- Kategori
- Öykü
Eski bir öykü

Bu, şekilsiz, yaradılış yoksunu ağır gövdesini bir şekilde kaldırmalıydı artık sedirin üzerinden. Yapışıp kalmıştı adeta. Gerçekten de tembellik dedikleri şey bu olsa gerekti, yani hiçbir şey yapmayı istememek ya da bir şeyler yapacak gücü kendinde bulamamak. Sabah ezanı az önce okunmuştu. Sabah namazı için camiye yürüyenlerin kunduralarından çıkan tak tuk ayak sesleri adeta kulaklarını tırmalıyordu. Kalkıp giyinmesi şart olmuştu her hal. Ama yine de sebebini bilmediği bir ağırlık hissediyordu bedeninde. “Yaşlanıyorsun galiba Erol Efendi.” diye geçirdi içinden , hafifçe gülümsedi. Sedirden kalkmaya davrandı birden. Yapamadı. Bir şey adeta sedire bağlamıştı kendisini. Oysa her sabah , bu saatlerde kalkmış , çoktan giyinmiş olurdu. Gülümseyişin yerini ciddiyet aldı bu defa. Evet , gerçekten yaşlanıyordu. Yaşı kırkı geçkindi. Alnı giderek açılıyordu. Yakında adının başına şöyle okkalı bir “kel” sıfatının eklenmesi pek tabii mümkündü. Tüm bu karmaşık düşünceler içerisinde kendini aynanın karşısında buldu. Nihayet yataktan kalkabilmişti demek. Musluğu açıp elini yüzünü yıkadı. Yüzünü kurularken , sanki ilk defa görüyormuşçasına aynadan dikkatli bir şekilde kendi yüzünü incelemeye koyuldu. Her sabah gördüğü bu yorgun çehre , bu hiçbir şeye benzetemediği şekilsiz gövde bugün kendisine daha bir çirkin ve daha bir çökmüş göründü nedense. Gözlerinin altı iyice bir torbalaşmış ve saçlarındaki sayılı ağaran teller artık sayılamayacak kadar çoğalmıştı. Göbeğini içe doğru çekip gövdesini şişirdi. Yok , bir şeye benzetemeyecekti. Su , musluktan öylesine akıp gidiyordu . Ayağına damlayan birkaç damlayla irkildi aniden. Lavabo tıkanık olduğundan , su birikip taşmıştı. Hemen musluğu kapattı. Dönüp aynaya bir daha bakmaya cesaret edemedi. Lavaboyu o şekilde bırakıp aynanın karşısından uzaklaştı. Hızla üzerini giyinmeye koyuldu. Kırışmış gömleğini şekilsiz gövdesine geçirirken paspallığı daha bir gözüne battı. Bu böyle gidemezdi. Kendini iyiden iyiye bırakmıştı artık. Kapıyı açıp , camiye ya da işine gitmekte olan insanların arasına karıştı. Güneş iyice bir aydınlanmıştı. Köylü müşterileri belki de kitli çay ocağının önünde oturmuş onu bekliyorlardı. Bu köylüler ki , onun çay ocağının daimi müdavimleri sayılırdı. Her sabah , köyden , satmak için şehre getirdikleri yoğurt ve peynirlerini pazar meydanına dizer ve “taze yoğurt var !” diye şehri inletmeye başlarlardı. Pazar meydanına yakın yerlerde oturanlar bu durumdan pek memnun sayılmazdı. Gürültüye rağmen uyuyabilmek zor işti. Ama yine de ekmek parasını kazanmakta olan köylülerle takışmak kimsenin işine gelmezdi. Hele sonu cinayetle bitmesi ihtimal dahilindeyken. Biraz katı olurdu köylüler , ekmek param der , gözünü kapar , önüne geleni vururlardı alimallah. Herkes de bunun farkındaydı. Bir Erol çekinmezdi onlardan ; dile kolay , yirmi yıldır işlettiği çay ocağı bir nevi köylülerin şehirdeki evi sayılırdı. Bazen yoğurt bakraçlarını , bazen köye götürmek için şehirden aldıkları öteberiyi hatta bazen küçük çocuklarını bile Erol’a emanet bıraktıkları olurdu. Erol küplere biner fakat pek de bozuntuya vermezdi. Ne de olsa velinimetiydi onun bu insanlar. Çay ocağında oturulup köy arabasının gelmesi beklenirken içilen çaylar bile hatırı sayılır paralar kazandırırdı kendisine. Köylülerin hepsi birer çaykolik olup çıkmıştı zamanla. Erol çay ocağının bulunduğu sokağa girmişti nihayet. Köylülerin bağrışmalarını tüm netliğiyle işitecek kadar yakındı ekmek kapısına. Rahatladı biraz ; kendini bu sabahın olağandışılığından biraz sıyırır gibi oldu. Her zamanki günlerinden birini yaşayacaktı. Dağıtılan çaylar , köylülerin kendi aralarındaki tartışmaları , emanet bırakılan küçük çocukların zırıltıları onu bu sabahki karmaşık düşüncelerinden biraz da olsa uzaklaştıracaktı. Şekilsel kaygıları günlük yaşamın mecburi akışında silinip gidecekti. Çay ocağının önüne geldiğinde birkaç köylünün , ellerinde yoğurt bakraçlarıyla kendisini beklediğini gördü. “Selamün-aleyküm.”dedi. onlar da “Aleykümselam.” Diyerek karşılık verdiler. “Yahu Erol Ağa , beklemekten bi-hal olduk seni.” İçlerinden en yaşlı olanı. Sonra yanındakilere dönüp Kürtçe bir şeyler söylemeye koyuldu. Bu arada Erol dükkanı açmıştı bile. “Yahu kardeşim , sabah sabah niye beklersiniz beni anlamam, gidin yoğurdunuzu , peynirinizi satın hele. Elbet gelip çayınızı demleriz.”dedi , hafif azarlar bir biçimde. İhtiyar söylenilenleri dinlemeden çoktan içeri dalmıştı bile. Erol , oldum olası hoşlanmazdı bu adamdan. Bir de her önüne gelene “ağam” diye hitap etmesi daha bir kızdırırdı kendisini. Bu sebepten onu tanıyan herkes de ona ağam diye hitap ederdi. “uşak ruhlu herif , ne olacak.”diye geçirdi içinden , ocağın altını yakarken. “Yahu Erol Ağa , senin evlenmeye niyetin yok mu ?” diye sordu, alaycı bir gülümsemeyle. “Bak , birkaç yıl sonra evlensen bile işe yaramaz artık , ocağın söner , soyun kurur haberin olsun.” Erol , bu adamın karaktersizliği konusunda iyice bir karara varmıştı artık. Ne demeliydi ki bu adama ? “ Senin üç tane avradın mı vardı İsmet Ağa ?diye sordu gülerek. Avrat sözcüğünü bilinçli bir vurguyla söylemişti. Kadının özetiydi onlarda “avrat” sözcüğü. “He ağam üç tanedir , niye sordun ?”diyerek merakla Erol’a baktı. “Ne güzel kendi ağzınla üç tane var diyorsun İsmet Ağa.” İhtiyar daha bir meraklanmıştı. Erol da gülümseyerek “İsmet Ağam , sözümden kastım şudur , bu memlekette senin gibi adamlar üçer avrat aldığı için ben ve benim gibiler de evlenecek kız bulamıyor.”dedi. Bunun üzerine ağa üst perdeden bir kahkaha patlatıverdi. “Erol Ağam Allah her dağın eteğine göre kar verirmiş.”diyerek sırıtmaya devam etti. Erol vazgeçti. Bu adamla baş edemezdi. Allah’tan , çaylarını içtikten sonra çıkıp gitmişlerdi de rahatlamıştı. Bu insanların düşünce yapıları o kadar kemik ve dilleri de bu düşünce yapılarına o kadar buyruktu ki , yanlış olan bir şeyi o işin uzmanına bile doğru diye kabul ettirebilirlerdi. Erol , kendine kızdı biraz da. “Üç karısı olan adamla kalkmış evlilik konusunda aşık atıyorum , ben de pek akıllı sayılmam hani.”diye geçirdi içinden , bardağı durularken. İsmet ağanın bardağını iyice bir duruladı. Hatta bardağı tuzruhuyla yıkamayı düşündü bir an , sonra vazgeçti. Hem ne demekti o “ Allah her dağın eteğine göre kar verirmiş.”cümlesi. İsmet ağa ne demek istemişti acaba ? Cesaretini toplayıp tekrar aynanın karşısına geçti. Sabah kalktığı zamankinden daha bir çirkin buldu kendini. Gerçekten çok mu çirkindi? Bu çirkinliğine bir de utangaçlığı eklendiği için mi bunca zamandır evlenememişti ? Gerçi annesi ölmeden önce çok istemişti evlenmesini. Zavallı kadın , o günü göremeden öbür dünyaya , Erol’un babasının yanına göçmüş , Erol’u yıllarca atlatamayacağı derin bir hüzne boğmuştu. Yıllarca kendi yemeğini , çamaşırını , bulaşığını kendi halletmişti. Kendine yetebiliyordu. Ama yalnızlık başka bir şeydi. Ara sıra taburesini evin önüne koyar , gelip yanına oturan mahalle gençleriyle sohbet ederdi. Ama yine de yüreğinde hissettiği o sevgisizlik ve sevgisizlikle beraber gelen o boğucu üzünç alışılması kolay bir şey değildi. Eskilerin deyimiyle , yalnızlık Allah’a mahsustu.
Akşam yorgun argın bir şekilde , ayaklarını sürüyerek evine döndü. Akşama kadar durmadan ayak üstünde olmak kolay değildi. Gerçi eskiden olsa üç gün hiç oturmadan çalışabilirdi. Ama zaman geçtikçe eski gücünü ve neşesini kaybediyordu. Zaman düşünceleri olgunlaştırırken bedeni yıpratıyor , duyguları köreltiyordu. Erol bunun farkındaydı. Yaşamı , yürüdüğü şu uzun sokakta ev ve çay ocağı arasında gidip gelmekle geçmişti. Belki de kendisine huzur verdiğini düşündüğündendir , evine televizyon bile almamıştı , ara sıra kahvelerde izlenen şu futbol maçları da olmasa hiç ihtiyaç da duymayacaktı. Radyodan dinlediği şarkılar kendisi için kafiydi. Belki de insani zaafları olmasa bir “yarıderviş” bile sayılabilirdi. Ölü toprağı serpilmiş görünümü veren sessiz evi de bir dergahtan pek de farklı sayılmazdı.
Elindeki ekmeği koltuğunun altına alıp bezgin bir şekilde kapıyı açtı. Şu üç göz , küçücük ev sonsuz bir çölü andırıyordu gözünde , hatta bu uçsuz bucaksızlık içinde kaybolabilirdi. Şu tahta sedirden tutun da evin içindeki en küçük eşyaya kadar her şey neredeyse yarım asırlık bir maziye sahipti.
Annesi öldüğünden beri eve bir çay kaşığı olsun almamıştı. Halen annesinin çeyizinde getirdiği deve saplı çay kaşıklarını kullanıyordu. Evdeki her şey birbirine o kadar aşinaydı ki en küçüğünün yokluğu bile anında fark edilebilirdi. Her biri birer hatıra yüklü olan bu eşyaları değiştirmeye Erol’un da gönlü razı değildi. Ya bir gün evi birisiyle paylaşmak zorunda kalırsa , örneğin evlenirse ve eşi bu eşyaları kapı dışarı ederse? Bunu düşünmesi bile Erol’un göğsünü daraltmaya yetiyordu. Şu yaprakları sararmış, belki beş defa okunmuş eski öykü kitabı bile kendisi için bir kardeş kadar değerli ve vazgeçilmezdi. Radyoyu açıp sedire uzandı. Yanık ve içten sesiyle bir kadın “mendilimin yeşili” şarkısını söylüyordu. Ara sıra Erol da kendisine eşlik ediyordu. “Aman doktor , canım doktor derdime bir çare ...” Hem ne güzel ve ne içten şarkı söylerlerdi bu radyo sanatçıları. Yüzlerini göremediğiniz için onlara, seslerine ve söyledikleri parçalara uygun yüzler bile yakıştırabilirdiniz. Örneğin şuh bir sesle “Katibim” parçasını söyleyen bir kadını hemen muhayyilenizde oynak ve çekici fettan bir kadın olarak canlandırabilir ya da hüzünlü bir şarkıyı seslendiren bir kadını da üst dudakları alt dudaklarına göre biraz kalınca olan mutsuz ve terkedilmiş biri olarak düşünebilirsiniz. Ama televizyon size bu lüksü tanımaz , her şey olabildiğince gözlerinizin önündedir. Erol en çok da radyonun bu tarafını severdi. Radyoda sanat müziği bitmiş, halk müziğine geçilmişti. Bu arada mutfağa gidilmiş , yiyecek bir şeyler hazırlanmıştı bile. Karnını doyurduktan sonra sedire uzanıp sigarasını yaktı. Akşamın sessiz ve suskun karanlığına bıraktı gövdesini. Annesini düşündü sonra , duvardaki resmine baktı. Nasıl da acımasızdı zaman ve nasıl da alıp götürüyordu her güzel şeyi. Boğazında düğümlenen sözcükler yarım kalıyordu , sonsuzlukta kaybolup gidiyordu. Hem söylese ne olurdu ki , kime söyleyebilirdi söyleyeceklerini. Başını dizlerine yaslayacak bir dostun bir sevgilinin varlığı ne kadar da uzak ve imkansızdı. Gözlerinin yaşarmasını engelliyemiyordu artık. Kalkıp gözyaşları içinde annesinin duvardaki resmine dokundu.
Erol , o sabah gelip çay ocağını açmadı. Kimse bunun farkına bile varmadı ilk gün. Köylüler ki , bir tek onlar beklerdi Erol’un gelmesini, kapalı kapıları görünce geri dönmüşlerdi o gün ve ardı sıra birkaç gün daha. Pek de oralı olmadılar , yeni bir çay ocağı , yeni bir emanetçi bulmuşlardı bile kendilerine. Erol’un evinin kapısı bir haftadır kapalıydı. Mahalleden birkaç meraklı çalmıştı kapısını. İçerde büyük bir sessizlik vardı. En sonunda çilingir getirip açtırmışlardı kapısını. Erol , sedirde uzanmış bir şekilde, soluk ve anlamsız bakışlarla onlara bakıyordu. Kendisinin nasıl öldüğü konusunda çeşitli rivayetler dolaşmıştı mahallede. Kimi kalbinin durduğunu , kimi intihar ettiğini söyledi durdu bir zaman. Kim bilir, belki de yalnızlıktan ölmüştü...
SERHAT DEMİROĞLU
14.10.2004 Perşembe/ Ergani