Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

06 Ağustos '08

 
Kategori
Öykü
 

Eski konak

Eski konak
 

Bu gün, Ekim ayının son Pazar’ı… Güneş’in, odamın ortasına kadar sokuluveren munis ışıkları. Huzme dediğimiz bir ışın tünelinde yüzmekte olan zerrecikler. Dışarıda, bitmiş yazın harareti çözülen sıcakları. Dökülmekte olan yaprakların inadına, kuru gövdelerine sığınan hayat nüvelerini başka baharların müjdecisi olarak saklayan ağaçlar. Kışın habercisi serin gecelerin uzadıkça uzaması. Kısalan günler ve zamanın daha bir telaşlı akışı.

Alıştığımız, güzel bulduğumuz sevimli şeylerin artık biteceği gerçeğini asla saklamayan bir mevsim: Sonbahar.

Hüzünlerin daha kolay ve sürekli hissedildiği günler. Gün be gün çıplaklaşan dallarda, öksüz duruşlu kuşlar.

Sararmış yaprakların örtüsü altında, uyanmayı bekleyen karakış. Karlı günlere dair bembeyaz hülyalar. Yağmurlara gebe siyah bulutlar. Kurumuş topraklara ilahi hazineden karşılıksız bahşedilecek rahmete, her zamankinden daha fazla muhtaçlığımız…


Kısa bir an bütün bu düşüncelerin güdüsünde, yaşadığım anın çerçevesini çizmeye, yaklaşmakta olan bir mevsimin bilinmezlik perdesini erken aralamaya kalkışmıştım. Ama sonra, nedensiz başlattığım bu çabanın gerisini getirmekten vazgeçtim. Galiba en iyisi, yaşanmakta olan zaman ve mekâna hemen dönüvermekti.

Öyle de yaptım.


Bugünkü güzel hava ve evde yapılacak önemli bir iş olmayışı, durduk yerde bilinçaltıma sunulan bir gezi davetiyesine dönüştü. Üstüne üstlük, dışarılarda dolaşmanın gizli ve özgün fırsatlar sunacağı hissine kapıldım. İşin tuhafı, buna inandım da… İçimden geçenleri gecikmeksizin uygulamaya koymalıydım. Daha fazla oyalanmadan sokağa çıkıverdim.


Evden çıkarken kararım, yorulana kadar yürümekti. Çevreme alıcı gözle bakabilmek için, otobüse mümkün olduğunca ileri durakların birinden binecektim. Farkına varılmamış nice küçük ayrıntıdan, önem taşıyan keşiflere ulaşacaktım belki de. Hayatı; çoğu kimsenin bilmediği bir pencereden, ama dikkatle, sabırla, titiz bir ilgiyle seyredecektim. Küçük şeylerin özünde saklı duran güzellik, huzur ve esin dünyasını gönül gözüyle görecek, ferasetle özümseyecektim.


Evimin bulunduğu sokaktan sağa kıvrılıp ana yola çıktım. Artık semtimizi caddeye bağlayan kaldırımı adımlamaktaydım. İlk döşendiği sıralarda birbirlerini bir desen şıklığında tamamlayan iki ayrı renk ve şekilde olan taşların bazıları şimdi çökmüş, yerlerinden oynamışlardı. Pabucumun burnunu çarpmamak için özenli yürümek gerekmekteydi. Ben de bu ihtiyatlı tutumu elden bırakmamak için gözlerimi yerden ayırmıyordum ki, hayranlık verici bir mücadelenin kahramanlarını o an görüverdim. Onlar; kaldırım taşlarının aralarından filizlenip serpilivermekte olan ota benzer, gösterişsiz, çiçeksiz fakat dirençli bir bitki türüydüler. En çorak topraktan bile daha yoksun, tabii ya da suni hiçbir katkı kırıntısı içermeyen, sudan ve ilgiden uzak bir zeminin bağrında böylesine inatla hayata tutunmaktaydılar. Beslendikleri göze görünür bir nimete sahip değildiler ama renkleri koyuya yakın yeşillikteydi. Kimisi yanlara doğru yayılmakta, bazısı da sanki boylanma ve küçücük dallar verme çabasındaydılar. Hallerinden çok memnun bir canlılıktaydılar hepsi de. Bütün sadeliklerine rağmen özgün ve güzel görünüyorlardı. Üzerlerine basmaktan sakınarak çevrelerinden dolaştım.


Ana caddeye vardığımda bu defa sol yöne devam ettim. Yolun iki tarafında yer alan yapıların hiç birinde gönül çelici özellikler yoktu. Cephelerinde mimari özen ve estetik kaygının izi olmayan, farklı renk fakat benzer biçimdeydiler. Onlar sadece; kaldırımın hemen kıyısında yükselen, alt katlarının tümü dükkân olan, bahçe yoksunu eski ya da biraz daha yeni beton yığınıydılar. Vitrin dekorları, spot ışıkları ve teşhir edilen ürünlere bakmadan, duraksamadan yürüyüşümü sürdürdüm. Yolumun üstündeki durakları görmezden gelerek, vızır vızır işleyen otomobilleri yok sayarak hedeflediğim menzile doğru ilerlemekteydim. Yorgunluk belirtilerine aldırış etmemeliydim.


Yarım saatin sonunda Çamlıca durağına varmıştım. Eski İzmir gazinosunun yerinde yapılmış park alanına girip, banklardan birine oturdum. Gezintimin bu safhasında, soluklanmak ve artık bunaltmayan güneşten yararlanmak iyi gelecekti. Önümdeki olağan manzarayı, gelip geçen arabaları, yürüyen ve durakta bekleyen insanları bir süre izledim... Sonra; parkın çimine, çiçek ve ağaçlarına, değişik bir tasarımla yapılmış havuzuna yöneldi dikkatim. Genişçe bir alan kaplayan bu bölüm, kaya görünümlü küçük tepeciklerden oluşmuş minyatür bir dağ modelinde düzenlenmişti. Suların, en üstteki bir noktadan kaynamaya başlayıp, aşağıdaki havuz kısmına çağlayan misali akarak döküldüğüne ancak bir kere rastlayabilmiştim. Yazık ki, bugün de sularından yoksun, coşkusuz ve sessizdi.


Zaman ilerledikçe yorgunluğum azalıyordu. Bu defa, oturduğum yerden geriye yaslanarak gökyüzüne çevirdim bakışlarımı. Az bulutlu bir gökyüzünün duru maviliğinde, hayli yükseklerde, martılara benzettiğim beyaz kuşlar çarptı gözüme. Daireler çizerek uçuyorlar, diğer yandan da çok uyumlu manevralarla birbirlerinin içinden geçiyorlardı. Narin süzülüşlerle göz okşayan bu zarif gösteriyi, bitiyor sandığınız yerde aynısıyla tekrar başlatıyorlardı. Ama bu güzel eylemi sürdürürken aynı yörüngede kalamıyorlar, her seferinde biraz daha sağa doğru kayıyorlardı. Ve bir zaman sonra düzenleri giderek bozuldu ve kuşlar dağılarak gözden uzaklaşıverdiler. Gökyüzünde her zaman rastlanmayacak bu özel töreni izleyebildiğim için kendimi şanslı saydım.


Bir saate yakın bir süredir oturmakta olduğum parktan artık ayrılmalıydım. Az ilerideki duraktan otobüse binip, Üsküdar’a gitmeye karar verdim. Bu esnada, bulunduğum yolun karşı tarafında ve bana elli metre kadar uzaklıkta olan birisi gözüme ilişti. Sırtı yola, yüzü bahçe içindeki eski bir ahşap binaya dönüktü. Bahçe duvarının önünde duruyor, elindeki resim defterinin geniş sayfasına kurşun kalemiyle çizim yapıyordu. İçimde birden bire uyanan merak ve ilgiye fazla direnemedim. Az önceki kararımı unutup, o tarafa ilerledim. Adam yaptığı işe kendini vererek, titiz ve ciddi bir çalışmayı sürdürüyordu. Yanına fazla sokulmadan ötede bir yerde durdum. Orta yaşlı, spor giyimliydi. Sol omzunda asılı ağır çantanın farkında değilmiş görünüyordu.


İşe gidiş ve dönüşlerde otobüsle önünden her geçtiğimde göz ucuyla görebildiğim, ama içten içe ilgi duyduğum bu eve hiç bu kadar yakından bakma fırsatım olmamıştı. Şimdi burada farklı duygularımla, günümüze uzak bir zamanın eşiğindeydim. Unutulmaya, yok olmaya direnen yorgun fakat canlı bir hatıraydı karşımda duran. Günlük yolculuklarımda yakalayamadığım ayrıntıları, durduğum yerden incelemek heyecan vericiydi benim için. Dış demir kapısı kilitli duran yüksek korkuluklu bahçe duvarının korumasındaki bu iki katlı eski ev, epey zamandır ilgi ve bakımdan uzak haldeydi. Binanın tüm yapısını saran ahşap dilimlerin rengi neredeyse siyaha dönmüştü. Ön cephenin ortasında çürüyüp dökülen şerit halindeki bir bölüm dışında, kalan yerler yıpranmışlıklarına rağmen bütünlüklerini korumaktaydılar. Bahçe girişinin tam karşı hizasında ve az ötesindeki sahanlıkta, her iki kanadı dikdörtgen kabartmalı, ahşap ve çok sade bir giriş kapısı bulunmaktaydı. Kapalıydı ve hala güvenli görünmekteydi. Zemin kat pencerelerinde, sade bir işçilikle yapılmış ve artık paslanmaya yüz tutmuş olan demir parmaklıklar takılıydı. Koyu gölgelerle kaplanmış camlar, iç mekânları yabancı gözlerden saklıyordu. Ön taraftaki alanın dar olmasına rağmen, arka bahçesi şaşırtıcı genişlikteydi. Çevresindeki ağaçlar, binanın boyunu aşmışlardı.


Yazık ki, sokak aydınlatma lambası bile buraya uzaktı. Saatler sonrasında burada oluşacak manzarayı düşündüm bir an. Gün, geceye döndüğünde; bu eski konağın, karanlığın koyu örtüsüne yalnızlığıyla, insan sesine ve soluğuna hasretliğiyle bir kez daha bürünecek oluşunu hayal ettim. Kim bilir? Nice mehtaplara ve cırcır böceklerinin yıldızlara karşı söylediği tekdüze şarkılara sahne olmuştu burası. Çatısının soluklaşmış kiremitleri kaç mevsimin yağmuruna, karına göğüs germişti. Bahçesindeki ağaçların güçlü dallarında kaç salıncağın çocuksu heyecanı kalmıştı. Üzerlerine bereketli piknik sofralarının kurulduğu çimler, şimdi nasıl da cılız, dağınık ve seyrelmiş otlara dönüşmüştü. Tozlanmış pencere camlarına, sevdiklerinin dönüşünü bekleyen hangi yüzlerin özlemli bakışları sinmişti.


- Bu eski bina sizin de ilginizi çekti galiba?


Bu soru resim çizen adamdan gelmişti. Kendimi toparlayıp, biraz da heyecanla


- İlgiden de öte beyefendi


Diye cevapladım.


Aramızdaki mesafe öncekine nazaran epeyce azalmıştı. Çizdiği resmi görebilecek yakınlıktayım.


- Ana hatları ortaya çıkmış bile. Güzel bir resim olacak.


- Beğendiğinize sevindim, teşekkür ederim.


Benimle aynı ruh halini paylaştığını görünce, bu konudaki duygu ve düşüncelerimi paylaşmak geldi içimden.


- Doğrusu nedir bilmiyorum ama ben, hep konak olarak kabul ettim bu evi. Size inanılmaz gelse bile; içinde yaşanmış eski hayatları, bir gizli bölümünde gözlerden uzak ama hala bütün canlılığıyla sakladığına inanmaktayım. Endişem bu yüzdendir belki. Birilerinin, onu bütün mazisiyle beraber yakıp, yok edeceği korkusundan hiç kurtulamadım.


Adam, ilk zamanlardaki yabancı tutumundan sıyrılmıştı artık. Gülümseyerek,


- Demek aynı kaygıyı taşıyormuşuz birbirimizden habersiz. Kaderin cilvesi ya, buluşmamız nasipmiş burada.


Bir süre sessizce durduğumuz yerden eski eve, hayalimizin mahzun konağına yeniden baktık. Ne hikmettir ki bu andan itibaren, ne ben, ne de ismini dahi bilmediğim ressam adam konuşma ihtiyacını duymadık bir daha.


İki yabancı insan, bir randevusuz buluşmanın habersiz davetlileri… Zamanın geldiğini kabul etmeliydik. Birbirimizle vedalaştık.


Bütünümüzdeki bir parçayı, o eski konağı orada bırakıp; bir suçlu tedirginliğiyle, sessizce ayrıldık.

 
Toplam blog
: 34
: 589
Kayıt tarihi
: 28.07.08
 
 

1952 yılı Şanlıurfa doğumluyum. Edebiyat ve Türk Sanat Müziği yapabildiğimce- uğraştığım sanat dalla..