Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Mayıs '20

 
Kategori
Kent Yaşamı
 

Evdeki Yabancı

 

Hayata gözlerimi açtığım, hatta konuşmayı söküp, ilk adımlarımı attığım eski evimizde; hemen hemen bütün sokak büyük, köklü bir aile gibiydi. Sokağın neredeyse en kıdemli sakinlerinden olan babam, hemen iki sol yanımızdaki apartmanda oturan amcanın açık penceresinden yayılan yüksek müzik seslerini duyunca; "coştu bu adam yine" diye takılıp, yıllardan beri kanıksadığı bir ritüele olan alışkanlığını her defasında dile getirirdi. Ya da evin duvarlarından, hemen yandaki apartman dairesinden yankılanan yüksek bağırış ve kavga seslerini duyan annem; "ne sorunları var yine kim bilir?" diye içinden geçirip, âdeta el âlemin dertlerini kendine dert edinirdi. 

Bir evden cenaze kalkmışsa eğer; neredeyse bütün sokak sakinleri olarak toplaşılıp, araçlar ayarlanırdı. Toplu olarak ilk önce cenaze namazının kılınacağı camiye ve ardından mevtanın defnedileceği mezarlığa gidilirdi. El birliğiyle ölen komşu ebedi istirahatgâhına yerleştirilir ve dualarla topraklar atılarak, komşuya karşı son bir görev yerine getirilirdi.

Mezarlığa gitmeyen sokağın kadın sakinleri ise, yine bir araya gelip, ölen komşunun evinde toplaşırlardı. Ölen komşunun acılı yakınlarına destek olacak şekilde, taziye evinde bulunan her komşu dönüşümlü olarak mutfağa girip, akşamki ilk okuma için verilecek mevlit yemeğinin hazırlanışına elinden geldiğince katkıda bulunurdu. Vefat eden komşunun evine belli bir süre boyunca, komşu hanelerden yemekler gönderilir; cenaze evinde temsilî olarak ocak tütmezdi. Bu arada hayatını kaybeden komşuya son görevlerini yerine getirip, onu ebedi istirahatgâhına defneden sokağın erkek sakinleri, vefat eden komşunun akşamki Kur'an okumasını gerçekleştirecek hocayı da el birliğiyle ayarlayıp, son komşuluk vazifelerini de böyle yerine getirirlerdi.

Yalnız cenazesinde katmerlenen acısı paylaşılan değil, aynı zamanda bayramda ilk ziyaret edilip, hatırlanan yakındır; komşu.

Yıllar geçti. Şehirler daha da kalabalıklaştığı gibi, şehirlerde hâkim yerleşim kültürü de bir o kadar değişti. 80'li ve 90'lı yılların naif mahalle kültürü, sonraki yıllarda artık yerini; her tesisi içinde, korumalı site yaşantılarına bıraktı.

Sitelere hapsolduk, diyebilirim. Belki geçmiş yıllarda yaşanmış siyasi gerilimler ve bu gerilimlerin birer yansıması olarak ardı ardına patlak veren asayiş sorunları; yıllar geçtikçe daha güvenli mekânlarda yaşamlarını sürdürme ihtiyacı hisseden birçok kişiyi mahalle hayatından koparıp, site dairelerine hapsetti. 

Yaş olarak belki pek hatırlamam, hatta daha küçük bile olabilirim. Eskiden her mahallenin bir bekçisi olurdu. Her ne kadar, "bugünün modern motorize emniyet güçlerinin yanında mahalle bekçisinin yeri de ne ki?" diye düşünülecek olsa da; bir zamanlar mahalle bekçileri, şehrin ruhu gibiydi. Yoksa merhum Kemal Sunal'ın ünlü Bekçiler Kralı filminde canlandırdığı bekçi karakterinin ne naifliği kalırdı ki?

Günümüzde gıda terörü tehlikesi ortaya çıkıp, yiyecek ve içecekler artık kapalı paket ve şişelere girmeden çok önce, her mahallenin bir de sütçüsü vardı. Seher vaktinde daha kimseler ortalıkta değilken, şehrin sessizliği içerisinde mahallenin bir ucundan öbür ucuna bir tek emektar sütçünün cılız tondaki sesi yankılanır; gelmek üzere olan servisin telaşıyla zar zor kahvaltısını yaptırıp, çocuğunu bir an önce okuluna hazırlamanın derdine düşen her anne, bir yandan da emektar sütçünün yolunu gözlerdi. Süt içmeyi sevmeyen çocuk var mıdır acaba bugün hâlâ? Doğruya doğru; ben de pek sevmezdim o yaşlarda süt içmeyi. Artık ne etken olduysa, alıştım çok sonraları.

İnsanlar site bloklarına, dairelere hapsoldular hapsolalı; zamanla mahalleye özgü insani değerler de birer birer kaybolup, gitti. Karşı dairedeki kat komşumuzun bir gün ansızın başka bir yere taşınıp, gittiğini bile çok zaman sonra tesadüf eseri öğrenen bir topluma dönüştük. Selamlaşmanın, dinimizin bir gereği olarak genel kabul gördüğü toplumumuzda; ne var ki birbirinden sabahları bir "günaydın"ı dahi sakınan insanlar haline geldik. İnsanlar, incir çekirdeğini dahi doldurmayan sebeplerden birbirlerini kırmayı, burunlarından kıl aldırmamayı âdet edindiler kendilerine. Kapıdan çıkarken birbirinin yüzüne dahi bakmayan insanlar, kapının ardında selam vermediklerinin dedikodusunu yapar oldu.

"Mahallenin şirin çocuğu"nun, yıllar geçtikçe asi ruhlu bir site burjuvasına bu denli ani dönüşümünü belki de hiç kimse hesap edemezdi.

On yılı aşkın süredir aynı site ve dairede oturmaktayım. Ama şu an bile hemen bir kat üstümüzdeki dairede kimlerin oturduğunu, hemen üst çaprazımızda oturan site sakininin emekli mi olduğunu ya da hangi işte çalıştığını açıkçası pek bilmiyorum. Belki çok büyük bir sosyal eksiklik olarak görülebilir bendeki bu bilgi yetersizliği. Ya da geçmiş zamanda bir konuyla ilgili adı geçti de, zamanla komşunun adını ben unuttum. Ama pek çoğumuz zaten böyle değil miyiz?

Ev dediğimiz yer, bir kabuk. İster yalnız yaşayan, ister aile olalım; her birimiz, o kabuğun çekirdekleriyiz. Ve kabuğumuzun dışında meydana gelen birçok olay, taraflarından biri olmadığımız müddetçe pek de ırgalamıyor bizleri. Yakın çevremizde oluşan etkileşimlere bu şekilde kayıtsız kalıyoruz. Belki kendi kabuğumuza çekilmemiz, güvenliğimizi sağlamamız açısından önemli bir şey. Ama gitgide birbirimizden de uzaklaşıyoruz. Bir konuda kabuklar arasında yoğun bir tartışma yaşanmayagörsün; ancak o vakit hatırlıyor çekirdekler, karşı kutuptakinin kim olduğunu. Azgın bir mesai gününün yorgun akşamında, bir renkli dünya esir alıyor sonra bizleri. Televizyon ve kanallar, diziler, haber programları hayatımıza girdiler gireli; unuttuk neredeyse karşılıklı ziyaretler ve halleşmeleri. Bu Ramazan ayı ve bayram birer milât olsun, onaralım tümden kırılan kalpleri.

 
Toplam blog
: 266
: 1321
Kayıt tarihi
: 22.06.06
 
 

1982 yılında İstanbul'da doğdum. Açık Öğretim Fakültesi İşletme Lisans eğitimimi 2005 yılında tam..