- Kategori
- Felsefe
Evrensel insan
Thales’le başlayan Antik Yunan’da düşünürler ailesi “anlamak için bilmek” imi ile genel olarak aklın bilgiye ulaşmak için bir araç olduğu görüşünü kabul ederler.
Yunan felsefesinin etkisinde gelişen Roma’ nın düşünsel dünyasında felsefe "Philosophia” olmaktan çıkıp zamanla Hıristiyanlığın tesirinde “Theosophia” ya dönüşecektir. Atina’ daki “Akademiya’ nın kapatılmasından sonra, akıl bilgi edinmek için bir araç olmaktan çıkıp inanmak için bir araç haline gelecektir.
Roma İmparatorluğu' nun insanlığa armağanı olan Orta Çağın alacakaranlığında bütün soruların yanıtlarının ve sonuçlarının hazır biçimde verilen önceleri “İnanmak için anlıyorum” ilkesini yerleştiren St. Augustinus’ la Patriastik (patros = kilise babası), sonra da “inanmak için bilmeliyim” diyen Aquinolu Thomas’la skolastik ( schola = okul) eğitimlerin sunulmuş olması, arada bir iki saman alevi gibi parlayan aydın düşünürlere rağmen, insan zekâsının gelişimini yaklaşık bin yıllık süre için aksatatır. Bu devirde 1215 yılında Britanya Adalarında başlayan ayaklanma sonunda halkın Kral John’a karşı kazandığı zaferin belgesi olan Magna Carta insanlık tarihinin bir dönüm noktasıdır. Magna Carta ile kral soyu, ilk defa olarak aslında var olmayan ilahi özellikleri ve avantajlarını kaybetmişlerdir. Magna Carta’nın etkisini kıta Avrupa’ sında göstermesi ise yaklaşık dört yüzyıl sürecektir.
Batıda bunlar olurken bin sene önce güneşin yükseldiği söylenen Doğuda “Ya şu ya bu” yerine “hem şu hem bu” hoş görüsü ile Uzak Doğu’ da çeşitli inançların bir arada yaşayıp gelişmeleri mümkün olmuştur. Bütün tek tanrılı dinlerin beşiği olan Orta Doğu 7. yy dan itibaren İslamiyet’ in egemenliğine girmiştir. Helen düşünce sisteminin bir devamı gibi olan ilk İslam düşünürlerinden Farabi en yüksek erdem olarak akıl ve bilimi göstermiş ve bunların kaynağının Tanrı olduğunu söylemiştir, akılla dini uyuşturmaya çalışmış “insan ruhu kandil, bilim onun aydınlığıdır” demiştir. Aquinolu Thomas’ la yaklaşık aynı devirde yaşamış olan Gazali’ ye göre ise akılla inanç uzlaştırılamaz ve akıl kuşkuları doğurur, insan doğruya ancak Tanrı’ ya olan inançla ulaşılabilir. Mevlana’ da “aklın amacı Tanrısal özü görmek, O’ nun birliğine ulaşmaktır” fikrinin sahibidir.”Akıl, bu hakir dünyanın kandilidir, Tanrının ışığı rehber olmadıkça. Aklı nasıl rehber alabilirim” sözü de Mevlana’ ya aittir. “İlim kendin bilmektir” diyen Yunus’ a göre bile bu yalancı dünyaya değer vermemeli, akıl ruhla bedenin çatışan taleplerini çözmekte kullanılmalıdır.
15. yy. lın ortalarında başladığı kabul edilen Rönesans’ la birlikte düşünce sisteminin merkezinin yavaş yavaş Tanrı olmaktan çıkıp, önce insan, sonra da doğa olduğunu ve ana temanın insanın özgürleşmesine doğru kaydığı görülür.
1690 yılında John Lock’ un “İnsan Anlağı Üzerine Bir Deneme” adlı yapıtının yayınlanması ile “Aydınlanma” çağının başladığı kabul edilir.
Aydınlanma döneminde insan aklı en yüksek değerini Alman İdealizminde bulmuştur. Onlar, Akıl yoluyla algılanan duyumları, yine akılla sorgulayarak geliştirmişler ve böylece akılla bilgiden bilgi üretme yoluna girmişlerdir. Bunun sonucunda zaman zaman inkârcılığa, ateizme kadar uzanan sivri uçlara varılmış olunmasına rağmen insanoğlu geçirdiği acı deneyimlerle yine aklını kullanarak raydan çıkmış vagonları büyük ölçüde tekrar rayına oturtabilmeyi başarmıştır.
Bu ekolde Kant iyimserliğin simgesi olurken, Schopenhauer kötümserliğin timsalidir. Kant aklı dünyaya bakılan bir pencere olarak görmüş, ancak “akıl tek başına hiçbir şey algılayamaz, duyular ise hiçbir şey düşünemez” demiştir. Kısaca Kant’ ın felsefesi “kritisizm” olarak adlandırılır. Peşinden gelen Hegel düşüncenin düşünülmesi mantığı ile “Diyalektiği” geliştirmiştir. Kendisi Tanrı inancı taşımasına rağmen, onun düşünce sistematiği Feuerbach’ la başlayarak Nieztsche, Marks ve Engels de bilinen uç düşünce, inanç ve sosyal düzenlere kadar uzanacaktır. Hegel’ e göre Fransız devrimi düşüncenin ürünüdür.
17 yy. dan başlayarak artan bir ivme ile gelişen teknoloji, değişen toplumsal ilişkiler, yıkılan anane ve töreler, ikisi tüm Dünya’ yı saran, yaşanan bunca savaş, kan, kurulan ve yıkılan çeşitli idari ve ekonomik düzenler, ortadan kalkan uzaklık kavramı, iletişimdeki akıl almaz gelişmeler Nietzsche’ nin “Übermensch” (üstün insan) ini mi, yoksa geliştirdiği teknolojinin esiri durumuna düşen zavallıları mı yarattı? Başka bir deyişle Erich Fromm gibi 20. yy. sonunda yaşayan insan “teknoloji dininin” tutsağı olarak mı tanımlanmalıdır?
20. yy. düşünürlerinden olan, “da sein” (orada olmak) terimini kavramlaştıran Heidegger’ e göre çağımızın asıl sorunu gerçek düşüncenin yokluğudur. İnsanın nesneleştirildiği ve şeyleştirildiği bir çağda mutluluktan bahsedilemez. Oysa insan “kendisi için şey” yani özne iken, diğer canlılar “kendinde şey” yani nesnedirler. Kişi toplumun güç odaklarının kuklası olmamak için kendini fark edip varlığının kontrolünü eline geçirmelidir. Böylece kendini bulan ve seçen insan “kendi gibi”, bunu başaramayan ise “herkes gibi” olur. Ne yazık ki Heidegger bunları söylerken yaşadığı devrin Almanya’ sının şartlarından kaynaklanan düşüncelerle demokratik ve insancıl çözümler önerememiştir.
J.P. Satre “Özgürlük, nesnelerin ve olayların anlamını tanımlama ve onlara anlam verme niteliğidir. Düşünce olmaksızın, özgür olamayız” derken, sanki “var olduğu için düşünen” Descartes’ ı yanıtlamaktadır. Bazıları tarafından Tanrıtanımaz olarak tanımlanan Satre, aslında insanın Adem’ le Havva’ nın işledikleri ilk günahı ortaya atan dinlere karşı başkaldırdığını, Tanrı’ nın varlığını inkâr etmediğini söylemekte ve “insanın amacı Tanrı’ ya ulaşmak, Tanrı olmaktır” teziyle bu iddiaları çürütmektedir. Ona göre insan özünü öznel seçimleri ile belirlemelidir. Yaşamak kendi olmaktır derken
Şeyh Galip’in
Özüne hoşça bak,
Çünkü evrenin gözü sensin,
Sen bütün varlıkların gözbebeği olan,
İnsanoğlusun
Dizelerinden başka bir şey söylememektedir.
İnsanlığın düşünsel evrimi yolculuğunda uğranacak olan son durak insanı zengin bir sosyo psikolojik yaklaşımla inceleyen Erich Fromm’ dur. Fromm, önce teknoloji dininde zavallılaşan, annesi tarafından kanı emilen, kendine yabancılaşan insanı acımasızca tarif etmektedir. “Her şeye sahibim, ama hiçbir şeyim” diyen insan için onun umut dolu reçetesi hazırdır:
Sevgi ile bakıyor Fromm, yaşama sanatında başarısız kalmanın nedeninin doğuştan kötü olarak izah edilemeyeceğini savunuyor, insanın bir yol ayırımında olduğunu, ya içinden gelen sevgi ve üretici çalışma gücünü kullanarak ( yani kendini geliştirerek) diğer insanlarla bütünleşmek, ya da özgürlüğünü yok sayarak güvensiz ve edilgen bir asalak olarak yaşamak, ayırımında olduğunu söylüyor
Fromm’ a göre insanlar genelde iyi paketlenmiş dinlerin müridi olarak var oluş sorumluluğundan kaçarlar. Böylece bireysel özü yok olan insan mutlu olacağını düşünürken huzursuz ve korku içinde kalan biri oluverir. Ona göre kuvvet ve ceza figürleri ile özdeşleştirilmiş Tanrı artık Tanrı olmayıp Sezar’ dır. Humaniter olması gereken dinlerde Tanrı, insanın yargıcı ve efendisi değil, onun gönül yoldaşıdır. Ona göre Cennet’ te meydana gelen olay insanın özgürlüğüne doğru attığı ilk adımdır.Tanrı kimsenin ibadetine ve tapınmasına muhtaç değildir. Onun tek istediği insanın olgunlaşması ve yaratılanı sevmesidir.İnsanın yetkinleşmesi, Tanrı’ dan bir parça olabilme erdemine kavuşabilmesidir. Gerçek erdem sevgidir. O halde bunları yüzyıllar önce söylediği için derisi yüzülen Hallacı Mansur’ a ne demeli?
Sevgiyi ise kişinin içsel katılımı ve üretici eylemi sonucunda kendi sınırlarından çıkarak, bir başka insanla bütünleşmesi olarak tanımlıyor, Fromm. Ona göre insanın gerçek sevgiyi yaşayabilmesi için önce kendi bireyselliğini yaşaması ve kendi ayaklarının üzerinde durması gerekir.
Bu düşünceleri şiirleri ile çok önceleri bu topraklar üzerinde yayan, yaymaya çalışan bir Tevfik Fikret insanı evrenin ruhu olarak tanımlamış, onu kutsamış ve tanrılaştırmıştır. Fikret, gençliğe
Cehl ölmeli, zulm ölmeli, hak bulmalı kuvvet
Hakkın yüzü güldükçe, gülümser beşeriyet
Dizeleri ile seslenirken onları bilim ışıklarıyla donanmış düşünce ordusu olmaya çağırmaktadır.Bu, fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir gençlik diyen M. Kemal’ in de özlemi idi.
Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın
Yok edin insanın insana kulluğunu
Bu davet bizim
Yaşamak ! Bir ağaç gibi tek ve hür
Ve bir orman gibi kardeşçesine
bu hasret bizim
Diyen bir de Nazım Hikmet var:
Sonuç olarak insan, günümüz insanı kendi yarattığı eserlerin, kendi yaptıklarının ve kendi kurduğu örgütlerin kölesi haline düşmüştür ve bu durumda mutluluğu, ancak kendini ön koşullu olarak bağladığı tüm bağlardan kurtarıp evrenselleşebildiği ölçüde yakalayabilecektir. Gerçek evrensel insan, varlığını ve yaşamını bütün insanların yaşamıyla birleştiren, onların yararına çalışan insandır.