

 
Kategori
Güncel
 

Ermeni meselesi

Freud, dil sürçmesini, kontrolsüz bir anda bilinçaltının dışa vurması olarak tanımlar. Örnekleme yaparken, Almanya’da Nazilerin çoğunluk sağladığı ilk parlamentonun açılışında meydana gelen bir olayı aktarır.

Reichstag (Alman Parlamentosu) ilk oturumunu yapmak üzere toplanmış, başkanını seçecektir. Kendisi de bir Nazi olan geçici başkan kürsüye tokmağını vurarak; “…inci Reichstag’ı kapatıyorum” demiş. “Açıyorum” diyecek yerde dili sürçmüş “kapatıyorum” demiş. Niyet bozuk ya…

Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün; “...etnik temizlik yapmasaydık cumhuriyeti nasıl kuracaktık” biçimindeki sözünün, meselenin karşı taraftaki muhataplarınca “ikrar” olarak değerlendirilmesinin ne freudyen ne de etimolojik açıdan bir yanlışlığı vardır.

Ermeni Meselesi, AB ülkelerinde ve özellikle her başkanlık seçimi öncesinde Amerika’da ısıtılıp ısıtılıp gündeme sokulması soruna çözüm bulmaktan çok o ülkelerin kendi çıkarlarına hizmet edebileceği oranda ele alınmakta, süreç tamamlanınca rafa kaldırılmaktadır. Ermenilere oy veya başka kaygılarla kadife el uzatılırken, Demokles’in Kılıcı Türkiye’nin üzerinde sallandırılmaktadır. Dahası; Amerika’nın sömürgeci ve saldırgan politikalarına, sadece suça ve bozguna ortak olmak için, Türkiye’nin de sille tokat katılmak istenmesi, olayın realist çözüm aksından sapmasını getirmektedir.

Bugün, “özürcü” ile “karşı özürcüler” arasında patlak veren imza savaşının, herhangi bir tarafında olma zorunluluğu bulunmamakla beraber, konunun, bir tarafın aşırı gözyaşı dökerek ve diğer tarafın kafatasçı, ırkçı hamasi nutuklar vererek boğuntuya getirildiğini ve çözümden uzaklaştırıldığını düşünüyorum.

Ermeni sorununu, zamanın, bölgesel ve küresel olaylarından, kapitalizmin 1870 lerden beri içine girdiği bunalımın çözüm olanaklarının tıkanıklık göstermesi ve yeni sömürge arayışına girmesinden, emperyalist ülkelerin Osmanlı Devleti üzerindeki doymak bilmeyen iştahının belgesi olan ve, dünyayı sarsan 1917 Ekim Devrimi’nin ardından Lenin’in tüm dünyaya açıkladığı Sykes Picot gizli anlaşmasından, 1789 Fransız Devrimi’nin yarattığı “ulusallaşma” bilincinden, Osmanlı ülkesinde Osmanlıcılık’la başlayıp, İslamcılık ve Türkçülükle süregelen ideolojik yapılanmalardan ve bu yapılanmaların azınlıklar üzerindeki etkilerinin beslediği milliyetçi duygulardan, Balkan Ülkelerinin Osmanlı’dan bağımsızlıklarını bir bir kazanmalarından ve daha yığınla tarihsel ve toplumsa olay ve süreçten yalıtık olarak ele alıp yorumlamanın olanağı yoktur.

Bütün bu olay ve süreçlerin derinlemesine analizlerinin burada yapılması, gereksizliğin ötesinde, bu kısacık yazının kapasitesinin çok çok üstündedir. Ancak, yine de bir iki noktaya vurgu yapmak hem bütünlük ve hem de yazının maksadının anlaşılması açısından kaçınılmaz gözükmektedir.

19. yy ikinci yarısını, batı ile kurulan iktisadi, ticari ve kültürel münasebetler ile misyoner faaliyetlerinin tebaaya kazandırdığı yeni bir perspektifin Osmanlı politikasına etken olmaya başladığı dönem olarak değerlendirebiliriz. Bu dönemde, bir yandan Avrupa’nın bir çok kentine öğrenim veya çeşitli nedenlerle bulunan aydınlardan oluşan Jöhn Türk hareketi filizlenirken, diğer yandan Osmanlı egemenliğinde bulunan azınlıklarda da milliyetçi uyanışların doğmakta olduğunu görmekteyiz. Hangi etnik kökenden olursa olsun, tüm tebaayı Osmanlıcılık ülküsü altında birleştirmeyi amaçlayan ilk oluşumları, Zimmi olarak adlandırılan azınlıkların karşı refleksinin de itkisiyle İslamcılık takip etmiş, Hiristiyan-Müslüman ayrımı ve yer yer çatışması II.Abdülhamit döneminde daha da netleşmiş, kıyım ve katliamlara kadar varmıştır.

İlk Ermeni örgütlenmelerine, Bizans’ın yıktığı Ermeni Devleti konumuz dışındadır, 1880 li yıllarda rastlamaktayız. Başlıca şiarları ortak, Osmanlıdan bağımsızlık, olmakla beraber aşırı milliyetçi Taşnak ve sosyalist olduğunu iddia eden Hınçak adlı örgütler en belirgin ve en uzun ömürlü olanlarıdır.

II. Abdülhamit, İmparatorluğun sınırları içinde beka sıkıntısının potansiyel varlığını hissetmiş olmalı ki, Müslüman çoğunluğun çıkarlarının korunması ve diğer azınlık inançların baskı altında tutulması yönünde politika geliştirmişti. İlber Ortaylı’nın da söylediği gibi, bu dönemde; “.. ilk kez fanatik İslamcı bir yaşam ve düşünce tarzı hakim oldu.” Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında imzalanan Ayastefenos Anlaşması’nın, Berlin Konferansı’nın, Vilayet-i Sitte’de yaşayan azınlıklar lehine olan koruma şartları bu fanatik eğilimi daha da arttırmış, kısa süre öncesine kadar bir arada yaşayan halkı birbirini boğazlar hale getirmişti. Giderek Anadolu’nun tüm bölgelerine yayılma eğilimi gösteren karşılıklı katliamlar, özellikle Doğu ve Güneydoğu’da yoğunlaşmış, bunun üzerine Sultan Abdülhamit Kürt beylerine büyük tavizler vererek Hamidiye Alayları’ı kurdurmuş ve komutanlığına damadı Muşir Zeki Paşa’yı getirmişti.

Abdülhamit’in bu politikasının en belirgin sonuçlarından bir tanesi, ağırlaştırılmış vergiler olmuştu. Her bir oğluna birer süvari komutanı payesi verilen Kürt beyleri yöre halkını, Hiristiyan tebaayı, haraca bağlımış, vergi vermeyenlere uygulanan cezalar darağaçlarına kadar uzatılmıştı.

Bu durum karşısında, 1890 lı yıllarda başlayan, Kayseri, Erzurum, Çorum, Yozgat, Van ve daha bir çok ildeki ayaklanmalar 1896 da ilk büyük isyanı, Sason İsyanı, doğurmuş ve bunu 1909 Adana, 1910 Zeytun İsyanları takip etmişti.

Bütün bu isyanlar, vergi komisyonları ve Ermenilerden boşalan topraklara sahip olma vaadi, Kürt beylerinin iştahını kabartmış ve isyanlar yığınsal katliam yapılarak bastırılmıştı. Yerli Müslüman tebaanın lojistik desteğinin sağladığı olanaklar karşısında silahlı Ermeni çetelerinin tutunabilmesi zaten beklenemezdi.

1915’e gelindiğinde, herkesçe malum tehcir olayının tarih sahnesinde yerini aldığını görüyoruz.

Bu noktadan hareketle, Ermeni Meselesini, tehcir dahil öncesi ve tehcirden sonrası olarak iki dönemde incelemenin sağlıklı bakışa olumlu katkısı olacağını düşünüyorum.

Osmanlı İmparatorluğu’nun üstüne vahşi kaplanlar gibi atılan Avrupalı emperyalistler, Ermeni tebaanın zaman zaman Abdülhamit istibdadına, zaman zaman Kürt beylerinin zulmüne karşı çıkışlarını kendileri için fırsata dönüştürmeyi başarmış ve bağımsızlık vaatleri ile Ermeniler’in önemli bir kısmını kışkırtma ortamına çekmiştir. Ama bu, önce de vardı, şimdi de var. Emperyalist kışkırtma bugün de benzer senaryoları hayata geçirmekte, çıkarı için binlerce canın yok olsa dahi kılı kıpırdamamaktadır. Bu bakımdan Ermenileri bugünün moda suçlamasıyla, “emperyalistlere alet oldular” biçiminde yargılayamayız.

Tehcir olayı başlı başına ele alınması gereken ve dünyada örneğine rastlanmayan trajik bir durumdur. Yüz binlerce insanın, ağır mevsim koşullarında binlerce kilometre uzağa, mallarına el konularak, çoluk çocuk, yaşlı kadın demeden göçe zorlanmasının hiçbir vicdandan olur alması mümkün değildir. Bu yüz binlerce insandan hedefe varanların sayıları %5 ile ölçüldüğüne göre, bizdeki resmi rakamlar bile 300.000 diyorsa(!), oraya piknik yapmaya gitmedikleri açıkça belli olmaktadır. Bu insanlar dağ tepe demeden dipçik altında yollarda sürüklenirken, bazı merhametli Müslüman tebaanın yardımlarını görmüş olmaları veya özellikle kız çocuklarının alıkonulup sonrasında Müslüman gençlerle evlendirilmiş olmaları, birçok insan bu gerçeği ölüm döşeğinde olan anneanne veya babaanneden öğrenir, yara sarmanın ötesinde çoğu kez insanlık dışı uygulamaları da beraberinde getirmiştir.

Özellikle Sarıkamış bozgunundan sonra Rus Ordusu ile Doğu illerimize gelen Ermeni çetelerin, Türk köylerini basarak katliamlar yaptığı da açık tarihsel bir gerçektir.

Buraya kadar anlatılanlar bir düzeltmenin yapılmasını zorunlu kılıyor:

Ermeniler 1. Dünya Savaşı sırasında, 1915 ten sonra, ve sonrasında kalabildikleri zaman içinde katliamlar yapmışlardır, bu doğru. Fakat o tarihe gelene kadar, Abdülhamit ve İttihat Ve Terakki dönemlerinde sayısız katliamlar var. Eğer bu noktada, “bana ne bu katliamı Cumhuriyet değil, İttihat ve Terakki yaptı, biz Türkiye Cumhuriyetiyiz” diyeceksek, böyle pek çok diyen var, mesela M.Yakup Yılmaz, ve Osmanlı mirasını ret edecek isek, problemi 1923 teki biçimiyle koyup o noktadan bakmak zorundayız. Yok devamı isek Osmanlı’nın, o takdirde daha birçok bakımdan önce kendimizi sorgulamalıyız.

Şu bir gerçek ki, gerek Abdülhamit ve gerekse İttihat ve Terakki dönemlerinde ve savaş esnasında eşi benzeri görülmemiş katliamlar olmuştur.

Bugün bunu, doktriner bir kalıba dökme gayreti içinde olmanın, yok bu jenosid idi, yok değildi demenin sorunun çözümüne yardım etmeyeceğini, etmediğini yıllarca görüyor, izliyoruz.

Soykırımın BM ce belirlenen beş kriterlerinden biri veya bir kaçının bu olaylarda eksik olması, ya da “soykırım” tanımlaması yaşanan acıları azaltır mı? Ölenlerin sayısının 300.000 veya daha fazla olması, öldürenin, ister Osmanlı, ister Ermeni, masum olduğuna delil teşkil eder mi?

Yakalanması gereken bakış açısı budur.

Ermenistan’ın veya Diaspora’nın toprak talepleri tarihsel süreç ve gelinen noktada ne kadar gerçek dışı görünüyor ve kışkırtmaya açık duruyorsa, hamasi duygulardan beslenen yavan ve saldırgan milliyetçi duygular o anlamda tehlikelidir.

Emperyalist çözümlerin bir parçası olarak, özellikle gündem oluşturulan dönemlerde, kimilerinin ödül almak, kimilerinin akademik kariyer kapmak ve çoğu da akıntıya kapılarak “özür” sırasına girenlerle, bunların karşısında oluşturulan akortsuz “karşı özür” kampının yolları az ilerde kesişmektedir.

Bölge ve Dünya barışı için çalışmadan, olayların, tarihsel süreçlerin iç ve dış dinamiklerinin zorlu denklemlerinin çözümünde ehliyetli olmadan, dünyayı, evreni kendinden ibaret olarak görme eğilimleri terk edilmeden hiçbir ciddi problemin üstesinden gelinemez.

Siz sizin sorununuzu çözmekten aciz kalır veya ikircikli davranırsanız, biri gelir, hem sorununuzu ÇÖZER(!) hem de sizi…

 
Toplam blog
: 36
: 668
Kayıt tarihi
: 25.01.07
 
 

54 İstanbul doğumluyum. Hayatın her alanıyla ilgileniyorum. Çünkü düşünen ve yaşayan bir adamım. Esm..