Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Eylül '08

 
Kategori
Felsefe
 

Felsefe feneri

Felsefe feneri
 

“BU DA GEÇER YA HU!” İşte bu söz bence felsefenin en sönmez feneridir.

"Felsefe, kendisine inanıldığında hiçbir işe yaramaz" (Odo Marquard)

Felsefe soru sorma sanatıdır.

Felsefe hocası 100 puanlık sözlü sorusunu yanındaki sandalyeyi göstererek sorar: "Bana bu sandalyenin var olmadığını kanıtlayın!" Geçer puan alan tek kişinin cevabı sadece, "Hangi sandalye?" sorusu olmuştur.

Felsefe, cevapların değişik alanlarda değişik araçlarla aranıp sentezlenmesi gereğini vurgulayan soruları özgürleştirme avukatlığıdır. Bir filozof hiçbir cevabın tek bir sorusu, hiçbir sorunun da tek bir cevabı olduğunda ısrarcı değildir. Özünde aynı olan, ancak soruluş biçimi değişen iki soruya, çelişik gibi görünen iki veya daha fazla doğru cevap da alınabilir.

Örneğin:

İki arkadaş, viski içerken İncil okunup okunmayacağı konusunda
tartışmaya başlamışlar. Sonuç alamayınca papaza sorup izin almaya karar vermişler.

İkisi de papazın yanına gidip sırayla sormuşlar.

- Papaz efendi, ben İncil okurken canım viski içmek istese içebilir miyim?

Papaz cevaplamış:

-Oğlum İncil okunurken tanrıya yoğunlaşman lazım. Tanrıya yakınlaşırken dikkatin dünya zevkleriyle dağılmaması lazım. O nedenle, İncil okurken viski içip kafanı bulandırman uygun olmaz.

Sonra diğeri sormuş ;

- Papaz efendi, viski içerken canım İncil okumak istese okuyabilir miyim?

Papazın cevabı…

-Oğlum, her nerede ve ne koşulda olursan ol ihtiyaç duyduğunda İncil okuyabilirsin. Tanrı her an her yerde seninledir.

Aynı sorunun veya durumun farklı yanıt ve yorumlarına, anlamayı esas alan bir hoşgörü ile yaklaşabilmek için, bilincimizi olabildiğince yıkıp yeniden kurabilecek kadar önyargısız bir özeleştiri manyağı olabilmeliyiz.

YAKLAŞIM FARKI

Bir adam kötü yoldan para kazanıp bununla kendisine bir inek alır.

Neden sonra, yaptıklarından pişman olur ve hiç olmazsa iyi bir şey yapmış olmak için bunu Hacı Bektaş Veli'nin dergâhına kurban olarak bağışlamak ister.

O zamanlar dergâhlar aynı zamanda aşevi işlevi görüyordu. Adam durumu Hacı Bektaş Veli'ye anlatır ve Hacı Bektaş Veli, ' helal değildir ' diyerek bu kurbanı geri çevirir.

Bunun üzerine adam Mevlevi dergâhına gider ve aynı durumu Mevlana'ya anlatır .
Mevlana bu kurbanlık hediyeyi kabul eder.

Adam, ineği Hacı Bektaş Veli'ye hediye etmek istediğini, ama onun bunu kabul etmemiş olduğunu anlattıktan sonra Mevlana'ya bunun hikmetini sorar.

Mevlana şöyle der:

- Biz bir karga isek Hacı Bektaş Veli bir şahin gibidir. Öyle her leşe konmaz. O yüzden senin bu hediyeni biz kabul ederiz ama o kabul etmeyebilir.

Adam üşenmez kalkar Hacı Bektaş dergâhı'na döner, ve Mevlana'nın kurbanı kabul ettiğini söyleyip bunun sebebini Hacı Bektaş Veli'ye sorar.

Hacı Bektaş da şöyle der:

- Bizim gönlümüz bir su birikintisi ise Mevlana'nın gönlü okyanus gibidir. Bu yüzden, bir damla kuşku ile bizim gönlümüz kirlenebilir, ama onun engin gönlü kirlenmez. Bundan dolayı O, hediyeni kabul ederek seni sevindirmeyi seçmiştir."

İşte felsefe böyle bir şeydir; bir şey kanıtladığı yoktur; buna rağmen çok şey öğretir, çünkü hayal ve düşüncenin takım çantasını donatan beyin mühendisliği gibidir.

Güzel sözlerle dillendirilen felsefi düşünceler insanı olgunlaştırmada kullanılabilecek önemli zihinsel estetik ürünlerdir; ancak hayatın gerçekliğine banılarak yaşanan acı ve tatlı zamanların somut deneyimleriyle oluşan felsefi sezginin önderliğiyle asla boy ölçüşemezler.

İnsanlar felsefe yapmayı çocukken masallardan ve oyunlardan, sonra aşklardan ve yalanlardan, ve yaşlanınca da, arkalarında unuttukları yaşantı özlemlerinden öğrenirler. Gene de kitapları açıp okumayan kimse yaptığı felsefeyi anlayacak kadar öğrenemez.

Felsefe yapmak, sorunun nesnesine içten dıştan, her yandan her yanına, ve her zamandan her haline bakarak, varsayılan değişken ortam ve koşullara uyan nesnel ve sezgisel “doğru ve yanlışları” yorumlayıp mutlak “doğruya” (olumluya) yaklaşma çabasıdır. Her ne kadar bu çaba kimine göre tanrıya, kimine göre madde ve enerji etkileşimine, oradan da madde ve anti-madde evrenlerine, ve kimine göreyse sadece insana yaklaşmak gibi öznel bir amaca hizmet ediyor olsa bile, eğer özünde mutlak “doğruya” (olumluya) yaklaşma çabası varsa felsefidir. Felsefenin “yanlışa” (olumsuza) bakması ve onu öğrenmesi dahi bu çabaya hizmet eder. Felsefe bunu mutlak “doğrunun” dokunulmazlığını bile bile yapar; çünkü yanlışın (olumsuzun) sıfırlandığı yer olan doğrunun (olumlunun) mutlakiyeti karşıtların eytişimli (diyalektik) denge sistemlerine dayalı olan bildiğimiz hayatın sonudur aynı zamanda. Orası cennet veya cehennemin girişi gibidir… Bu, anti-maddenin varlığını bilmemize rağmen, madde asıllı yapımızdan dolayı, asla onunla birlikte olamayışımıza benzer; çünkü madde ve anti-madde birbirini yok eden (enerjiye dönüşen) bir birlikteliktir. Aslında felsefe fenerini mutlak olumlu hedefine tutarak yanlışların ve doğruların belirginleşip ayrışmasından fazlasını yapar. Zıtlıkların eytişimsel (diyalektik) bütünselliğini görmemizi de sağlar. Olumsuzun ve olumlunun tek başına hiçbir şey ifade etmediğini de gösterir. Mutlak olumlu alanda zaten felsefeye de ihtiyaç kalmadığını öğretir. Aynen cehennemde şeytana ihtiyaç olmadığı gibi…

Ben felsefenin sonul amacının mutlak doğruyu nesnelleştirmek değil de, eldeki doğruları evrensel uyuma onaylatmak olduğunu düşünmüşümdür hep. Bilim de aynı şeyi yapar; ancak bilim felsefe kadar özgür değildir. O, doğruların, hatta bazen yanlışların kanıtlarını uygulamalı sonuçlarıyla göstermek zorundadır. Bilim kendi bulgularını bilimsel kuşkunun denetiminde deneyimleyerek bilgi üretir. Felsefeyse bilgiyi sorgulayarak bilinç üretir, ve bu yolla yakınlaştığı evrensel bilincin özellikle insan görünümündeki hallerini anlamaya çalışır. Bilim, esas olarak madde, anti-madde ve enerji ilişkilerini, hatta maddeden maddeye, enerjiden enerjiye etkileşim kural ve sonuçlarını ortaya çıkarmaya çalışırken, felsefe son vurguda bu ilişki ve etkileşimin neden var olduğunu ve ne gibi sonuçlar üretebileceğini sorgular. Bilim canlı olmanın kuram ve koşullarını araştırıp saptarken, felsefe maddenin neden canlanma gereği duyduğunu, veya maddeyi canlandırma gereğini neyin duyduğunu merak eder. En heyecan verici olanıysa, felsefe, neden maddenin bilincine sadece insanın erdiğini bilimden daha çok kafaya takar. Madde ve enerjinin etkileşim ve geçişim bilgilerine felsefi bir yaklaşım beni evrensel bir bilincin sanki kendisini temsil yetkisiyle insanı yarattığı sezgisine götürüyor.

Bir filozof yukarıdaki son cümlesini felsefi bir doğruluk rahatlığıyla söyleyebilir. Ancak bir bilim adamı bunu bilimsel bir doğru gibi açıklayamaz. Çünkü bilimin sadece matematiksel veya deneysel kanıtlara dayalı sonuçları doğru kabul etme ilkesi bunu reddeder.

Bilgi felsefe için sadece bir araçtır; bilgi, felsefe yapmanın araçlarından sadece biridir. Artık diyebilirim ki, FELSEFE, kendi var oluşunu sorgulayabilen bilincin ta kendisidir…

(Düşünen Sivil Toplum: Felsefi Yaklaşımlar-Açılımlar" (27-28 Haziran 2003, Yıldız Teknik Üniversitesi Oditoryumu) başlıklı Sempozyumda konuşan Prof. Dr. Betül Çotuksöken’den genel olarak özet düzenlemesi yapsam da, felsefenin “insan” olmadaki işlevselliğini kendi ifade akışımla belirginleştirmeye çalışacağım.

Bizi biz yapan şey (ler) üzerinde düşünerek başlayalım. Örneğin, bizi bir kapıdan, bir virüsten ya da bir domatesten farklı kılan nedir? Bu soruya vereceğiniz yanıt, bunlardan hiçbirinin düşünemediği şeklindeyse yetersiz kalabilir. Bunlar bir şekilde zihinsel etkinlik gösterebilirler; ancak, kendileri ve çevreleriyle bağlantılı zihinsel deneyimlerinden oluşturdukları bireysel ve toplumsal bir bilinç üretim ve aktarım kültürleri yoktur. İnsan şimdilik kendi bilincini üretebilen, öğretebilen ve miras bırakabilen tek canlıdır.

Bizim ne ve kim olduğumuzu belirleyen temel etken bilinç kapasitemizdir. Bizi bunlardan ayıran şey, sadece aklımızın ve bilincimizin olması da değildir. Aslında kendi bilincimizin farkına varıp onu sorgulayabilir durumda değilsek, toplumun bize benimsetmiş olduğu bilinçle yetinip kalmışsak, hâlâ daha hayatın yaşam biçimleri içinde en biricik ve en özel olduğumuzu söyleyemeyiz. Bizi her şeyden tek başına farklı ve biricik kılan şey, aklımızı ve bilincimizi sorgulayabilmemizdir. (Brian Fay, Çağdaş Sosyal Bilimler Felsefesi, Çokkültürlü Bir Yaklaşım, Çev. İsmail Türkmen, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2001, s. 24.)

Toplumsal, tarihsel, kültürel varlık olarak, çoğunlukla kendi dışındakine yönelen insan, zaman zaman kendine de yönelir; ya da varoluşunu sorgulama yönelimindeki arzuyu duyumsar. İnsan tam bir doğallık içinde kendi dışındakine yönelirken, kaçınılmaz olarak kendi varlığı üzerinde düşünmeye başladığından bir iç gerilim yaşamaya başlar. İnsanın kendi yargıcı olması kadar huzursuz eden bir şey olamaz tabi ki. Ancak “insan” olmayı arzulayan her insan biçimi bu çileyi çekmek zorundadır.

Ne türden olursa olsun, varlığını "değer" yaratmaya borçlu olan insanın kendisine yönelmesiyle, olup bitenlerdeki sorumluluk payının hesabını sormasıyla yeni bir etkinlik de başlıyor demektir. Bu etkinliğin adı felsefedir. İnsanın kendisine ve dünyaya yönelişinin uğraklarını anlama çabası olarak felsefe, bilincinin farkında olan varlığın kendi sınırsız zihinsel doğasına en uygun olan etkinliğin adıdır. Felsefe yoluyla insan bireysel dünyasının özelleriyle birlikte, gene kendisi olan toplumsallığına, kültürelliğine ve tarihselliğine de yönelir ve bu yapıları kendiyle ve kendinden bağımsız tüm işleyişiyle anlamaya çalışır.

Anlama çabasının düşünme ve dile getirilmede nesnelleşen yönü temelde bir tür sınır çizme çabasıdır. Gerçekten de var olanı düşünme etkinliğinin konusu yapmak, onu olmayanından ayırıp dile getirmek, var olanın göreceli (izafi) sınırlarına yolculuktan başka bir şey değildir. Günlük yaşamın hızlı akışı içinde farkına varılmayan sınırlar, bilme etkinliğiyle daha bilinçli bir biçimde fark edilmeye başlanır. Düşünme ve düşüncenin kavramını dillendirme yoluyla var olanlar arasındaki ilişkileri anlamaya yönelik her çalışma, var olanları hem benzer hem de farklı yönleriyle belirgin kılmaya ilişkindir. Bu var olanı var olmayandan belirgin kılan sınır çizgileriyle birlikte, var olanı ve olmayanı da kendi içinde benzer ve farklı özellikleriyle dillendiren kavramsal sınırlar çizilmişse, bilincimizin elementleri olan bilgiyi karıştırmadan tanıyıp anlayabiliriz. Felsefe bu anlama çabasının zihinsel sınır taşlarıdır.

Her bilme biçimi, ama özellikle felsefe, herhangi bir oluşumu, durumu, varlığı, kısaca bir sorunu bilinen farklı boyutlardaki tüm ilişkileri bakımından soru konusu yapar. Her ne kadar öbür dünya, ölümün önü arkası, sonsuzluk, tanrı ve şeytan gibi soyut kavramlarla ilgileniyor olsa da, olup bitenlerdeki sorunlu yönleri bulup çıkaran keskin görüşlü bir göz olarak, felsefe tüm dikkatini aslında "dünya sorunları"na yöneltir. Hemen itiraz edebilirsiniz: “Tüm bilme etkinlikleri de böyle yapmıyor mu?” diye sorabilirsiniz. Felsefenin farkı ne o halde? Felsefenin (işlevsel) farkı şu: diğer tüm bilme yöntem ve yönelişlerini kendisine yönlendirerek insanlık bilincinin evrim yollarındaki yürüyüşünü aydınlatmak felsefenin en özel farkıdır.

2500-2600 yıldır felsefe, "yolu aydınlatma" işlemini sürdürüyor; bireyin algılama ve düşünme yetilerini güncelleştirerek insan dünyasının sorunlu yönlerini gün ışığına çıkarıyor. Bugün artık bireyin kendi felsefi bilinciyle aydınlattığı özgün yürüyüşünün yanı sıra, toplumun örgütlü yürüyüşüne anlam ve yön verebilecek bir toplumsal felsefi bilinç de oluşmaktadır. Filozofların, düşünenlerin (genel) ilgisi hiç kuşkusuz hep insan dünyası sorunlarına yönelik olmuştur. Bu yönelişin günümüzdeki ortak paydası şöyle özetlenebilir: Özne olmanın ve öznelerden kurulu toplum olmanın gerekli ve yeterli koşullarıyla birlikte sorumluluklarını araştırıp sınırlarını belirginleştirmek.

Asıl tartışılması gerekenin, "birey", "yurttaş", "özel alan", "toplumsallık", "kamusallık" kavramları olduğu belirgin bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Gelinen bu noktada artık bu kavramların sınırlarını belirginleştirmek için geriye kalan sadece felsefi bilincin paylaşımını işe koşmaktır; salt bilinçli olmakla yetinmemektir; bilinci, felsefi bilinç olarak bir kat daha keskinleştirmektir. Düşünen kişilerin, bireylerin oluşturduğu toplumsal kültür, ulaşılabilir ve paylaşılabilir felsefi bilinç kayıtlarını özümsedikçe birçok şeyi daha ayrıntılı ve hep yeniden düşünerek toplumsal geleceğin mühendisliğini yapma yetkinliğine erecektir...

Böyle bir düşünme etkinliğinin bireyler arası özgür iletişimle gerçekleşmesi ve edeplice paylaşılması, "kapılar", "virüsler", "domatesler topluluğu" olmaktan çıkıp, ortak bir “insan” kimliğinde "birey", "kişi", “dost”, “arkadaş”, "yurttaş", artık ne olmak istiyorsak öyle olarak var olmanın yollarını açmak demektir.

Ve Konficyus der ki, "Karanlık bir odada kara bir kedi aramak kadar zor bir iş yoktur".
Ben de derim ki, “Hele bir de kedi odadan çıkmışsa..! Felsefe, karanlık odada kara kedinin varlık veya yokluğunu sezinletecek bir aydınlık duyumudur”. 

Bilgiyi sorgularken düşüncenin ufkunu açan aydınlığı yapabilen felsefe insan uygarlığını ilerleten bir dürtü oluşturur 

Felsefe yapmak, insanın kendini bilme merakında en yüksek düzeyde yoğunlaşmasıdır.

Felsefe, bilimin en estetik yol yordamıdır; kavramların ustaca (sanatsal) karikatürüdür.

Varlığına yönelik bir tehdit olmadığı sürece, biricik olan kendimizi beslemek, büyütmek, korumak ve eşleştirip bir yuva sahibi yapmak sıradan bir yaşam davranışıdır. Zor olan, kendimizi hayata doğal bir atık gibi değil, saklanası bir hediye gibi süsleyip verebilmektir... Zor olan bencil varlığımızdan çıkıp, hayata sevgiyle dokunabilmektir. İçimizi dışımızı bir etmektir. Ve en zoru da, hayata bir anlam verebilmek için kendimizi anlamlandırmaktır. Bu da, hayatı ve kendimizi anlama çabasıyla bilinçlenirken bilincimizi yeniden üretmek üzere sorgulamakla mümkündür. Felsefe bunun için vardır; felsefe, bizden hayat meydanlarına ve hayat meydanlarından bize açılan sorgu kapılarıdır...

Çekerken ipini kader
Çıkmaz yollara benzer
Alnında kıvrılan çizgiler
 
Düşünceden çatladıkça kafan
Çaresizce görürsün
İçinde saklıdır acun
 
En kahpe acın bilmektir
Aşkın sırrını açmak için 
Anahtar deliği bile yoktur kalbin...
 
Aşk olmasa ağlardı felsefe...
Muharrem Soyek
***
 
Toplam blog
: 363
: 1765
Kayıt tarihi
: 04.08.08
 
 

Parasız yatılı Darüşşafaka Özel Lisesi'nde iki yılı hazırlık sınıfı olmak üzere yedi buçuk yıl ok..