Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

05 Ekim '10

 
Kategori
Dünya Şehirleri
 

Fransa'da Türk izleri; Nancy, Metz, Lüksemburg

Fransa'da Türk izleri; Nancy, Metz, Lüksemburg
 

Sana Dün Bir Tepeden Baktım Aziz Lüksemburg


FRANSA’DA TÜRK İZLERİ

NANCY, METZ ve LÜKSEMBURG GEZİ NOTLARI

İsviçre'ye veda edip Le Locle kapısından Fransa’ya giriş yapıyoruz. Önceki bölümlerde yazmıştım, vizeyi Fransa’dan aldığımdan, bu ülkeye girişimi kanıtlayacak bir damga peşindeyim. Bazı Shengen ülkelerinin, madem vize parasını Fransa’ya ödüyorsun, o zaman ilk oraya girmeden bizim ülkemize adım atamazsın şeklinde kıllıklar yaptığını duymuştum.

Hah işte karşımda bir kulübe... İçinde polisler ve sivil giyimli memurlar. Pasaportlarımızı alıp arabadan iniyorum, İngilizce derdimi anlatıyorum. Onlar da söylediklerimi birbirlerine tercüme ediyorlar, uzun uzun mütalaalarda bulunuyorlar, kafalarını kaşıyorlar, tartışıyorlar…

Sonunda, sözcü olarak atadıkları ve İngilizcesi benim Fransızcamdan beter olan kadın kararı açıklıyor:

“No!”

Ulen iki saattir, bu iki harfli cümleyi kurmak için mi konuşup durdunuz, diyecek oluyoruz, kadın suratını asıyor, bu defa tornistan yapıp alttan alıyorum ve Nuh’un aslında peygamber olduğunu kanıtlamaya çalışıyorum. Kadın da “Noah!” diyor, peygamber demiyor. Sonunda o galip çıkıyor, Nuh’un peygamberliği geri alınıyor ve pasaportumu damgalatamadan yola devam ediyoruz.

Polis, biraz ilerideki POTRALIER kasabasına uğrarsam oradaki tanıdık polislerin yardımcı olacağını söylüyor. Öğrenciliğinden beri polisle arası hiçbir zaman hoş olmamış bu adam, yaban ellerde polis peşine düşüyor!

Kasabada karakol filan yok. Aslında var mutlaka ama sanki yeraltında örgütlenmiş. Yerini kimse bilmiyor, kime sorsam, “Abi valla ben yabancıyım, ilerideki bakkala danış, ” havasında.

Bakıyoruz olacak gibi değil, bari kasabadaki hamburgercide ihtiyaç molası verelim diyoruz. Hela kapısı şifreli, ancak satış fişindeki numara tuşlanınca açılıyor. Mecburen en ucuzundan bir hamburger alıp şifre ediniyoruz ve içeriden çıkanın kapıyı tutmasıyla en hesaplısından ihtiyaç görüyoruz.

Bu Fransızlar Türkü tanımamış daha. Kırk kişi olsak usul aynı. Şifreyi bir tek ilk giren tuşlar, kapı bir daha kapanmaz, herkes birbirine devreder helayı.

Artık istikamet Dijon, hardalın anavatanı. İsviçre ve Avusturya’daki gibi köy yollarını tercih ediyoruz. Ancak Alpler bitmiş, arazi düzleşmiş. Köyler pek sevimli değil. İki-üç ev, bir kilise, bir de siyah bir şey. Uzaktan bakanın inek mi, papaz mı olduğunu anlaması imkânsız…

Salins-les-Bains adlı bir kasabadan geçiyoruz. Bir saatten beri gördüğümüz doğru dürüst yerleşim yeri bir tek burası. Yetmiş- seksen kilometre hızla gidiyorum. Tam o esnada eşimden bir çığlık:

“Espadriiiil!... Espadril!...”

Bu şekilde çığlık ilk defa duyuyorum. Meğer geçtiğimiz yol üzerindeki bir dükkânda aylardır aradığı espadrili görmüş, durmam için uyarıyormuş. O hızda ve uzaklıkta nasıl görür, mantığım almıyor. Gönülsüzce sağa çekiyorum mecburen. Ve orada karar veriyorum: Satın alınacak ürüne karar vermiş bir kadın ne yapıp eder onu bulur ve binlerce metre tepeden tavşanı gözetleyen kartaldan daha hızlı ve kararlı bir şekilde üzerine çullanır…

İkindi vakti Dijon’dayız. Önce arabayla bir turluyoruz, sonra otele yerleşip yürüyüşe çıkıyoruz. Gördüğüm en berbat Fransız şehri burası. Binalar çelimsiz, yollar delik deşik, ortalık çöpten geçilmiyor, her tarafta kazı ve inşaat... Yollarda bu kadar fazla faaliyet, tamirat ve çöp olmasa da aynı olumsuz düşüncelere sahip olurdum herhalde. Anlatacak bir şeyim yok haliyle…

Ertesi gün Nancy’ye gidiyoruz. Nancy daha büyük. Birbirine paralel iki cadde üzerindeki onlarca dükkân şık ve alımlı. Turizm enformasyon bürosundan edindiğim haritadan, esas heyecan veren bölümün biraz daha ileride olduğunu anlıyorum. Nerede heyecan orada biz!

Geldiğimiz yer Taksim büyüklüğünde bir meydan. Etraf tarihi binalarla, kafe ve restoranlarla dolu. Kentle birlikte meydan da Unesco’nun dünya mirası listesinde.

Tam ortada bir heykel. Stanislas’a ait. Biraz araştırınca, bu Stanislas’ın önemli bir adam olduğunu anlıyoruz. Meydan da onun adını taşıyor. İsme bakınca Fransız olmadığını anlamıştık. Lehistan kralıymış meğer. İyi de, adamın adı neden Fransa’da bir meydana verildi, diye bir soru geldi kulağıma.

Anlatayım efendim. O tarihte buraları fetheden 15. Louis, göz kulak olsun diye bölgeyi Stanislas’ın denetimine bırakıyor. İyi de niye? Çünkü Stanislas, kralın kayınpederi. Ne damatlar var, görüyor musunuz? Karısının korkusundan mı, yoksa “Aman bu herif Paris’e gelip illa Eyfel dikeceğim, ” diye tutturmasın diye mi, karar veremedim şahsen.

Bu yazıyı inşallah kayınvalidem okumaz. Yoksa, “Ne hayırsız damatsın! Hadi birinci, ikinci, üçüncü Louis’den vazgeçtik, onbeşincisi kadar bile olamadın, ” diye sitemlerini şimdiden duyar gibiyim.

Stanislas aynı zamanda Lorraine Dükü. Lorraine, bölgenin adı. Daha çok Alsace-Lorraine olarak biliniyor ve zengin kömür madenlerinden dolayı Almanlarla Fransızların tarihte ikide bir kapıştıkları ve bir Fransızlarda kalan, bir Almanlara geçen acayip bir bölge. Bizim Kars ve Ardahan gibi. Bizim kentlerin ’93 Harbi olarak bilinen 1877-78 savaşı sonrasında Rusların eline geçmesi ve tam kırk yıl işgal altında kalışı gibi, Alsace-Lorraine de aynı yıllarda Almanların oluyor ve 1918’de I. Cihan Savaşı’ndaki yenilgilerinden sonra tekrar Fransızlara geçiyor…

Bu kadar tarih yeter! Siz de her şeyi hap gibi hazır istiyorsunuz. Madem merakınız var, biraz araştırın canım!

Biz Stanislas’la sohbete koyulmuşken meydanda bir hareketlenme, kalabalıklaşma oluşuyor. Ellerinde pankart, flama ve bayraklarla şık giyimli kadın ve erkekler meydanın bir ucunda toplanıyor. Birini çevirip toplantının sebebini soruyorum, ırkçılığa karşı mitingmiş.

Biz de ırkçılığa karşıyız. Lazların üstün ırkı olduğu iddiasından başka bir yamuğumuz olmamıştır bugüne dek. Kalabalığa karışıyoruz. Kalabalık dediysem Taksim Meydanındaki mitingler gelmesin aklınıza, iki-üç yüz kişi ancak var.

Miting ırkçılığa karşı, ama katılımcıların hepsi beyaz neredeyse. Anlaşılıyor ki, sadece bizde değil, dünyanın her yerinde insanların kendi hakları başkaları tarafından savunuluyor. Kadın hakları savunucuları erkek; işçilerin hakkını savunanlar öğrenci; türban serbest olsun diyenlerin başı açık; içki-sigara özgürlüğünden dem vuranlar Yeşilaycı olduktan sonra, ırkçılıktan mağdur olanları savunmak da, haliyle beyazlara düşüyor.

Bir iki slogan atılıyor, birkaç kişi konuşma yapıyor, derken siyahi bir kadın kürsüye çıkıyor. Nihayet bir siyah. Mitingde ne bir taşkınlık var, ne küfürleşme, ne etrafa rahatsızlık veren. Ellerinde kalın sopa taşıyan bile görmedim. Böyle miting mi olur Allah aşkına!

Aslında benzerini dört yıl önce Stutgart’ta görmüştüm. Katılımcıların, kokteyl havasında meydana konan uzun bacaklı masalarda biralarını yudumlamalarına şaşmıştım. Konuşmacıyı alkışlayan topluluğa ben de “Hurrraaa! Hurraaa!” diye bağırarak iştirak etmiştim. Fakat ilginçtir, ben hurra dedikçe, millet coşacağına, gülmekten yerlere yatmıştı. Onlar güldükçe ben “Hurrraa!”yı uzattıkça uzatmıştım. Onlar da kırılacaktı neredeyse...

En sonunda konuşmacı Almanca bir şeyler söylemişti. Anlamamıştım, ama “Bu hibino da kim?” gibilerden bir söz olmalıydı ki, bütün bakışlar üzerime çevrilmişti. Bakışların hayra alamet olmadığını hissedince hızla sıvışmıştım oradan. Ama o mitingi tek başıma sabote etmiştim...

Nancy’de aynısını yapmaya cesaret edemiyorum. Bu ırkçılığa karşı olanların sayısı az, ama eli biraz ağır oluyormuş, Almanlar kadar toleranslı davranmayabilirler diye provokatörlük hevesimi başka bir mitinge bırakıyorum…

Mitingden sonra şehri gezdiren tekerlekli mini metrobüse atlıyoruz. Rehber; kent, binalar ve tarihi hakkında bir hayli güzel şeyler anlatıyor. O kadar güzel ki, hiçbiri aklımda kalmıyor. Hatırımda kalan etkileyici tarihi binaları, heykelleri, sarayları, altın rengi saray kapıları, çeşmeleri, meydanları ve Rönesans mimarisiyle son derece bakımlı ve güzel bir kent. Fransa’nın en güzellerinden biri…

Rehberin anlattığına göre Nancy, II. Dünya Savaşı’nda direnişin sembolü olmuş. E, bu kadar da sallama olacak elbette! Ne diyecekti? “Memleketi tek kurşun atmadan Almanlara teslim ettik… Bizi işgalden başkaları kurtardı, ” itirafı çok da kolay olmasa gerek.

Kahramanlık böyle bir şey zaten. Zor günlerin gerçek kahramanları, zaferi hep sessizce ve tevazu ile kutlar; ödleklerse gerçek kahramanmış gibi böbürlenir… Ne direnirmiş benim aslan Fransızlarım!!!

Kral Louis’den sonra kenti bir kez de biz fethedip hatmederek Metz’e doğru yola koyuluyoruz… Metz de fevkalade güzel bir kent. Nancy’de ayaklarımıza inen kara su bile her tarafı karış karış dolaşmamıza engel olamıyor.

Moselle Nehri’nin etrafında kurulmuş olan bu tarihi şehri gezdikten sonra, Milano’daki kiliseye çok benzeyen Saint-Etienne Katedrali’nin hemen önündeki kafeye oturuyoruz. 1220’de inşa edilen Katedral o kadar etkileyici ki, su ve çaydan başka içecekle arası hiç olmayan bendenizin bile canı bira çekiyor. Bardağımızı duvarlardaki heykellerin şerefine kaldırarak yudumluyoruz biramızı…

Metz’de çok sayıda Türk restoranı ve kebapçısı çıkıyor karşımıza. Kentte epey Türk yaşıyormuş. Önemli bölümü, civardaki yol yapım işini alan Türk firmalarında çalışıyormuş.

Türkler sadece restoranlar ve işçilerle sınırlı değil, biraz tarih araştırınca, kentin güzelliğini 1550 sene önce de fark ettiklerini öğreniyoruz. 451 yılında Atilla kenti almış. Fransızlar bunu “yağmalamak” olarak tanımlıyor. İşte o gün bugündür Shengen vizesi var!!!

VE LÜKSEMBURG

Geceyi Metz’de geçirdikten sonra ertesi gün 60-70 kilometre kuzeydeki Lüksemburg’a gidiyoruz. Kentin girişi biraz garip. Yol boyunca duvar mı, sur mu olduğunu anlamadığımız bir çıkıntıyı izliyoruz. Sonunda “centrum” okunu takip edince bir tepeye ulaşıyoruz. Etrafta “centrum” namına bir şey yok. Sadece yüksek köprüler ve hemen bitiminde bekleyen onlarca turist otobüsü.

Otobüslerin içi ve etrafı çekik gözlülerle dolu. Yanlışlıkla Japonya ya da Çin’e mi geldik tereddüdü içindeyiz. Haritada kontrol ediyoruz, Çin ve Japonya azıcık uzakta, o kadar kısa sürede ulaşmış olamayız. Sonra anlıyoruz ki, bu bir istila. Her taraf Uzakdoğulu dolu. Caddeler, meydanlar, otobüsler, trenler, restoranlar, helalar… Bu kadarını Japonya ya da Kapadokya’da bile bir arada bulmak imkânsız.

E, bizimkiler de aşağı kalacak değil. Etrafı Türk lokantaları, dönercileri, halıcıları kuşatmış. Kentin yarısı Japon yarısı Türk iken, bizim gelişimizle birlikte sayımız artıyor, ibre bizden yana dönüyor.

Kent, derin bir vadiyle çevrili bir tepede kurulu. Dükkânlardan sinemalara, müzelerden tarihi binalara, heykellere kadar her şey o tepede. Etraf yemyeşil, ağaçlar devasa. Vadiye de turistik seferler yapılıyor. Niye yapılıyor, insanlar orada ne buluyor, anlamış değilim.

Lüksemburg, tıpkı İsviçre ve Liechtenstein gibi bir finans merkezi. Yarım milyonu bulmayan nüfusuyla dünyanın parasına hükmediyor. Daha da ötesi Avrupa Birliği’nin üç başkentinden birisi.

Diğerleri çok yakınlarındaki Brüksel ve Strasburg. Avrupa, bu üç kentten yönetiliyor işte. “Türklere vize vermek için olabildiğince fazla evrak isteyin, ” diyenler de bu kentlerde yaşıyor, İnsan Hakları mahkemeleri de, parlamento da, diğer organlar da hep buralarda…

Statlarda “Avrupa… Avrupa… Duy sesimizi!” diye bağırmanın âlemi yok. Kulakları sağır, yüreği kör Avrupa işte burası…

AB binaları ve gökdelenler kentin dışında. Etrafta insan namına kimse yok. Kentin varlığı mevcut, ruhunu ara ki bulasın…

SÜRECEK

 
Toplam blog
: 173
: 2173
Kayıt tarihi
: 03.10.07
 
 

1958 Trabzon doğumlu. Darüşşafaka Lisesi ve M.Ü. Siyasal Bilimler Fakültesi mezunu. Yazdığı kitapla..