Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Ekim '10

 
Kategori
Dünya Şehirleri
 

Strasbourg, Baden Baden, Heıdelberg

Strasbourg, Baden Baden, Heıdelberg
 

Heidelberg: Köşesi Değil, Cennetin Ta Kendisi


Cennetten köşe değil, cennetin ta kendisi

ÖNCE SAARBRÜCKEN

Planımızda, önceki bölümde anlattığımız Lüksemburg’da konaklamak vardı, ancak avuç içi kadar kent için birkaç saati yeterli bulup Almanya’ya geçmeye karar veriyoruz.

Yol üzerinde Schengen tabelası dikkatimi çekiyor. Demek başımıza bela olan şu meşhur Schengen anlaşması Lüksemburg’un bu kasabasında imzalanmış ha! Boşuna dememişler, “Ufak tefek boyu var, türlü türlü huyu var…”

İstikamet Saarbrücken. Okuması ne kadar zor değil mi? Bizi bu kenti telaffuz etmek zorunda bırakan Almanlara üç defa “Kahramanmaraş!” okuma cezası vermeli! Keşke Kahramanmaraş Birinci Lige çıksa, bir Alman takımıyla karşılaşsa ve maçı Alman televizyonu yayınlasa! Görsünler bakalım, bir Türk’e Saarbrücken dedirtmek neymiş!

Alman kentlerini ikiye ayırıyorum: Çok kötü olanlar ve çok güzel olanlar. Arası yok. Saarbrücken ilk kategoriye girenlerden. Bir sanayi ve liman kenti. Liman denince, Haydarpaşa Limanı gelmesin aklınıza. Saarbrücken’de deniz ne gezer, limanı nehir kenarında.

Etraf devasa fabrikalar, konteynerler, tırlarla dolu. Hani yol yorgunluğu olmasa, hiç uğramadan geçip geçeceğiz. Bir sonraki hedefimiz Strazburg olunca ve haritada, arada başka dişe dokunur kent göremeyince, mecburen konaklamak zorunda kalıyoruz.

Kentin içi de dıştan tahmin edildiği kadar kötü. Birkaç kilise ve uzun bir çarşı dışında kayda değer bir şey çarpmıyor gözümüze. Eşim ve kızımı kent merkezine bıraktıktan sonra, arabayla, rezervasyon yaptığım oteli arıyorum. Biraz beceriksizlik, biraz da tek yönlü akan trafikten dolayı yolumu kaybediyorum.

Önünde durduğum trafik ışıklarının hemen yanında vitrinimsi bir şey dikkatimi çekiyor. İçeride sergilenen eşya filan yok, sadece yarı çıplak mankenler. Cansız değil, canlısı. Birisi eliyle gel işareti yapınca utanıyorum. Tövbe estağfurhullah! deyip yanan yeşil ışıkla birlikte gazlıyorum.

Nehrin karşı yakasındaki otelimize yerleştikten ve arabayı ilk defa gördüğüm “beleş” sokak parkına bıraktıktan sonra çarşıya doğru yürüyorum.

Sokağın ortasında birisi sesleniyor, Almanca bir şeyler soruyor. Ben de, söylediklerini anlayacak kadar Almanca bilmediğimi söylüyorum.

Normalde Türkiye’de görsem korkacağım bir tipi var. Kaşının üzerinde derin bir kesik, yanağında şark çıbanından ya da yediği bir kurşundan dolayı kocaman bir yara izi. Ama esmer teninden dolayı adama kanım kaynıyor, Türk müsün diye soruyorum.

Gülerek “Evet, ” diye karşılık veriyor.

Adres filan sorduğunu sanmıştım, değilmiş.

“Abey, ” diyor, “Telefonda bir akrabam var, ona bu şehrin ismini yazdıracağım, ama nasıl yazılır ben de bilmiyorum.”

Elimdeki iki haritadan birini uzatıp üzerindeki ismi gösteriyorum. Konuşması bittikten sonra memleketini soruyorum. Maraşlıymış. Bir gülme kaplıyor suratımı. Bereket sebebini sormuyor, nasıl izah ederdim…

Kentin güzel tarafları da var elbette, ama şehir dışında. Arabayla çıktığımız tepenin oldukça hoş göründüğünü söylemem lazım.

Ertesi gün kahvaltıdan sonra, bir saat mesafedeki Sarrebourg yakınlarında bulunan hayvanat bahçesine doğru sürüyoruz. Etraf SAAR ve SARRE ile başlayan yerleşim yerleriyle dolu. İlki Almanca, ikincisi Fransızca YER anlamına geliyormuş: Sarreguemines, Sarralbe, Sarre Union, Sarrebourg…

Son kent hem SARRE, hem de BOURG. Bourg, bir kale yakınındaki kasaba ya da kent demekmiş. Kentli anlamındaki bourgeois (burjuva) buradan geliyor işte. Biliyor muydunuz yoksa?

Hayvanat bahçesini bulmakta bir hayli zorlanıyoruz. Herkes farklı bir tarafı tarif ediyor, ama etrafta yön tabelaları olmadığı için birkaç kilometrede bir sormak zorunda kalıyoruz. En son bir marangozhaneye giriyoruz. İçerideki müşteri, marangozla pazarlık hâlinde. Kendisini takip edersek, bizi aradığımız yere çıkaracağını söylüyor.

Yarım saat kadar sürüyoruz. Bazen eliyle, bazen de arabasının sinyal lambasıyla yol gösteriyor. Ara sıra da aşağı iniyor. Çok cana yakın birisi. Fransa’da yaşayan, ama Fransızca bilmeyen bir Alman. Sınır bölgelerinde bu tür insana benzeyen insanlara sıklıkla karşılaştık.

Sonunda hayvanat bahçesi önünde durup yeniden aşağı iniyor. Fazla Andavallı gösterdiğimizden olacak, içeriye nasıl gireceğimizden, bileti nasıl alacağımıza kadar her şeyi ayrıntısıyla anlatıyor. Alman’dan ziyade Türk sanırsınız. Hani, "Çocuklar, paranız var mı? Yoksa söyleyin, kırılırım valla..." deseydi, şaşırmazdım...

Hayvanat bahçesi öyle kent içindekilere benzemiyor, bir hayli geniş alana yayılmış. Hayvanlar, kendilerine ayrılmış devasa tarlalarda özgürler. Çok uzaklarda aslanı görüyoruz, aynı familyadan olduğumuzdan bizi tanıyor, selamlaşıyoruz.

Birden bir geyik çıkıyor önümüze. Kim bilir nasıl boynuzlanmışsa, kafasındakiler dal budak sarmış. Biraz geyik muhabbeti yapalım diye yanaşıyoruz, anında bir görevli yanımızda bitiyor. Çitten atlayan o geyik zarar verebilirmiş insana.

İki-üç saat boyunca her gördüğümüz hayvana memleketten getirdiğimiz selamları iletip Strasburg’a doğru devam ediyoruz…

STRASBOURG

Strasbourg, daha kente adım attığımız anda büyülüyor bizi. Bir kent tarihiyle, doğal güzellikleriyle, binalarıyla, sokaklarıyla ancak bu kadar güzel olabilir…

Hamile bir kadın gövdesi düşünün… Haritaya bakınca, İll nehri koca memeli hamile bir kadın gibi görünüyor. Kent merkezi de kadının karnı. Bebek orada işte…

Kentin eski bölümü nehir tarafından çevrelenmiş ve bir ada haline getirilmiş. Tüm ihtişam… Kiliseler, meydanlar, tarihi binalar, dükkânlar, kafeler… eski bir kentte bulunabilecek her şey bu ada üzerinde. Girdiğimiz her sokak, dolaştığımız her meydan, soluksuz seyrettiğimiz her bina kente hayranlık duymamıza sebep oluyor.

Katedralin önündeki restoranda yemeklerimizi ısmarlıyoruz. Papa, katedrallere bu kadar yakın seyrettiğimi bilse, fahri kardinal ilan eder beni. Yemeği beklerken garsondan turizm enformasyon bürosunun yerini öğreniyorum, masamın tam karşısındaymış.

Devletin turizm bürosu, bilgi dışında her şeyi parayla satıyor. Tekneyle nehirde tur atmak istiyoruz, harita 5 Euro. Çok daha kapsamlısı otelde bedava. 5 Euro bekleyen görevliye, bileğimi tutarak kol saatimi gösteriyorum:

“Citizen! Citizen! Ucuz, ama dakik!”

Gülümsüyor. Citizen’e mi, kol saati yöntemiyle izahatıma mı, bilemedim…

Tekne turuyla kenti çepeçevre dolaşıyoruz. Kot farkından dolayı bir yerde kanal değiştirmek zorunda kalıyoruz. İlginç bir deneyim. Ömrümde ilk defa asansörümsü bir hareketle nehrin üst kısmına çıkıyoruz. Panama kanalında da aynı sistem varmış, Tuna ya da Avrupa’da başka birçok nehirde de…

Avrupa Parlamentosu, Avrupa Konseyi ve İnsan Hakları Sarayı kentin dışında, az önce hamile kadın diye benzettiğim yerin göğüs ucunda. Nereye yerleşeceğini biliyor keratalar!

Başka kentte görmediğim kadar sinagog çarpıyor gözüme. Haritada cami de görünüyor ama şehir dışında.

Kent büyüleyici, doyumsuz. Fazladan bir gün daha kalmak istiyoruz ama ertesi gün öyle şiddetli bir yağmur yağıyor ki, dışarı adım atmak imkânsız. Yağmurun dinmesini beklemek beyhude, mecburen yola koyuluyoruz. Keşke daha fazla kalabilseydik. Bunu bir kent için ilk defa söylüyorum.

Atilla da buraları çok beğenmiş ve gelmişken, Fransızların tabiriyle talan etmiş. Yapmamıştır diyerek Fransızları yalancı çıkarmayı isterdim ama bildiğim Atilla buralara kadar gelmişse, İll nehrini Fransa’da bıraktığına şükretmeli…

150-160 kilometre güneyde Colmar diye bir kent var. Üç sene önce Basel’de bulunduğumuzda mecburen ziyaret etmiş ve âdeta çarpılmıştık. Vaktimiz olsa, bir kez daha ziyaret etmekten keyif alacaktık…

Üç yıl önce iş için Basel’e gitmiştik. Oteli her zamanki yöntemle, şehre ulaştığımızda seçecektik. Ancak hiçbir otelde yer yok. Uluslararası bir tenis turnuvasından dolayı hepsi dolu. Zorunlu olarak Fransa’ya geçmiş ve bir kilometre ötedeki St. Louis’de konaklamıştık. Gelmişken oradan da Colmar’a geçmiştik. Müthiş bir kent…

BADEN BADEN ve HEIDELBERG

Almanya’ya geçiyoruz. İlk durağımız Baden Baden. Az önce dedim ya, Alman kentleri ya çok güzel ya da berbat diye. Baden Baden en güzellerinden biri. Etkileyici, huzur verici, çarpıcı…

Ardından geçtiğimiz Karlsruhe ruhumuzu sakinleştirmiyor, içimiz ısınmıyor…

Bir nehir kenarında ve dağ eteğinde kurulmuş olan Heidelberg’e ise âşık oluyoruz. Tarihi köprüsü, kalesi, alışveriş caddesi, meydanları, kilisesi, hepsi harika…

Kentte adım başı Türk dükkânı ve Türk restoranı görüyorsunuz. Türk olmayan restoranlarda ise çalışanlar Türk. Nordsee isimli bir balık lokantası var, Türkiye’de de açıldı, fakat bizdeki gibi fukara değil, envai çeşit balık satılıyor. Eksik olan hamsi sadece. “Hamsi satmayan lokantaya lokanta denir mi?” dediğinizi duyar gibiyim. Haklısınız, ama Karadenizlilerin o kadarcık ayrıcalığı olsun, değil mi?

İşte o Nordsee tam kapanmak üzereyken içeri dalıyoruz. Başka yerde olsa, sıkı mı içeri giresin, yaka paça atarlar adamı dışarı! Ama alıyorlar. Yüksek yerden torpilimiz vardı. Çalışanlar Türk, kasiyer Türk. Amcam hep derdi, her yerde bir ahbabın olacak. Ahbaplar sayesinde Nordsee’den kovulmaktan kurtuluyoruz.

Ertesi sabah otelden çıkar çıkmaz köprünün hemen karşısındaki hediyelik eşya dükkânında bakınıyoruz; yaşlı, nur yüzlü satıcı dışarı çıkıyor, Almanca bir şeyler soruyor. Eşim, “Ne dediğini anladın mı?” diye bana bakınca, adam Türkçe konuşmaya başlıyor. Samsunluymuş, kırk yedi senedir Almanya’daymış. Emekli olmuş, o hediyelik eşya dükkânını açmış. Her sene gidermiş memlekete, “Ya kısmet bir dahaki sene, ” dermiş geri dönerken…

Off! Amcayı dinledikçe hüzünleniyorum. Alt tarafı 13 gün oldu geleli ve şunun şurasında üç gün sonra ülkemdeyim ama özlem iyice çöküyor omuzlarıma. Birinci haftaydı, yurtdışında yaşayan çocukluk arkadaşıma gönderdiğim maille takılmıştım: Ben de mi mülteci olsam yoksa? O da yanıtlamıştı: Oğlum, senden mülteci filan olmaz, daha bir hafta dolmadan özlersin memleketini.

Haklı… Ben ülkemden başka bir yerde, balıkların su dışında yaşabilecekleri süreden daha fazla kalamam. Gözümde tüter memleketim, daha bir özlemle çarpar yüreğim, beynim uyuşur, kanım çekilir... Söylemesi erken mi bilmem, son nefesimi vatanımda vermekten ve sonsuzluğa göçen büyüklerimle, arkadaşlarımla, gönüldaşlarımla, yol arkadaşlarımla kendi ülkemin semalarında kucaklaşmaktan başka bir dileğim yoktur Tanrıdan…

Siz de ne biçim okursunuz yahu, durup dururken hüzünlendiriyorsunuz adamı… Neyse, sildim nemlenen kirpiklerimi. Ne demiş ünlü Alman düşünür Chu Lu Van? Başkasının vatanında kral olacağıma, kendi vatanımda nefer olmayı tercih ederim...

Devam edelim: Heidelberg’deki ana cadde üzerinde bulunan Türk lokantası Taksim’deki lokanta usulüyle, sulu yemek servisi yapıyor. İçerisi hayli kalabalık. “Aferin!” diyorum içimden. Genelde Türk lokantaları ara sokaklarda veya şehir dışında oluyor. Bu ise merkezin de merkezinde…

Bir ara patron olduğunu sandığım adam dışarı çıkıyor, caddede Almanca sohbet eden komşuları Meksika lokantası ve İtalyan pizzacının yanına doğru yürüyor. Enternasyonal esnaf dayanışması! Cebinden bir zarf çıkarıyor:

“Yahu beyler, bakın oğlum ne yazmış, ” diye sesleniyor Türkçe…

Kızımla bir telefon bayiine giriyoruz, kasiyere İngilizce, dünyayı kasıp kavuran o ünlü telefon markasından ellerinde olup olmadığını soruyoruz. Gözüm, kasiyerin yakasındaki kimlik kartına ilişiyor. Türk ismi. Bu defa Türkçe konuşmaya başlıyoruz. Kızcağız, “Biz sizi Alman sanmıştık, ” diyor şaşkınlıkla.

Sıklıkla karşılaştığım bir durum bu, suratıma bakan ya Karadenizli olduğumu hemen anlar ya da yabancı sanır. Kızımı ise kimse Türk’e benzetemez.

“Biz aslında Türkçe konuşan Almanlarız, ” diye takılıyorum kasiyere. İnanıyor.

“Gerçekten mi! Bu kadar güzel Türkçe nasıl öğrendiniz?”

Şakayı uzatmıyorum… O da yardımcı oluyor bize:

“Sakın ha o telefondan almayın, neredeyse hepsi arızalı çıkıyor…”

Amcam haklı, her yerde bir ahbabın olacak.

Heidelberg’i bir de kuşbakışı görmek için teleferikle kaleye çıkmaya karar veriyoruz. Teleferik’in içinde uyarı yazıları dikkat çekici. Dört dilde yazılmış, dördüncüsü Türkçe: “Biletsiz binip 40 € ceza ödemeye değer mi?” Demek biletsiz de binilebiliyormuş. Turnikeden nasıl geçiyorlar, keşke öğrenebilseydim…

Almanlar genelde prensip sahibi insanlar ve İtalyanların aksine turisti kazıklama anlayışında değiller. Ancak Heidelberg, belki de aşırı turist geldiğinden istisna. Kazıklamanın tadını onlar da almış…

Teleferik kaleye kadar kişi başı 8 Euro. Daha yukarı devam etmek isteyenler “nostalji vagonuna” aktarma yapacak ve bir 8 Euro daha verecek. Zaten ilki yeterince canımızı acıtmışken, ikinci 8’er Euroyu haram ederek ödüyorum. Zaten Sokrates ne demiş: “Cenaze, düğün ve seyahatte harcanan paranın hesabı tutulmaz; Adana kebap gibi acısı sonradan çıkar…”

Şansımıza, çıktığımız tepe sis altında, kenti görmek imkânsız. Başka memleket olsa, “Bu nasıl müşteri hizmeti! Sisli dağa para mı alınır!” diye sitem ederdim ama Almanların hangisinin şakadan hazzedeceğini kestirmek zor.

Kalenin her tarafı; duvarları, doğramaları, sütunları yazılarla doldurulmuş. Kimi kalemle, kimi kazınarak… Sümela Manastırı’na yazılanları gördüğümde içim cız etmişti. Emin olun, tarihi yerlerimize Almanlardan çok daha iyi bakmışız.

Yazılar arasında Türkçe de ihmal edilmemiş. Pervaza kocaman bir GS işlenmiş. Herhangi bir yerin yazıyla kirletilmesine karşıyım ama yaban ellerde illa yazmak zorundaysanız, yanına yerel dile tercümesini de yapmak lazım. Aksi halde gariplere büyük zayiat veriliyor…

Anlatacağım hikâye gerçektir. Berlin Duvarı yıkıldığında arkeologlar, bilim adamları ve istihbarat elemanları duvarlardaki yazıları deşifre etmeye uğraşırlar. Tamamına yakını Almancadır, hızla çözerler. Önemli bir kısmı batıya kaçmaya çalışanların hüzünlü yazılarıdır.

Bir yazı var ki haftalarca ne olduğunu anlayamadıkları bir cümledir. Sonunda CIA’dan yardım isterler, CIA kızar, “Benim işim suikast, darbe, karanlık işler… Ne anlarım tercümeden!...”

Çaresiz Alman istihbaratçılar kafa kafaya verir. İçlerinden biri, “A!” der, “Bu yazı Türkçe’ye benziyor… Küçükken komşumuz Mustafa’nın ablama yazdığı mektuplardan biliyorum. Ablam bakar bakar gözyaşı dökerdi. Bir şey anlamadığı için ağladığını sonradan öğrendik. Mustafa, mektuplarına cevap alamayınca gitti bir vatandaşıyla evlendi. Ablam hâlâ ağlıyor… Gidip o komşum Mustafa’yı çağıralım.”

Mustafa gelir, yazıyı önce kâğıda döker, sonra dili döndüğünce çevirmeye başlar, önce ukalalık yapmaktan da geri kalmaz.:

“Siz bilmezsiniz, ben demek ich demek…”

Sonra kekeler: “Nasıl denir bilmiyorum, eee… eeee… ve bir eee daha…”

Birden ilham gelir ve bir simultane tercüman becerisiyle devam eder: “Ben 62’ye üç tertip Çorumlu Ekrem… Bir seferimiz bile olmadan gidiyorum bu ellerden…”

Yazı elbette daha edebi sözcüklerle süslü, Mustafa da çeviride bu yüzden zorlanmıştır, RTÜK’lük olmayalım diye biraz sansürledik mecburen…

Kalede buna benzer sözcük yok. Bir tek GS… “Sefer"i güç bela çözümlemiş Alman istihbaratı uğraşsın dursun, bu GS de ne demekmiş…

Yeniden yollara koyuluyoruz. Artık köy yolları yerine hep otoban kullanıyoruz.

Almanya’da bazı otobanlar beton; asfalt değil. Benzeri İstanbul’da Hasdal Kemerburgaz arasında var. Hasdal’da beton üreticilerinin gururla diktikleri bir tabela dikkat çeker: Bu yol betonla yapılmıştır… Yıllar önce de gazetelere ilan vermişlerdi: Beton yol daha dayanıklıdır, daha ucuza mal olur; mayasıla, lumbagoya, sırt ve bel ağrılarına ve romatizmaya iyi gelir, filan…

Kemerburgaz’a her gidişimde, o yoldan geçerken beton üreticilerini sevgiyle anarım. Yol pürüzlü, araba sanki kırık dökük bir yolda gidiyormuş gibi takır tukur ses çıkarır. Bunun bize özgü bir şey olduğunu sanıyordum, Almanya’da öyle olmadığını gördüm. Orası da aynen bizdeki gibi. Anlayacağınız, araba hız yaptığında asfalt ağlar, beton ise ağlatır…

Heidelberg’den sonra geçtiğimiz Mannheim’ı beğenmiyoruz. Mannheim’ın da çok umurundaydı dediğinizi duyar gibiyim…

Son durağımız Frankfurt’a bu üçüncü gelişimiz. Her gelişimizde şehri daha az beğeniyoruz. En azından bazı bölümlerini. Sanki gittikçe bozuluyor, çürüyor. Özellikle Hauptbanhof (Ana Tren İstasyonu) civarı gittikçe bizim eski Sirkeci’ye benziyor. Ne iş yaptığı anlaşılmayan dükkânlar, kılıksız tipler, pislik içindeki sokaklar… Eski Tarlabaşı’nı andıran cinsellik ağırlıklı binalar, sexshoplar… Gardan uzaklaştıkça ve nehir kıyısına indikçe durum düzelse de, önceki gelişlerimizdeki pozitif izlenimler bu defa eskisi kadar fazla değil.

İki sene önceki gelişimizde şunları yazmışız: http://blog.milliyet.com.tr/Laz_Hans_Nurnberg_ve_Prag__da/Blog/?BlogNo=111581

Frankfurt’ta, seyahatimizin en hayırlı işini yapıp, İstanbul’dan yaşlı bir komşumuzu da ziyaret ediyoruz. Hastalıktan dolayı Türkiye’ye gelemiyor. Hem bayramlaşıyor hem helalleşiyoruz. Ya kısmet bir daha görüşmek.

Tam 15 gün 14 gece süren seyahatten sonra yurda dönüşün keyfi büyük. Ben zaten Avrupa’nın en çok İstanbul’a dönüşünü seviyorum…

 
Toplam blog
: 172
: 2181
Kayıt tarihi
: 03.10.07
 
 

1958 Trabzon doğumlu. Darüşşafaka Lisesi ve M.Ü. Siyasal Bilimler Fakültesi mezunu. Yazdığı kitapla..