Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Ekim '10

 
Kategori
Dünya Şehirleri
 

Ukrayna (Lviv) - Polonya Gezi Notları İkinci Bölüm

Ukrayna (Lviv) - Polonya Gezi Notları İkinci Bölüm
 

Ukrayna'da kayıp bir köy


Tam iki saat kırkbeş dakikama mal olan Ukrayna Berehove sınır kapısı maceram böylece bitmiş oluyor... Bir kez daha durdurulup pasaportuma bakılma isteğini kaldıramayacağım için kaçar gibi çıktığım sınır kapısından, yeterince uzaklaştığımı düşünüyorum... Ukrayna’ya girişle birlikte Macaristan yollarındaki ışıkların canlılığı, yerleşimlerin düzeni sona erdi... Saatin 00.30 olması nedeni ile de, ürküntü veren boş ve karanlık yollar, tek tük geçilen birkaç salaş evlik yerleşimlerin yapısı sanki korku filmi gibi… İlk izlenimim ülkede her halde elektrik kısıtlaması var ve kullanılan ampullerin en yükseği 20-30W. gibi ... Bugün yaklaşık 1300 km. yaptım ama hiç yorgunluk hissetmiyorum... Lviv’e daha 200 km. var. Planım varmak ve orada yer ayırttığım otelde kalmak ... Ancak bilinmez bir karanlıktaki sürüşün riskleri nedeni ile otel arayışına başlıyorum... Yol kenarlarında soluk neonlarla aydınlatılmış , görünüşleri bile itici birkaç otel geçiyorum ama daha farklısını bulmak her halde olanaksız... İlerde zifir gibi karanlık, soluk neonlarından otel olduğu güçlükle okunan bir binanın önünde duruyorum... İçeride sağda solda oturan siyah giysili birkaç adam var, hepsinin gözü üzerimde. Tabi bankoda bir kadın. Burada hizmet sektöründe hep kadınlar var. Oda isteğim son derece suratsız bir ifade ile red ediliyor... Boş oda yokmuş.(?) Otel kap karanlık... Bir tane odanın ışığı yanmıyor. Ancak boş oda yok. Siyahlılardan birisi kalkarak gidip gitmediğimi kontrol etmek için dışarı çıkıyor, gidişimle birlikte tekrar içeri giriyor. Bu son olay beni bayağı ürkütse de, yol yapmak zorunda olduğumu hissederek sürmeye devam ediyorum... 10-15 km. daha gittikten sonra, ormanlık ve meskun olmayan yerlerden geçerken, yolun epey ilerisinde ateş topu gibi ışıl ışıl yanan bir tesis görülüyor. Yaklaştıkça bunun bir benzin istasyonu olduğunu fark ediyorum. Haddinden fazla aydınlatılmış olması, bu karanlık ülkede biraz güven veriyor. Eksilen benzinimi tamamlamak için istasyona giriyor, pompanın önünde duruyorum... Nasılsa kapıdaki pasaport muhabbeti sırasında oradaki dövizciden 50€ karşılığı 500 Hrivna almışım. Yaklaşık birkaç dakika beklememe karşılık gelen giden yok. ilerdeki küçük pencereli büro gibi yerde de soluk bir aydınlık var ama hareket yok, görmemeleri olanaksız bu ışıkta... Kornaya basıyorum birkaç defa .Sonunda camın arkasında bir adam bana işaretle, benzini kendimin almasını söylüyor... Gelişmiş Avrupa ülkelerinde benzininizi kendiniz alıyorsunuz ama burada??... Hayret!... Neyse benzini doldurup parasını vermek için küçük camlı büroya yaklaşıyorum. İçerideki adam, yaklaşık 15X 4 cm. ebadından fazla olmayan küçücük bir para alma bölümünü açarak, parayı oradan vermemi istiyor. Aman Allah’ım!... O anda camların tümünün kurşun geçirmez polikarbon takviyeli bir yapıda olduğunu görüyorum. O anda, istasyondaki çok fazla aydınlatma, dışarıya çıkmayan görevli gibi bütün ayrıntılar, bende anlam buluyor. Eyvah eyvah!... Ben neredeyim yahu?? Epey bir ürperiyorum. Benzin alıp yürüyeceğim sırada istasyonun hemen 100m. Yanında, karanlıklar içerisinde, büyücek bir binayı fark ediyorum. Yüksek demir parmaklıklı bahçesinden külüstür bir otomobil çıkmakta... Bina, diğer gördüklerim gibi karanlık. Sisler içerisinde sanki perili köşk. Soluk neonla yazılmış Hotel-Restaurant yazısını güçlükle fark ediyor ve hiç düşünmeden açık demir parmaklıklı kapıdan içeri dalıyorum. Bahçe oldukça büyük. İlerde Otelin kapısında, muhtemel biraz önce giden sarhoş son müşterileri için dışarıda olan iki tane kadın var. Bir de durmaksızın bana havlayan bacaksız bir köpek... Kapıdan dışarıya yoğun alkol kokusu vuruyor. 50li yaşlardaki iki tane iri kıyım kadın hayretle bana bakıyor; nereden çıktım bu saatte? Diye... “Oda var mı?” diyorum… İkisinden de cevap yok... İşaretle filan bir gece kalacağımı, sabah erkenden ortadan kaybolacağımı falan söylüyorum. Yine tık yok. Eyvah eyvah!... Burada da yer yok her halde derken, kadınlardan daha iri kıyım, daha sarhoş ve daha erkek gibi olanı; sigaradan kalınlaşmış sesi ile; “Bu ne olacak?” diyor motoru göstererek... “Ee duracak burada” diyorum. “Olmaz mı??” Kadınlar birbirlerine bakıyor, “Bu herifin motorunu nasıl emniyet altında tutarız?” gibilerinden. Sonra onay çıkıyor. Oda verilecek. Çok sevinçliyim. Bir an motorumun güvenliği falan ikinci planda idi ama şimdi yer işini hallettik, motoru ne yapacağım telaşı başlıyor. Ağırlıkları indirdikten sonra, bu gezi için aldığım iki metrelik çelik halat ile, hemen oradaki demir direğe bağlıyorum... Çantamda sürekli durmakta olan disk kilidini de ön tekerleğe bağlayarak içeri giriyorum. Kapı girişi Restoran… Tahta masalar ve sandalyeler... Belki birlik zamanında dekor olsun diye yapılmış kaba saba ve çok gereksiz bir sürü dekorasyon gayreti, leş gibi masa örtüleri, artı her köşeye sinmiş ağır alkol kokusu... Yiyecek bir şey yok mu ? diyorum. Yok!... Yemek yenecek yer değil ama sürmekten yemek yemeğe fırsat bulamamışım gün boyu. Neyse. Bir tabak borç (çorba) yapabileceğini söylüyor. İkinci kadın bu işle meşgulken beni odama götürüyor daha iri kıyım olanı. Loş hatta karanlık dehliz gibi koridorlardan geçiyoruz. Bir kapıyı zorlukla açarak, ışığı yakıyor ve gidiyor. Oda hele ki banyo dökülüyor. Anlatmak olanaksız, görmek lazım, ama bu geceyi orada geçirmek zorundayım. Hava buz gibi... Eşyalarımı bırakıp, sınır kapısından beri kafamı kurcalayan pasaportta görülen kafanın sahibini bulmak için pasaportumu çıkarıyorum...

Kısa bir incelemeden sonra iş anlaşılıyor. Pasaportların her sayfasına dikine bir Türkiye haritasını filigran olarak koymuşlar. Diğer boş sayfalarda harita bütün olarak fark ediliyor. Ancak, fotoğraflı sayfada fotoğraf, batı Anadolu’yu kapatmış. Doğu Anadolu bölümü ise, aynen bir insan boynu şeklinde aşağıya uzantı yapmış. Boynun üzerinde de, motifli TC baskısı ile alttaki harita aynen bir surat gibi gözüküyor. T nin altındaki ay yıldız filigran ve C nin yuvarlağı da sanki bir gözlük gibi duruyor. Ben de sayelerinde öğrenmiş ve görmüş oluyorum ama olan benim ikibuçuk saatime mal oluyor.

Odadan çıkıyor, birkaç kere de koridorlarda kaybolarak, restoran kısmına gelip, olabildiğince temiz bir masaya oturuyorum. Teyzem , bankonun gerisinde kocaman bir bardak ile koyu kırmızı bir sıvı tüketiyor durmaksızın... Muhtemelen şarap ve zaten pek de ayakta duracak hali kalmamış. Çorba geliyor: Kocaman çift kulplu seramik bir kupada renkli bir sıvı... İçinde tanıdık olarak yüzenler: patates, havuç, domates, bir ot sapı muhtemelen maydanoz ve kemikli bir et parçası... Tanımadığım birkaç şey daha var ama incelemeyi bırakıp tadına bakıyorum: Fena değil... Hatta güzel bile denebilir… Acaba çok açım ve soğuk havada bana çok mu iyi geldi?? Teyzem bu arada bankonun arkasındaki musluktan, en az yarım litrelik bardağına şarap dolduruyor. Bu arada ben çorbamı bitirip odama yöneliyorum… Buz gibi bir odada, hiçbir şeyi düşünmeden epey ağır bir uyku çekiyorum...

Sisli, puslu ve oldukça soğuk bir sabaha uyanıyorum. Orada kahvaltı falan düşünecek halim yok. Hemen yola hazırlanıyor ve dışarıya çıkıyorum. Teyzem uyumadan sabaha kadar şaraba devam etmiş. Bu arada motorumun yerli yerinde durduğunu müjdeliyor. O rezil odaya 25€ ödeyip ayrılıyorum. Ohh!... gündüz gibisi var mı?? Artık büyük bir güven duygusu ile sürebilirim... Ancak, anormal yoğun bir trafik var. Tek gidiş geliş yolda o kadar sallapati gidiyorlar ki, sollamak neredeyse olanaksız. Yolda bol miktarda Köhne Lada, Moskvic ve Çayka otomobiller. Kraz, gaz ve Ural marka köhne kamyonlar, her tarafları ayrı oynayarak yollarda seyir halindeler... Son derece lüks 4x4lerle aynı yolda büyük bir tezat teşkil ediyorlar. İleride Mukaceve isminde bir kentleri var muhtemelen herkes iş yolunda. Neyse... tahminim doğru çıkıyor, şehri geçtikten sonra trafik oldukça azalıyor. Yol boyu, doğal güzellikler yönünden inanılmaz derecede güzel. Sabahın ilk ışıklarındaki buğulu köy manzaraları, geçilen gerçek anlamda köyler inanılmaz etkileyici... Bu güzellikler Lviv’e kadar sürecek ve ben yer yer durarak bu güzellikleri olabildiğince yaşayacağım...

Lviv şehrine girişinizle birlikte genel tablo epey düzgünleşiyor. Bu şehrin zaten turizm alanında çok ciddi bir atak yapmasına çok az var. 750nci kuruluş yılı 2006 da kutlanan bu şehrin tarihi bölümü, UNESCO dünya kültür mirası listesine kayıtlı bulunmakta. Ben öncelikle şehrin hemen girişindeki büyük bir alışveriş merkezinde duruyorum. İçerideki onlarca lüks kafelerden birinde oturuyor, oldukça lezzetli bir ıspanaklı börek yiyorum. Saat 11 civarı ve güneş yüzünü ancak gösteriyor... Şehri keşfetmemin tam zamanı. Hemen sora sora bir otopark buluyorum. Motorum ile birlikte üzerimde motora dair ne varsa oracıkta çıkarıyor, rahat bir şeyler giyip, kendimi sokağa atıyorum... Lviv, her tarafından tarihi izler yakalanabilecek, Tüm sokakları Arnavut kaldırımlı, çoğu antika tramvayların sokaklarını boydan boya geçtiği çok şirin bir kent... Ukrayna’da yayınlanan Focus, 12 haziran 2009 tarihli sayısında, “Ukrayna’da yaşanılacak en iyi şehir” olarak Lviv’i seçmiş. Lviv, 1256 yılında, Ruthenya Kralı Danylo Halytskyi tarafından “Kızıl Ruthenya” olarak kurulmuş ve oğlu Lev onuruna adlandırılmış. Lviv ikinci dünya savaşı sonuna kadar, Polonya Krallığı, Avusturya İmparatorluğu gibi zamanlarının çeşitli devletlerince ele geçirilmiş ve ağırlıklı olarak bugünkü tarihi kültür mirasını edinmiş. Şehir, tarihi dokusuna karşın oldukça modern çizgiler de taşımakta. Belki de bu gezimi planlamama neden olan Hürriyet gezi ekindeki yazının başlığı gibi “Prag’ın kükreyen rakibi..” (http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/ShowNew.aspx?id=13264577) Şehri olabildiğince hızlı bir şekilde gezerek, tüm tarihi yapılarını, daracık sokaklarını, açık pazarlarını, kitap sergilerini, çiçekçilerini, her şeyini tanımaya çalışıyorum. Öğleden sonra saat 15 gibi hareket zamanı... Hedef Krakow. Polonya sınırı buradan bir saat. Sınırdan da iki-üç saatlik yolum var. Ancak, Lviv kent merkezi haritası navigasyonumda mevcut değil. O nedenle epey bir yol sorarak ve kaybolarak, Polonya yoluna çıkabiliyorum...

Şehir içinden çıkabilmek epey bir zamanımı aldı. Horodock üzerinden Polonya sınırına ulaşmak üzere gaz açıyorum. Şehir çıkışından itibaren yol oldukça geniş. Ama her nedense pek sürat yapmıyorlar. Birkaç dakika sonra neden sürat yapmadıkları belli oluyor. Benim en az 130 ile gelmekte olduğumu, bir ağaç arkasına sakladıkları külüstür Lada’larındaki köhne radarları ile gören polisler, ellerinde dur levhalarını sallayarak, kendilerini ateş topu gibi yola atıyorlar. Eyvah... eyvah!!... Şimdi ne yapacağız?? Anlaşmak mümkün değil. Zaten geç kalmışım en az 15 dakika bunlarla uğraşmak gerekir. Acele bir kısa durum muhakemesi... “Yürü be Atilla!” diyorum. “Kim tutar bu külüstür Lada ile seni??...” Daha “ne oluyor?” demelerine kalmadan biraz daha açılmış gazla geçip gidiyorum. İşte oldu!!... Çok mutluyum. Hem cezadan hem de zaman kaybından kurtuldum. Hava da nasıl güzel. Büyük bir keyifle sınıra doğru yol alıyorum. 10-15 km. sonra, o da ne??... Epey ilerde yolda sanki bir araba var?? Aman Allah’ım... Yaklaştıkça iş ortaya çıkıyor. Telsizle benim kaçtığımı öğrenen ileriki ekip yola neredeyse barikat kurmuş. Belli ki, iki ekip koordineli çalışıyorlar böyle durumlar için. Yolun tam ortasına Lada’larını çekmişler, sağ taraftaki geniş boşluk alana da nereden buldularsa bir traktör koymuşlar, geçen araçları da diğer şeride kontrollü geçirip gönderiyorlar. Bir tek yandaki ormandan birkaç tane ağaç devirmedikleri kalmış. Benim yaklaştığımı gören iki tane polis ellerinde dur levhaları ile, yolun ortasında ateş dansı yapmaktalar. “Hadi şimdi kaç bakalım Atilla...” diyorum kendi kendime... Şimdi tam belayı bulduk. Çaresiz duruyorum. Yüzüme en şaşkın bir ifadeyi oturtuyorum. Hesapta ilk ekibi görmediğime inandırarak yırtmak niyetindeyim. Polislerin bir nasıl bağırıyor, sanki yer gök inliyor. Öbürü de hep bir adım yanımda, her halde, her şeyden vaz geçip kaçar mıyım acaba? diye... Bakalım başımıza neler gelecek?? ”Macerayı severdin. Al sana macera!!...” Ortak dil yok. Birinci polis ciyak ciyak bağırıyor kendi dilinden ve el kol hareketleri ile ilk kontrolden kaçtığımı, geri dönüp merkeze gideceğimizi, işlem yapılacağını falan söylüyor. Ben de, ilk kontroldeki polisleri görmediğimi, motor sürerken sağa sola bakamadığımı, çok dikkatli sürdüğümü, o nedenle dikkatimden kaçmış olabileceğini falan saçmalayarak inandırmaya çalışıyorum... Polisler kararlı, merkeze gideceğiz demeye devam ediyorlar. Eyvah ... Eyvah!... Bir de karakolluk mu olacağız?? İster misin alsınlar içeri?? Son bir hamle yapıyorum: “Tamam arkadaş... suçluyum. Neyse cezamız ödeyelim.” diyorum. Çok bağıranın sesi biraz kısılıyor bu lafa. “Geç, otur arabaya” diyor. Kendisi direksiyona ben de yanına oturuyorum. Diğeri dışarıda gözcülük yapıyor. Cepten bir 100 lük çıkarıyor, sıkıştırıyorum adamın eline. Adam itiraz ediyor: “yoook olmaz 100 hrivna’ya... Hem polisten kaçacaksın hem de bu para??” diyor...” Param yok, yeter bu kadar.” desem de, “euro ver paran yoksa” diyor. Adam hazırlıklı böyle durumlar için. “Hiç param yok. Polonya’da bankadan çekeceğim...” laflarına pabuç bırakmıyor. Cebimde de bir 100 lük , bir 50 lik ve birkaç tane de 20 lik falan var. Cebime elimi atıp “aaa!! bir de cebimde bu param varmış.” deyip bir 20 lik daha vermek ve kurtulmak niyetindeyim. Bu arada cebimden elimle banknotları seçmeye çalışıyorum. En sonunda doğru seçimi yaptığımı düşünerek bir banknot çıkarıyorum. Kahretsin!!... 100 lük banknotu seçmişim. Şans yok ki!... Allah razı gelmedi daha ucuz kurtulmama… Onu da kapar kapmaz aracını çalıştırıyor, bana “in” işareti yapıyor. Ben iner inmez diğerinin binmesi ve gazlayıp gitmeleri bir oluyor, arkalarına bakmadan... Her halde doğru diğerlerinin yanına. Elli elli kırışacaklar dört polis… Organize çalışıyorlar vesselam… Evet. ilk çevirmede adam gibi dursam, 5-10 € ya halledilecek işi 20€ ya halledip yoluma devam ediyorum.

Kısa bir sürüş sonrası Medyka sınır kapısına geliyorum. Kapı yine çok sayıda araç dolu. Ben yine yandan en öne geçip işlemlerime başlıyorum. Herhangi bir ikaz, problem falan yok. Ukrayna polisleri girişteki kadar olmasa da yine benim pasaporta takılıyorlar. Yine tüm polis ve gümrük memurları kadın. Yine bol bol pasaportuma ve bana bakılıyor, birkaç telefon görüşmesi falan yapılıyor ve çıkışıma izin veriliyor. Polonya sınır kapısı yaklaşık 1000m. gibi bir mesafede ve bu mesafe sıra bekleyen yüzlerce motorlu araç tarafından doldurulmuş... Hiçbir hareket yok, hepsi Polonya’ya geçmek için bekliyorlar... Belli ki burada işler çok yavaş yürümekte. Araçların yüzde doksanı Ukrayna plakalı. Ben her zamanki gibi, bulduğum aralardan, yollardan, yol dışı alanlardan geçerek en öne geliyorum. Burası artık Polonya bölgesi ve genç bir Polonya’lı kadın polis ikişer ikişer araçları çağırıp kendi bankolarına sevk ediyor. Polonya girişinde iki tane polis bankosu var ve son derece yavaş ilerliyor. Kadın polis aksilik çıkarıyor, neden sıraya girmediğimi, buna hakkım olmadığını falan söylüyor. Ben de “Yorgun olduğumu, uzun yolum olduğunu, zaten Ukrayna polisinin de öne geçmemi söylediğini (?) falan saçmalayarak ricada bulunuyorum. Kadın kararlı... Beni sokmayacak. İlla geri git diyor. Gidip o sıraya girsem her halde gece 12 de falan sıram gelir. Orada ısrarla durmaya devam ediyorum. Birkaç dakika sonra diğer araçlarla ilgisini arttıran polis beni biraz boş bırakması ve yanımdan ayrılması ile birlikte, gazlayıp polis bankoları bölgesine geliyorum. Bu gün polislerle uğraşma günüm…

Burada işler çok yavaş ilerliyor. Neden yavaş yürüdüğünü biraz sonra anlıyorum. Ukrayna’dan Polonya’ya ciddi bir sigara ve içki kaçakçılığı söz konusu. Demek ki fiyat farkı çok. Belki başka şeyler de var. Poliste işlemini bitiren her Ukrayna plakalı araç, elinde bir adet iri çekiç, birkaç anahtar, tornavida ve şiş bulunan gümrük memurlarınca didik didik aranıyor. Yetmiyor, kaporta altları, benzin depoları, kapı içleri, hatta lastik içleri dahi, çekiçle vurarak ses farklılıklarına dayanarak kontrol ediliyor. Şüphe oluşursa, sökmek, dağıtmak, her şey var... Dışarısı kuyruktan yıkılıyor ama hiç aceleleri yok... Neyse, önümdeki iki adet aracın kontrolü tam 20 dakikada biterek, bana sıra geliyor. Usulen arka çantamın içine şöyle bir bakıp beni gönderiyorlar...

Artık Polonya topraklarındayım. İlk izlenimlerim; Oldukça düzgün yollar, birbirlerine çok saygılı sürücüler... Sınırdan Krakow 140km. ler civarında olmasına rağmen trafik oldukça yoğun, hava neredeyse kararmaya başladı ve benim yapacak daha epey yolum var. Tek gidiş geliş yolda , o ana kadar emniyet şeritlerini kullanmayarak düzene uyuyorum. Ancak birkaç motosiklet sürücüsünün de kullandığını görüp, tamamen boş olan emniyet şeridini kullanarak, kısa zamanda Krakow’ a varıyorum. Daha önce otelimin adresini navigasyon aletine girmişim. Son derece karmaşık yollardan ve yoğun trafiğin içinden geçerek, çok kısa zamanda otelimin önüne geliyorum. Bu alet bence, sadece bu gecede parasını çıkardı. Zira ben bu oteli bu trafik ve karmaşa içinde ve bu akşam saatinde her halde iki saatten önce bulamazdım. 20€ ya aldığım oda, son derece temiz düzgün ve özenli. Dün geceki kabus oteli ile kıyaslamaya olanak yok. Şehri ve Auchzwitz’i yarın gezeceğim. Bu akşam karnımı doyurmak ve bölgesel kısa bir gezi yapmak için dışarıya çıkıyorum. Hemen iki sokak arkada, insanların yoğun olarak toplandığı, çeşitli kafe ve restoranların sokak boyunca dizildiği, çok canlı bir bölge keşfediyorum. Geniş meydanın ortasında yuvarlak, devasa bir binanın önünün daha da yoğun olduğu dikkatimi çekiyor. Burası Polak'ların çok sevdiği, çok farklı malzemelerle yapılabilen, sıcak sandviçleri üreten ve satan onlarca küçük dükkanın satış yeri... Ucuz ve seri beslenme noktaları. Dairesel konumlu binada her birinin en fazla iki metre kare dükkanları ve satış yaptıkları 40x40 gibi küçücük bir pencereleri var. Yalnız bu sadviçler biraz farklı. Yaklaşık 30cm. boyunda enine kesilmiş ekmeğin üzerine çok çeşitli malzemelerle döşüyorlar ve fırında kızartıp çıtır hale getiriyorlar. Fiyatları ise 6-7 zloty civarında... Yani 3-3, 5TL. gibi... Fotoğrafta da görülen kocaman bir greek sandviç ile karnımı fazlasıyla doyuruyorum. Ülke, ileriki günlerde de çoğu alış verişte tanık olacağım şekilde çok çok ucuz. Bir AB ülkesinin bu kadar ucuz olmasına aklım ermiyor. Ancak ilerde ortak para birimine geçişle, aynen Yunanistan’daki gibi bu ucuzluktan pek eser kalmayacağını düşünüyorum...

Sabah bütün yorgunluklarımdan arınmış olarak uyanıyorum. Niyetim, bu gün Krakow’u keşfetmek. Zira bu kent Polonya'nın üçüncü büyük kenti ve yeni epey birikimi olan bir şehir. Krakow, ülkenin II. Dünya Savaşı'nda zarar görmeyen tek büyük kenti. Uzun yıllar başkent olan Krakow tarihi yapıları ve müzeleri ile önemli bir kültür merkezi. "Rynek Glowny" Avrupa'daki en büyük Ortaçağ meydanlarından biri. Şehri tanımanın en iyi yolu, bu meydandan başlayarak ve yürüyerek yapılacak bir keşif turu. Ben de bu maksatla Meydana geliyorum. Meydanın kuzeydoğu köşesinde 14. yüzyılda yaptırılan St. Mary kilisesi ve 35 numarada Tarih Müzesi bulunuyor. Meydana sayısız sokak açılmakta ve bunların her birinde görülmesi gereken ilginç yapılar ve müzeler var. Florian Kapısı'nın (7 kapıdan kalan tek kapı) hemen arkasında Barbakan (1498) adlı küçük bir savunma kalesi bulunmakta. Kent merkezi, tümüyle eski yapılarla dolu ve bunların korunmasında gösterilen özen çok çok iyi düzeyde. Eski kentin güneyinde yer alan 16. yüzyıl Wavel Kalesi (Zamek Wavel) ve içerisindeki katedral de (1364) mutlak görülmesi gereken bir yapı. Özellikle katedral içinde yer alan Sigismund Şapeli (1539) Polonya'daki en güzel Rönesans yapısı. Kuledeki çan 11 ton ile ülkenin en ağırı. 15. yüzyıldan bu yana Yahudi Mahallesi olarak anılan Kazimierz, eski kente yürüyüş mesafesinde. II. Dünya Savaşı başladığında burada 70 bin civarında Yahudi yaşarken bugün bu sayı 100’e düşmüş. "Schindler'in Listesi" filminin bir kısmı burada çekilmiş. Yahudi Müzesi ve civardaki Sinagoglar da görülecek yerler arasında. Kentin 15 kilometre güneyinde Wieliczka'da yer alan Kopalnia Soli adlı tuz madeni içerisinde 30 yılda tamamlanan bir şapel ile tamamı kaya tuzundan yapılan heykel ve rölyefler bulunduğunu öğreniyorum. Şehirde bol miktarda bulunan ayaküstü atıştırma mekanlarında karnımı doyurup, Wieliczka’ya gidiyorum. Burası tarih öncesi çağlardan beri kullanılan bir tuz madeni. Ancak çökme tehlikesi nedeniyle 1996 yılında kapatılmış. Ziyaretçilerin gezebildiği 3 Km. gibi yol boyunca tuzdan yapılmış ilginç heykeller bulunmakta... Gece yine otelimde kalıyorum. Yarın son yüzyılın en büyük acılarının yaşandığı Auschwitz’e gideceğim...

İlk kurulan ana kamp Auschwitz, Krakow şehrinin 60 km batısında, küçük bir şehir olan Oswiecim'in güneybatısında kurulmuş... Sabah navigasyonuma bu şehri yüklüyerek yola çıkıyorum. Yol, nefis doğa manzaraları ile çok şirin küçük yerleşimlerden geçmekte. Bu nedenle iki saate yakın zaman kaybederek, ana kampa varıyorum. Burası müze niteliğinde ve bireysel girişlere izin yok. Çeşitli dil gurupları oluşturularak rehber eşliğinde geziliyor. Ben ilk guruba yazılarak, içeri giriyorum. Niyetim zamanımın kısıtlı olması nedeni ile, 4 saat süren rehberli geziden ayrılarak bireysel gezide bulunmak... Yaklaşık iki saat gibi çok kalabalık turist gurupları arasında gezimi bitiriyorum. Çok fazla yazacak bir şey yok. Görülenler ve görülecekler, her insanda derin izler bırakacak, hayretlere düşürecek cinsten. Daha sonra alınmak üzere üzerlerine özenle isimler yazılmış valizler, sahiplerini düşümde dahi canlandırmaya ürktüğüm on binlerce çocuk ayakkabısı, Birkaç TIRı dolduracak kadar çok insan saçı. Hele ki, anneleri tarafından özenle örülmüş, ama hoyratça kökünden koparılmış genç kız saçları, katledilerek yakılan insanların dağ gibi yükselen külleri, binlerce gözlük çerçevesi, fotoğraflar... Fotoğraflar... En çok baktığım fotoğraflar… Binlerce, hüzün, acı, hasret ve çaresizlik ifadeleri ile yüklü fotoğraf... Dayanmak mümkün değil... Müzeden hemen çıkarak, Oswiecim'in 3 km batısında Brzezinka (Birkenau) köyünde bulunan toplama ve imha kampına gidiyorum. Burası trenlerle getirilen bir milyonu aşkın insanın, birçoğunun gelir gelmez banyo gerekçesi ile gaz ile zehirlenerek yakıldıkları merkez. Şimdi insanların, yeşil zeminine oturduğu, sanki bir doğal parkı gezer gibi turladığı alanda yaşananların dayanılmaz ağırlığı. Bölgedeki gezim ile saati iki yapıyorum. Bundan sonra artık Varşova yolu...

Varşova yoluna çıkmadan, Polonya hakkında ilginç birkaç bilgi de yazayım. Polaklar, Avrupa’nın en dindar ve tutucu insanları denilebilir. Ülkelerini çok sevmekle birlikte çok kuvvetli aile bağları nedeni ile, ülke dışında çalışmak, para kazanmak gibi bir amaçları yok. Ülke genel anlamda oldukça ucuz. Yaşam çok düzenli. İnsanların kurallara bağlılığı üst seviyede... Dikkat ettim, ülkedeki hemzemin demiryolu geçişlerinde genellikle kapanır bariyer sistemi kullanmamışlar. Bu nedenle hemzemin geçide giren her aracın şoförü önce mutlaka duruyor, önce sağa ve sonra sola bakarak yürüyor. Hemen arkasından gelen araç şoförü de aynı. Arkasındaki de... Demiryolun her iki istikameti net görülse dahi, aynı şey... Bazı yerlerde uzun kuyruklar, beklemeler oluşuyor ama bir tane korna veya sağdan soldan kaptırıp ön alma gayreti yok. Büyük bir disiplin ile bunun gereğini biraz abartılı da olsa yerine getiriyorlar. Bu nedenle de hiçbir zaman; “Polonya’da Trenin hemzemin geçitte önüne kattığı minibüsteki 8 kişilik aile yok oldu!...” gibisinden bir haberi hiç duymadık, duymayacağız... Ülkede halen kendi paraları Zloty geçerli. Turist olarak havayolu ile gidecekler, para değişimini aman havaalanında yapmasınlar zira ciddi bir fark var. Ülkeye hele ki bir gurup ile gittiyseniz, her yerde sim kartı ile birlikte satılan 5 zloty’lik(2, 5 TL) kartlardan alınız ve ülke içinde birbiriniz ile neredeyse sınırsız görüşmeye sahip olunuz. 5 zloty lik “Yeah” kart deseniz size hemen takdim ederler. Bütün yerleşimlerde özellikle tramway olmak üzere her türlü toplu taşıma mevcut. Kalma sürenize göre 15 zloty ödeyerek alacağınız üç günlük kart ile, üç gün boyunca sınırsız olarak toplu taşıma araçlarına binebilirsiniz...

Yeme-içme kültürlerini de biraz yazayım diye düşünüyorum. Yukarıda da yazdığım sıcak sandviç örneği gibi genelde pratik besleniyorlar. Ülkenin öyle köklü bir yemek kültürü yok. Genelde votka tüketilirken şimdilerde biraz daha bira ve şaraba dönüş var. Ruslarınkine benzer, ufak bir bardak votka, sardalye konservesi ve OGOREK denilen salatalık tursusundan oluşan klasik bir çilingir sofrası kültürü hala yer yer bulunabiliyor. Onun dışında ana yemek hadisesi, BAR denilen, hatta ilginç bir şekilde "milk bar" denilen, bizim esnaf lokantalarına biraz denk gelen ucuz restoranlarda çözülüyor. Doğrusu ya, plazada çalışan takım elbiseliler bile 6-8 liraya denk gelen bu ucuz, biraz yağlı ama oldukça bol yemek veren lokanta tipine rağbet ediyorlar. Bizim mantımıza benzeyen ama yoğurtsuz yedikleri PIEROGI diye bir yiyecekleri var. Mantarlı, kıymalı, lorumsu peynir içeren versiyonları bulunmakta. Avrupa’da Türkler döner ile bilinirse Polonyalılar da pierogi ve votka ile biliniyorlar. Onun dışında her lokantada NALESNIK diye tabir edilen bildiğimiz krep bulunuyor... O da ıspanaklı, mantarlı, ve yine lorumsu peynirli yapılmakta. Zurek denilen milli çorbaları, yumurta, sosis gibi yiyecekleri içeren çok sevdikleri bir yiyecekleri...

Evet ... Artık Varşova’ya gidebiliriz... Saat üç gibi Krakow’dan çıkarak, üç buçuk saatlik bir yolu mükemmel bir otoyolda alıyorum. Yolda çok yerlerde önden çekim yapan sürat radarları var. Zaten tüm Avrupa’da navigasyon cihazında da radarlar görülüyor. Ancak bir çoğunun tahditlerine pek uyduğumu söylemek olanaksız. Akşam 7 gibi Varşova’daki akrabam Yiğit’in evine ulaşıyorum. Bundan sonra bu şehirde üç gün kalacağım. Ancak, Yiğit çalışıyor. O nedenle, onun rehberliği ve hazırladığı çok verimli krokiler ve bilgiler ile şehri tek başıma ama fazlasıyla keşfedeceğim...

Varşova, İkinci Dünya Savaşında tümüyle yıkılan ve yeniden kurgulanarak yaratılan bir şehir. Öyle ki, “Old town” dahi savaştan sonra el birliği ile, aslına uygun yeniden yaratılmış. Şehrin düzeni, geniş ve birbirini dik kesen ana ulaşım yolları, bu yollarda durmaksızın işleyen toplu taşım araçları ve üstüne üstlük inanılmaz ucuz bir Avrupa kenti gerçeği, burasını kıskanılacak ölçüde bir yaşanılacak merkez haline getiriyor...

Üç gün boyunca şehrin hemen pek çok yerine gidiyorum. Bu arada meraklıları için yazayım; Pazar günleri Obozowa 99 adresinde müthiş bir bit pazarı kuruluyor. Çok değerli eski eşyaların çok ucuz fiyatlarla satıldığı bu pazara 20, 23 veya 24 no lu tramvay ile ulaşılabilir. Durak adı Pazar ile aynı isimde: Kolo… Varşova’da çok kaliteli yerel yemek ve içkileri bulabileceğiniz mahalli bir restoranını da yazayım. Zelazna 68, Sródmiescie adresinde bulunan Oberza pod czerwanym wieprzem (the inn under the red hog ) isimli restorana mutlaka bir akşam yemeği için rezervasyon ile gidin. Restoranın adının anlamı: “Kızıl erkek domuzun altındaki han”... Zaten adı ile de komünizm ile inceden dalga geçen çok kaliteli yemekler yiyebileceğiniz bir yer. Lokantanın gazete şeklinde tasarlanmış espri yüklü menü listesinde, nispeten pahalı olan yemekler, “Polit büro ve ileri gelenler için” bölümünde, daha ucuz olanlar ise “Ploreterya için” bölümünde listelenmiş...

Üç gün sonra veda zamanı... Sabah erken bir saatte vedalaşarak ayrılıyorum. Hava üç gündür sabahları olduğu gibi çok hafif çisentili. Her gün olduğu gibi birkaç saat sonra açacağı düşüncesi ile yağmura karşı önlem almıyorum. Ancak şehir dışına çıktıkça yağmur artmakta. Hemen ıslanmadan bir benzincide yağmura karşı giysilerim giyip yola çıkıyorum. Bu gün Çek Cumhuriyeti ve Avusturya’yı geçerek Güney Avusturya’da Villach kentinde konaklamak niyetindeyim. Yolda resim gibi güzellikleri geçerek ilerliyorum. Yağmur Çek topraklarında bitiyor. Burada yol kenarındaki bir dağ köyünde bir saat kadar mola veriyorum. Bu topraklar gerçekten çok güzel yerleşimler ile dolu. Gece villach’ta önceden yer ayırttığım çok şirin bir pansiyonda kalıyorum. Sabah erken hareket ile saat 16.00 da Ancona’dan hareket edecek olan İquemenitsa feribotuna yetişmek ve artık biraz sürmeden gitmek istiyorum. Saat 14.00 gibi Ancona’dayım. 13 katlı dev gibi bir gemi olan Anek feribotuna bilet alarak biniyorum. Bu gemi nerdeyse yüzen bir otel. Sadece bir feribot olarak ta beni fazlasıyla kıskandırıyor. Geç saatlere kadar kafelerinden birinde vakit geçirdikten sonra yanıma aldığım çadırımı ve uyku tulumunu güvertenin uygun bir yerine açarak, uykuya dalıyorum. Sabah İquemenitsa inişi ile birlikte , yağmursuz bir havada 1100 km. lik uzun ve sıkıcı son etap sürüşüme kontak açıyorum. Sorunsuz, türlü çeşitli güzellik ve macera ile dolu, benim için fazlasıyla doyurucu müthiş bir geziyi daha sonlandırıyorum...

Sevgilerimle... Ekim 2010

A.Atilla KARASU

 
Toplam blog
: 20
: 7419
Kayıt tarihi
: 29.01.08
 
 

Emekli Subayım.. Yıllarca memleketin çeşitli yerlerinde gezmek, belki de gezgin yapım nedeni ile ..