- Kategori
- Deneme
Tahayyül

Çok küçük ve kasvetli bir oda bile bazen bir futbol stadyumu kadar büyüyebilir gözlerinizde. Oyuncuları , seyircileri , hakemleri ve daha niceleriyle tıklım tıklım bir futbol stadyumu. Ardı arkası kesilmeyen bir sonsuzluk duygusu alıp götürebilir sizi. Durmadan ve yorulmadan ; soluğunuz kesilircesine koşuşturabilirsiniz , bir köşeden diğer bir köşeye. Ama işin kötü ve bir o kadar da üzücü yanı şudur ki , daima aynı noktadır dönüp-dolaşıp durduğunuz , daha doğrusu çakıldığınız yer. Hareketli bir şarkının hüzünlü bir nakaratı , müstesna bir tesadüf ve yahut kötü bir şaka gibi... Kumdan kaleleriniz çoktan yıkılmıştır bile. Düzen bozulmuş , ezber dağılmıştır. Tanrı’nın bir yerlerden size bakıp gülümsediği hissine kapılabilirsiniz. Anlamsız sözcükler ve anlamsız sözcüklerle gelen sevimsiz ve kifayetsiz tümceler. Hüzün tüm yalınlığıyla , sere serpe karşınızdadır. Sonrasında mı ? Sonrasında ; palazlanan , büyüyen , dallanıp budaklanan bir yalnızlık gelir, zaman kaybetmeden , tüm hüzünlerin ardı sıra...
Günlerdir , en azından kendim için , yaptığım , yapabildiğim tek bir şey var : sigara külü ve terden rengini yitirmiş soluk renkli çarşaflarla üzerini örttüğüm yeryatağımda boylu boyunca uzanıp yatağımın sol çaprazındaki duvara bakınıyorum. Hastalıklı, rahatsız edici bir duygu bu. Yaşamım boyunca yaptığım anlamsız şeylerin en anlamlısı belki de. Açık konuşmalıyım , yatağımın sol çaprazındaki duvarda asılı bulunan resimden bahsediyorum. Yeşil gözleri , koyu kestane saçları ve bir hattatın kaleminden çıkmış gibi duran incecik dudaklarıyla gayet hüzünlü bir kadın resmi ; saçları yüzüne dökülmüş bir şekilde , fotoğrafının çekileceğinden habersiz gözlerini uzaklara yatıran bir yalnızlık abidesi. Ve daha söylenebilecek birçok şey , yalnızlığa ve hüzne dair. Belki yıllardır duvarımda asılı bulunan bu mütecessis bakışların sahibi hüzünlü resmin , son saatlerime şahitlik etmesi işten bile değildi. Sanki gözleriyle yüreğime dokunacak , alıp bu şehirden bilinmez , uzak yerlere götürecekti beni. Gözleri ne kadar güzel ve ne kadar sıcak. Her gün evimin önünden geçen , durmadan gülümseyen mavi önlüklü ilkokul çocuklarına camdan bakıp el sallamıyorum çoktandır. Akşam üzerleri çöpleri almaya gelen asık suratlı kapıcıya da açmıyorum kapımı. Mutfağımda çöp , odamda hüzün ve yalnızlık biriktiriyorum. Dediğim gibi , günlerdir sadece ve sadece duvardaki resmin hüzünlü gözlerine bakıyorum. Dışarıdan gelen klakson ve bozuk egzoz sesleri karışıyor bakışlarımıza. Gözlerimi kapayıp beraberinde rengarenk bir ebemkuşağı getiren soluk bir yağmur düşlüyorum. Sonrasında gözlerimi açıp , düşlediğim ebemkuşağını duvarıma ekliyorum , tüm resmi çepeçevre saracak şekilde. Bileklerimden sızan kanı gizlemem pek mümkün değil artık.
Nedensiz ve anlamsız bir şekilde , doğduğum ilçedeki şu ihtiyar deli geliyor aklıma. Kırlaşmış düz saçları , çenesine değin uzanan kalın favorileri , geniş gövdesi ve geniş yakalı gömleği ile bin sekiz yüzlü yılların Fransız yargıçlarına benzetirdim onu. Hani şu eski filmlerden görüp bildiğimiz. Malulen emekli edilmiş bir tarih öğretmeniydi galiba. Her öğle vakti elinde sefertasıyla gelip kocaman Atatürk heykelinin karşısına tüm azametiyle dikilirdi. Gayet kibar adımlarla heykele yaklaşır , elindeki tabakları Atatürk’ün ayakları dibine bırakır ve yavaş adımlarla uzaklaşırdı. Oradaki herkes , en çok da biz çocuklar heyecanlı bir film seyredercesine bir kenarda oturup olup bitecekleri izlemeye koyulurduk. İhtiyar , var gücüyle Atatürk’e tabaktakileri yemesi için emrederdi. Heykelin hareketsizliği karşısında öfkelenir , ona sırtını dönerdi. Belliydi ki bir şeyler yerken bir başkası tarafından gözlenmek rahatsız ediyordu heykeli. İhtiyar , heykele taraf döndüğünde boşalmış tabaklarla karşılaşırdı her defasında. Böyle durumlarda ihtiyarın keyfine diyecek yoktu doğrusu. Ama nasıl olduysa karlı ve soğuk bir kış günü İhtiyarı heykelin ayakları dibinde donmuş bir vaziyette buldular. Yanında dün geceden kalma boş yemek tabakları vardı. Getirdiği yemekleri , onun gelişiyle heykelin ardına gizlenen kenar mahalle çocuklarının yediğini hiçbir zaman bilemedi belki de. Hem zaten bunu bilmesi de ona mutsuzluktan başka bir şey getirmeyecekti , kimbilir. Tüm bu düşünceler arasında tekrar bakışlarımı duvardaki hüzünlü resme çeviriyorum. Gözleri bileklerimden sızan kana bakıyor gibi. Bir an ağlayabileceğini düşünüyorum. Gözyaşlarının yanaklarından sızıp resmin alt kısmına , oradan da duvara akacağını ; duvarın alt kısmına gelince de nemden pul pul dökülmüş ve yer yer kabarmış badanada tıkanıp kalacağını tahayyül ediyorum. Tıpkı fincan dipliğinin ortasına kadar gelip sonrasında tükenen bir kahve damlacığı gibi. Yarım kalmış ve hiçbir zaman gerçekleşmeyecek olan bir dilek tutmuşçasına... Michelangelo’nun Musa heykelinden konuşmasını istemesi gibi bir şeydi bu , gerçekdışı , çocuksu ve bir o kadar da komik. Gerçek olan ve bilinen tek bir gerçek vardı : O hüzünlü bir resimdi ve hep öyle kalacaktı ; ıslanıp yırtılıncaya , yıpranıp kayboluncaya dek. Şu ihtiyar deliyi şu an çok daha iyi anlıyorum. Peki ama ben kendimi inandırabilir miyim gözlerinle bana dokunacağına ? Sana doğru uzatabilir miyim ellerimi ? Gelip sarabilir misin yaralarımı ? Gittikçe tükenmekte , eksilmekte ve üşümekteyim. Şu hüzünlü bakışların ısıtabilir mi yüreğimi ? N e olurdu bir şeyler söylesen , hem ne kadar mutlu olur , belki de gönül rahatlığı içerisinde hemencecik ölürdüm. Ama bu bakışlar yok mu , bu bakışlar hüznün binlerce yıllık iskeletini çatırdatıyor. Ne olursun bakma artık gözlerime , bakma artık bileklerimden sızan bu kızıl kana. Nasıl ki bir şeyler yerken bir başkası tarafından gözlenmek istemezse insan , inan aynı şeyi ölürken de hissediyor.
SERHAT DEMİROĞLU 14 Ekim 2002