Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Kasım '15

 
Kategori
Deneme
 

Eski resimler

Eski resimler
 

Kasım'ın ilk günleri, pastırma yazı başlamış, sürüp gidiyordu tüm güzelliği ile. Pastel renklere bürünmüş bir doğa, soluk bir sonbahar güneşinin solgun ışıkları altında tembel bir kedi gibi uzanmış, fırsat bu fırsat iliklerini ısıtıyordu.Tembellik bulaşıcıydı galiba, bana da bulaşıyordu. Yada son günlerin sarsıcı gelişmelerini kabullenememek istem dışı bu ortamı hazırlıyordu. Önümde uzun, bitmek tükenmek bilmez bir gün. Ne yapmalı? Müzik dinlemek, kitap okumak, yürümek, sonra bir iki dost ile telefonlaşmak, ya sonra? Televizyonu açıp bildik söylemlere mi sinirlenmek?  Sonra...
 
Zaman geçmiyordu, zaman geçiyordu. Ne yapmalı? Beynim gene durmaksızın benimle konuşup duruyor. Konuşma onunla. Kolay mı? Onunla konuşacağına kalk bir şeyler yaz .Kolay mı? Hayat akıp gidiyordu. Gerçekten akıp gidiyor, devam ediyor mu? Bir de zamanla derdi olanlara sormalı devam ediyormu diye. Yada nasıl devam ediyor diye. Zamanı bol olan, yaşadığı zaman diliminden hoşnut olmayanlar gibi eskilere sığınıyordum. Eskiye sığınmak derken aklıma hep geniş bir kavisle rampa yukarı oflayıp puflayarak çıkmaya çalışan, dumanı arkasında asılı kalmış kömürlü lokomotifin çektiği bir yolcu treni gelir. İçerisinde hep aynı yere gittiğini sanan, aslında hepsi ayrı ayrı yerlere giden, bir sürü ayrı dünyaların, ayrı kaderlerin insanları…Büyük, ama aslında küçük olan bir dünyada neden ayrı dünyaların insanları gibi yaşıyorduk? Bize herkesin dünyası kendine dedirten şey yoksa kendi bencilliğimiz miydi? Onun için mi bu yaşanası dünyayı küçültüyor, yaşanmaz ve çekilmez yapıyorduk giderek? Onun için mi? Neyi paylaşamıyor, yada neyi paylaştığımızı sanıyorduk…
 
Yazıyorum ya, kendimle konuşan beynim gene araya girdi. Bak gördün mü, zaman geçmiyor diyordun, ne güzel akıp gidiyor. Doğru, zaman geçiyordu. Hem bak artık kendi kendinle de konuşmuyorsun. Oysa yazmakta kendi kendine konuşmak değil mi?
 
Eskilere sığınmak dedim ya, ne zaman eskilere sığınsam aklıma hep çocukluk yıllarım gelir. Bir de Erzincan. Neden acaba? Nedeni var mı? Çocukluk yıllarım hüznün, Erzincan da mutluluğumun yıllarıdır. Çelişen iki uç. İlk defa orada kendimize ait bir evimiz olmuştu. Evliydim, iki kızım vardı, oğlum orada dünyaya gelmişti. Mesleğimi ilk defa kendi başıma ve kendimce yapıyordum. Kendimi son derecede özgür hissediyordum.
 
Bir “dağları karlı Erzincan” akşamı aklıma takılı kalmıştı, dalmışım. Gündüz başlayan kar hala gecenin ak karanlığında yağmaya devam ediyordu. Döne, savrula, alçalıp düşer gibi olup sonra yükselerek ve ağırdan ve incecikten. Sanki geçmişi yağıyordu. Gece çoğalıyordu sessizlikte. İçimde gürültüler artıyordu. Van depremi olmuştu, yardıma gitmiştik. On gün kaldık, ölen ölmüş kalan sağlar bizimdi. Bizim miydi? Dönmüştük. Dönmüştük dönmesine de, Çaldıran’da bir köylünün söyledikleri aklımdan çıkmıyordu bir türlü. Bir yığın şikayette bulunmuştu. Soğuk bir gündü. Dağların dorukları karlıydı, yerlerde kar vardı. Üzerimdeki yakaları kürklü asker parkasından, onun üşüyor olması nedeniyle utanıyordum. Biraz sonra başbakan buraya gelecek, bu şikayetlerini ona söyle dedim.
 
-Ne söyleyeyim doktor bey, masanın başına oturdun mu çekmeceler kendine taraf açılır. Üşümem çoğalmış, yutkunup susmuştum.
 
Dalıp gitmek zaman bolluğunun, ya da can sıkıntısının sonucu olsa gerek. Ya da bir çeşit eskiye sığınmak. Eski defterleri, eski resimleri karıştırmak. Eski resimlerime bakıyorum, neredeyse ilk bebeklik yıllarımdan başlayıp, hayatın çeşitli dilimlerine, son yıllara doğru uzanan günleri kapsayan bir yığın eski resim. Zaman üzerlerinde sararmış, donmuş kalmış gibi. Hepsinde dikkatimi çeken bir şey var. Hiç birisinde dudaklarımın kıvrımlarında bir tebessümün, gözlerimde bir gülüşün az da olsa izleri yok gibi. Kalabalıklar içinde olanlarda bile orada olmakla birlikte, gözlerim çok uzaklardan bakıyor gibiler. Çok uzaklardan, orada değiller…Bunun farkındayım zaten senelerdir. Sabahları aynada da bana uzaktan bakan kendi gözlerim. Neden böyle? Kaçmak mı; değil, yüzleşememek mi, o hiç değil. Kendilerine bakmaya hiç alışamamışlar, hep başkası için; ne olacaklar, nasıl olacak diye bakmış bir çift göz başka nasıl bakabilirdi ki?
 
Gülmek desen, o da öyle. Oysa kalabalıklar içinde neş’e kaynağı bile sayılabilirim. Ama aslında neşeli görünmek ilk çocukluk yıllarımdan beri içimde baş kaldırmaya çalışan bir hüznü bastırma çabası değil mi? Bakışlarda öyle değil mi, hüzün değil mi onlara anlam katan? Bilirim; acılar yürekten önce gelip gözlere otururlar .Bir daha da hiç çıkmazlar. Bilirim, çünkü çok gördüm. Bebesi umarsız bir hastalık tanısı almış bir annenin, eşini kaybetmiş bir kocanın, babası ölmüş küçük bir çocuğun, hapishane koğuşunda ölüme yatmış bir tutuklunun, salaş bir meyhanede bir başına içen bir akşamcının gözlerinde aynı acıyı çok gördüm. Acı, mesleğimin doğası gereği ve kendim de yaşadığımdan mı ne, bildik bir şey olmuştu benim için. Yaşamak gibi alıştığımız bir şeydi. Ve yaşıyorduk, " erik ağaçları şahidimiz " di. Sahi yaşıyor muyduk? Bu çelişen, bu çıkar, bu zıtlıklar dünyasında, her gün biraz daha tüketerek, değerleri alt üst ederek, iki yüzlü, çok yüzlü, etrafı kana bulayarak, kirleterek, arkadan atıp tutarak neyi paylaştığımızı sanıyor, ne yaptığımızı zannediyorduk.Yarınları emanet ettiğimizi söylediğimiz çocukların aslında yarınlarını çalmıyor muyduk? Onların gözlerine bakabilme yürekliliğimiz nasıl olabilirdi?    
 
Çocuklar; anayurdumun kara gözlü kavruk çocukları. Büyük kentlerde bile yüzlerce bir sınıfa doldurulup okumaya çalışanlar, kırmızı ışıklarda ciklet, kağıt mendil satanlar, Çiçek Pasajının alkol buharlı masaları arasında yarınlarına karanfil uzatanlar, yazın tarlada çalışıp, kışın küçük ayakları üşümüş kilometrelerce yürüyüp okullarına gidenler, hala kızamıktan ölenlerine ağıtlar yaktığımız, çocuk yaşta başlık parasına evlendirilip çocukluğunu yaşayamayanlar, yada çocukluklarını yaşatıyor sandığımız. Çocuklar; kavruk, küçümen, büyük bakışlı, suskun çocuklarımız. Anayurdumun kara örgü saçlı, kara ürkek bakışlı, ceylan çocukları. Bizim çocuklarımız. Kırın camları çocuklar…
 
Kapı çalınıyordu. Açtım. Torunum; dede ben geldim diyordu. Gözlerinin içi gülüyordu…
 
 
Akın YAZICI
4Kasım2015/İzmit
 
 
Toplam blog
: 190
: 391
Kayıt tarihi
: 07.05.14
 
 

1965 Ankara Üniversitesi Tıp fakültesinden asker hekim olarak mezun oldum. Gülhane Askeri Tıp Aka..