Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Aralık '11

 
Kategori
Fotoğraf
 

Fötöşörlük devri kapanalı yarım asır oldu ama bazıları farkında değil.

YAZI DİZİSİ: 09

Türk insanı – Türk’ün san’at anlayışı – Türk fotograf tarihçesine özet bakış –  Türk’ün Dünya ülkeleri önünde medeniyet katına çıkamama sebepleri – San’at dünyasında acı rekabetin vurduğu piyasa ve iş adamları – Adı rekabet olan, aslı rezaleti aşamayan işler sonunda, bugün Türkiye’nin vardığı olumsuz  neticeler.

8.- TL. karşılığında alınmış olan, zeiss-İkon marka bir kutu makineydi, annemin bana benden kurtulmak için verdiği fotograf makinesi. Onunla çektiğim fotograflar da tabiî sıradan hatıra fotograflarıydı. Ancak bütün gayem, Kadıköy çarşısında, bizim aile fotograflarımızı çeken Foto-Işığın vitrinindeki Voklander marka 24x36 fotograf makinesini almaktı. Ve fakat bu makinenin, beni fazla aşan bir fiyatı vardı. Ne yapacağımı dut yemiş bülbül gibi düşünürken, bayram geldi çattı. O sıralar Bağdat caddesinden Bostancıya, ayrıca Moda ve Fenerbahçe burunlarına kadar da tramvaylar çalışır, İçerenköyü’ne ise, bugünkü minibüs yolu üzerinden toplam Üç halk otobüsü sefer yapardı. Tam bayramın ortasında bu otobüslerden bir tanesi, bizim köşkün az ilerisinde, Göztepe Harun Reşit İlkokulu önünde yanmaya başladı. Ben de bayramlık son iki film kalmış 6x9 karelerimi de, bu yangın fotograflarına hasrettim. Ardından, yıldırım gibi de Hürriyet Gazetesinin yolunu tutum. Beni yazı işlerine yolladılar. Orada oturan bir zat, bir bana bir elimdeki makineye, bir de filme baktı. Olay hakkında beni dinledikten sonra, Filmi alıp banyoya yolladı. Bana da bir çay söyleyip karşısına oturttu. “- Haberi yazdır bana bakayım.” dedi. Ben olayın şekil, zaman, sebep, mahal otobüsün marka model ve sefere konduğu tarih ile şoförünün, biletçisinin adlarını da söyleyerek haberi yazdırdım. Çünkü o otobüsler hayatımızdan, kullananları ise, bizlerden aileden fertler gibi insanlardı. Henüz İstanbul zıvanadan çıkmamış, herkes birbirine dost ve tanıştı. O sırada banyo edilmiş film yarı ıslak halde geldi. Adını maalesef bilmediğim bu zat, filimin bütün karelerini de inceledi. Her karede surat ifadesinin değiştiğini görüyordum. Çünkü tüm karelerin kadrajları doğru, bazı çekimler için komşu kızlarına verdirdiğim pozlar da, çok hoştu. Sonra ateş gibi parladı. Birilerine seslendi, birilerini çağırdı. Apar topar birileri geldi. Bu gelen zevata “- Ulan şu çocuğa, elindeki makineye, bir de şu filmdeki neticeye, şu karelerdeki güzelliğe bakın. Velet yangın haberini bile en doğru zaviyeden çekmiş. Sonra da elinizdeki makinelere rağmen, bana getirdiğiniz neticelerden utanın.” diye çıkıştı. Ben o kadar kişiyi zor durumda bıraktığım için çok utanmıştım. Sonra bana dönüp, “-Evlât 01.Nisan.1960 günü bu resmi Hürriyet gazetesinde yayınlanmış görürsen, gel ve muhasebeden paranı al. Yayınlanmamışsa da gelip negatifini al. Ancak okul tatillerinde de gel ve ücreti karşılığı burada çalış. Sen hep bu başarıyı sergilersen, bu gazetenin kapıları sana her zaman açık. Hadi sana iyi bayramlar. İnşâallah bayram sonrası görüşürüz.” dedi.

Ben şimdi de çok kişiyi zor durumda bırakacağım için, çok utanıyor ve sıkılıyorum. Hatta çok değer verdiğim İki ayrı fotografçı kardeşim, tabiî birbirlerinden habersiz telefon edip, “- Hoca yazılarını okuyorum. Ben seni bilirim. Çok da sabrettin ama, bu sefer kurunun yanında yaşlar da yanacak. Bunun için çok üzülüyorum.” Dediler. Evet yanacak. Çünkü Türkiye nasıl eğriden doğruya evirilmekteyse, bu meslek dalı da, bazı hegemonyalardan kurtulup, doğruya düzgüne ve Dünya’da olduğu üzre, belli bir disipline, belli bir düzeye evirilmek durumundadır. “- Şööööle gözümü kıstım sağ 5.6 sol 8 veriyordu. Kelvin de zannımca Üç mavi filtre olduğu belliydi. Bastım deklânşöre.  İşte gördüğün bu fotograf çıktı. Nasıl ama ağabey?” Şeklinde konuşan Fötöşörlük devri, aslında başlamadan: 1960 – 1970 civarlarında bitmişti de; bu güne kadar, Bir bilen fotograf konusunda konuşmadığı için, bu dayanılmaz tiyatroya devam edilmekteydi. Bitiş şekli çok insanın canını sıkacak olsa da; Bence bu oyun burada tamamen bitmiştir. 

01.Nisan.1960 günü herhalde gazeteciden ilk Hürriyet gazetesini alan kişi bendim. Daha gazeteyi verirken, benim baş köşeye kurulmuş fotografım, birden içimi çok hoş etti. Ancak telif hakkını sattığım için, fotografın altında Foto: Hürriyet yazılıydı. Her neyse ki; tüm ailem o fotografın bana ait olduğunu, daha önceden biliyordu. Bir İki gün sonra, Hürriyet gazetesine gittim. Bana iltifat eden o beyefendiyi aradım. Tatilde olduğunu söylediler. Ben muhasebeye yöneldim. Ve o tarihte bana muhasebeden, hayret nazarlarım arasında tam: 250.-TL. telif ücreti ödediler. Bundan yıllar sonra, ben, Philips’in Bir takvim yaprağı başına: 250.-TL aldığım zaman, piyasaya bomba düşmüş gibi olmuştu. Çünkü o zamana değin, bir takvim yaprağı, maalesef: 25.- ile 50.- TL. arası bir ücrete çekiliyordu. O gün için çok yüksek olan o meblağı oradan alıp, eteklerim zil çalarak, Foto-Işık’a gidip, toprağı bol olsun, dükkânın sahibi Mösyö Parseh’e vitrindeki Voklander’i satın almak istediğimi söyledim. Babamın o paraya, o makineyi almayacağını bilen, Mösyö Parseh, bana babamın haberi olup olmadığını sordu. Ben de büyük bir gururla gazetedeki fotografı gösterip, bu makineyi kendi paramla alacağımı söyledim. Ve Hürriyet gazetesinden aldığım paranın tümünü, o makineye ödedim.  Yaptığım yanlıştı ama bunun yanlış olduğunu da, On sene sonra ancak öğrendim. Bence her konudaki tutku, gözleri kör eden, salakça bir duygudur.

Ve fakat benim niyetim profesyonel olmak falan değildi. Son derecede iyi bir amatör olmak istiyordum. Çünkü, amaçladığım meslek mimarî idi. Anneannemin annesi Alman, babaannemin babası İngiliz olduğu için, ben okumadan anlayamadığımdan; bu fotograf konusunda da ne bulsam, sürekli okuyordum. Onu oku bunu oku derken, irili ufaklı bazı fotograflar da çekerken, yaptığımız işlere dahili ve harici müşterilerim oluşmaya başlamıştı. Çekip satmak ilk bakışta, akla yakın gelmekle birlikte, insanın mesleği olmayan ve tabiî mesuliyeti de bulunmayan bir dalda para kazanması, bence hafiflik olduğundan, kara kara düşünmeye başlamıştım. Ciddi biri beni ve imkânlarımı profesyonel sansa, herkese rezil olacaktım. Sirkeci Aşir efendi caddesinde bir handa dükkânları bulunan, çok erken her ikisi de Rahmet-i Rahmana kavuşmuş baba oğul olan, Mehmet İpekçi ile Ali İpekçi gibi İki Beyefendiden, daha geniş imkânlı, birkaç da objektifi bulunan, İkinci Voklander’imi aldım. Aletin iyisi insanı usta eder. Ve hatta adam da eder.
 

Fotografa amaçsız başlayan, amaç ararken de çok kolay olduğu için, manzara ve insan fotografına takılan, her fotografçı namzedi gibi, bendeniz de bu işlere takılmaya başlamış, bir de fotografa yeni merak salan aileden bir genci, kendime çırak etmiş, dağ dere tepe düz, deniz ova, boş kaldıkça fotografçılık eylemeye devam ediyorduk. Ve de bu işten dolayı çok seviniyor, çok mutlu oluyor, neticeler banyodan çıktıkça da, her salak gibi, kendimizi pek bir beğeniyorduk. Bir seher vakti manzara olarak, akıl almaz bir nokta yakalayıp, güneşin pembe seher renklerini gök kubbeye kurmaya başladığı, günün hayâl üstü o ilk deminden bilitibar, deklânşöre basmaya başladığımı hatırlıyorum. Kendime gelip durduğum ilk an: Yedi adet 24x36 Kodakchrome II film bitmişti. Çantamda son bir film daha vardı. Güneş daha doğmamıştı. O zaman budala kafama dank etti ki; Sekizinci filmi de taksam, SekizBininci filmi de taksam, bu şartlar tahtında: Tüm karelerde olan, fotograf ya da ben değil, kurbanı olduğum Yaradan’dan başkası olmayacaktır. O karelerin hiç birinde ben yokum ama, hep O İlâh olacaktır. Daha önce de O vardı. Daha sonra da hep O var olacaktır. Karşılıklı aynalar konmuş gibi beni milyarlarca kat çoğaltsan bile, bu yarışta her kim olursa olsun; O’nun karşısında sadece acz toplayacaktır. Güneşin daha tepe ucu ufukta görünmeden, yedi filmi de kartuşlarından çekip çıkartmış, benim çırağın şaşkın bakışları arasında, hepsini yakmıştım. Benim bütün fotograf anlayışım, tümü ile orada ve o seher vaktinde değişmişti. Çarem de yoktu. Zîrâ istikbâl için almam gereken, o dersin hocası, Yaradan’dan başkası değildi. 

Her kim ne derse desin. Doğanın rahle-i tedrisinden geçmemiş olan Bir sanatkâr yoktur. Böyle bir sanatkâr varsa da, Onun aman aman göz kamaştıran müthiş bir neticesi olamayacağı için, o kişinin fazla bir değeri de yoktur. Tabiat ve tabiî Yaradan, çok büyük bir hocadır. Ancak her fert, her hocadan, kendi niyetinde ve tabiî nasibinde her ne var ise, onu ve o kadarı ile alır. Kimi bir meczup gibi, başladığı ders ve hocada yakılı kalır. Kimisi de alır başını gider, başka enginlere, başka bir aleme varır. Bu alemde her şey, neyi talep ettiğine ve sonra da nasibine, kısmetine bağlıdır. Herkes hayır talep etmeli, hayra alet olmalıdır ki; nesillerin yüzleri, sözleri, işleri gülsün. Ne hazin Bir kaderdir ki; bizden önceki nesil, bunu pek başaramadığı gibi, bizden sonrasına ilerleyen süreçte de, aynı kangren görülmeye devam etmiştir. Ve silsile takip eden hataları yapanlar, bir gün gelip de bütün bir millet ve de meslektaş dediklerine, rezil olabileceklerini, hiç düşünmemişlerdir.

Haydar Volkan,

Çiftehavızlar: 03.12.2011 

 
Toplam blog
: 148
: 492
Kayıt tarihi
: 04.02.09
 
 

Haydar Volkan: 21.05.944 Rebabi bestekar Sabahaddin Volkan ve Piyanist Mukadder Volkanın oğlu olar..