- Kategori
- Güncel
Gece Yağan Yağmur, Sorular, Düşünceler ve Ben

- Saat gece yarısını çoktan geçmiş… Uyuyamıyorum! Yağmur ara ara şiddetleniyor, ara ara yavaşlıyor… Yağmur şiddetlendiğinde panjura vuran yağmur tanecikleri bütün uykumu aldı, götürdü, bir yerlere savurdu. Nafile… Uyuyamıyorum! Ne kadar zorlasam da, bir sağa dönsem, bir sola dönsem de olmuyor… İçimden “En iyisi kalkmak, demli tarafından bir çay demlemek ve balkon camının kenarına tüneyip, yağmurun yağışını izlemek en güzeli” diyorum. Ve öyle yapıyorum.
- Balkon camının kenarında oturuyorum… Ve önümde ince belli bardakta demli bir çay… Yağmurun yağışını izliyorum. Şiddeti durdu o ara yağmurun. Ara ara caddeden arabalar geçiyor. Kaldırım kenarındaki su birikintilerini etrafa saçarak yol alıyorlar… Belki bir yüz metre sonrasındaki ışıklarda duruyorlar…
- Ve masanın üzerinde bir hukuk dergisi… Gözüm takılıyor dergiye! Nefret suçlarına ilişkin konuları ele almış dergi. Boş gözlerle derginin kapağına bakıyorum. Sayfalarını açıp, birkaç konuya göz atıp atmamak arasında gidip geliyorum. Ve yeniden caddeden geçen araçlara yüzümü çeviriyorum. Ve bir başka dergi… Hemen taburenin üzerinde… Öylece duruyor! Bildik bir dergi… Gezi dergisi! Kapak sayfasında Ürgüp-Göreme… Ekinde ise Çanakkale… O an için hiç ilgimi çekmiyor nedense. Çayımdan bir yudum alıp, yeniden kendi dünyama dalıyorum.
- Kendi dünyam! Gün boyu Sivas Davasına ilişkin gelişmeleri izlemiştim internet ortamında.
- Sivas Davası gündemdeydi… Sadece gündem de! Malumun ilanı olmuştu Sivas Davası da… “Malumun ilanı” Tıpkı diğerleri gibi… Tıpkı N.Ç. Davası gibi… Tıpkı 16 Mart Katliamı Davası gibi… Tıpkı Kemal Türkler Davası gibi… Daha kararının mürekkebi kurumamış olan Hrant Dink Davası gibi… Gazi Mahallesi, Metin Göktepe ve daha nice nice davalarda olduğu gibi… Suçluları görmezden gelen, kamunun sorumluluğunu bertaraf eden o bildik garip davalardan birisiydi Sivas Davası. Sürpriz olmuş gibi mi yazıyorum bilmiyorum ama benim için hiç de sürpriz bir sonuç olmadı. Ve ben yine yeniden o kafama takılan soruları zihnimde eviriyorum, çeviriyorum ve sorup sorup duruyorum.
- Neden kendisini telefonla arayan dönemin Başbakan vekili Erdal İnönü’ye, Sivas Valisi her şey kontrol altındadır dedi?
- Üzerine vazife olmayan her bir şeye anında atlayan ordu neden Sivas’ta insanları linç etme ihtirasıyla yanıp tutuşan güruhu dağıtmak gibi bir harekette bulunmadı?
- Yoksa, Sivas’ta can verenler, bu ülkenin muktedirlerinin, o dönem de yükselmekte olan Siyasal İslam’ın önünü kesmek ve Siyasal İslam’a tepkiyi yoğunlaştırmak için kurban vermeyi göze aldığı bir kesim miydi?
- Bunca insan ölürken neden mahkeme, o dönemde kamu güvenliğinden sorumlu olan kimseleri sorgulama ihtiyacı duymadı? Ortada alenen görev ihmalleri varken hem de… Bir avuç öğrenci veya sivil toplum aktivisti bir eylem yaptığında, kolluk gücü marifetiyle bu insanlara o eylemi yaptıklarına pişman edenler, neden Sivas’ta kılını dahi kıpırdatmadı?
- Sorular, sorular!
- Sene 1993!
- Ne hazin bir yıl değil mi?
- Uğur Mumcu’da, Sivas Madımak katliamından önce, daha üç beş ay önce öldürülmedi mi? Ve Uğur Mumcu sonrasında insanlar sokaklara dökülmedi mi? Siyasal İslam’a ve İran’a ver yansın etmedi mi insanlar? Uğur Mumcu’nun oğlu Özgür Mumcu “Babamı öldürenler kontrgerilla çıkarsa hiç şaşırmam” demişti oysa…
- Elazığ-Bingöl karayolunda 33 asker öldürülmedi mi? 33 askerin öldürülmesinin üzerindeki sır perdesi halen kalkmış değil.
- Ve Ayhan Çarkın!
- Sivas Madımak katliamından sonra yaşanan Başbağlar katliamına ilişkin bir şeyler söylemişti. O söyledikleri pek de öyle yenilir yutulur cinsten şeyler değildi. Her bir şeyin üzerini lafta açmakta olan yüce ve pek demokrat hükümetimiz nedense Ayhan Çarkın’ın itirafları hususunda sessizliğini korumayı vazife biliyor. Susurluk hadisesinin üzerine gitmeyenin, Ergenekon hadisesini çözebileceğine inanmak pek tabii ki safdillik olur.
- Ahmet Şık ve Nedim Şener’in salıverilmelerine sevindim... Lakin sadede gelelim… Kim hesabını verecek bu insanların 375 günlük tutukluk halinin bedelini? Olmadık bir suç isnadında bulunup, önüne geleni demir parmaklıklar ardına göndermek ülke yönetme marifeti mi? Esas suçlular elini kolunu sallayarak ortalıklarda dolaşırken, kaleminden başka gücü olmayanları, salt muhalif diye onca baskı ve sindirmeden geçirmenin mantığının bir izahı var mıdır?
- Yağmur devam ediyor… Ve ben yavaşça kalkıp, mutfağa geçerek elimdeki ince belli bardağa bir çay daha koyuyorum. Demli tarafından bir çay… Camın kenarında, yağmurun yağışını izlerken pek bir güzel gidiyor o demli çay.
- Ve sokak aydınlatmaları… Kaldırım köşesindeki o direk… Nede güzel yağmur damlalarını parlatıyor. Ve o damlalar, kaldırım üzerindeki girintilerde birikmiş olan su göletlerinin içerisine nede güzel düşüyor. Sanki lastik topun toprağa değdiği anda yeniden yükselmesi gibi bir şey… Gözümü alamıyorum o su birikintisinden…
- Bir yaşlı ihtiyar yürüyor kaldırımda. Şemsiyesi dahi yok… Hızlı adımlarla bir yerlere yetişmeye çalışıyor. Belli ki geç kalmış… Ya evine, ya da başka bir yere. Gecenin o yarısı… Hem de yağan yağmurun altında! Pek akıl kârı olmasa gerek.
- Dindar gençlikmiş!
- Şayet gençliğimiz dindar olmazsa, ya ateist, ya tinerci olurmuş.
- İnsanlar neden sokakta yaşamak zorunda kalır Sayın Başbakan? Neden bu memleketin sokakların yüzbinlerce çocuk vardır? Dindar olmadıklarından değil mi? Kafa sadece din noktasında hareket etme kabiliyetine sahip olunca, “Kişi dindar olmazsa, o zaman şucu bucu olur?” gibi hayli engin bir görüş ortaya atılabilir. Ve benimde şu gecenin yarısında camın kenarında yağan yağmuru izlerken düşündüğüm şeye bak. Merak işte… Sivas’ta insanları linç etmek için toplanan ama linç etmeyip yanan ateşten çıkan dumandan boğulmalarına neden olan güruh neydi? Dindar değil miydi? Hani o dindarlar birilerinin maşası olmuştur, anladık… Adına ne derseniz deyin. Be kardeşim bu dindarların inanç literatüründe “İnsanları öldürmek” diye bir anlayışı var mı? Yoksa, bu insanlar Sivas’ta, insanların öldürülmeleri üzerine inşaa edilmiş bir oyunun neden figüranı oldular?
- Her ne hâl ise…
- En nihayetinde bir neslin nasıl olması gerektiğine karar vermek kimsenin haddine değildir. Bundan daha utanç verici bir ifade kullanılamaz. Tabii vaziyet böyle ama vaziyetin bir başka boyutu da aydınların durumu… Hele ki ruhunu siyasal iktidara teslim etmiş olanlar… Tek kelime dahi laf edemediler. AKP ve patronu gerçek yüzünü ortalığa döktükçe, ruhunu AKP’ye ve patronuna teslim etmiş olanlar kızarıp bozarmaktalar… Tek bir tane dahi eleştirel laf edememiş olmanın kabızlığını çekmekteler. Lafın altından girip üstünden çıkarken, ne hallere düştüklerine de tanık olmaktayız.
- Ve bir çay daha…
- Hemen yanı başımda Salah Birsel’den bir kitap “Boğaziçi Şıngır Mıngır”. Kaldığım yerden okumaya devam etmek en güzeli. Galata Kulesinden, Boğazı anlatmaya başlamıştı Salah Birsel… Hayli ilgimi çeken bir bölümdü. Harem, Üsküdar, Kız Kulesi… Hemen diğer yanda Gülhane Parkı… Tam karşınızda Galata Köprüsü…
- Yağmur ara ara şiddetini arttırıyor. Uyumak, nafile… Demli çay lezzetli… Dalıp gidiyorum kitaba. Boğazın, güneşli, parlak halini zihnim de canlandırıyorum. Salah Birsel anlattıkça ben bir tuhaf oluyorum. Tarihi dokuya sadık kalamamış olmanın bu günkü rengidir İstanbul. Her şeyde olduğu gibi kentlerimizi mahfetme hususunda, cümle aleme parmak ısırtacak marifetlere sahibiz. Oysa İstanbul… Tek başına o tarihi kimliğiyle bu ülkeyi doyururdu. Ya şimdi!
- Daha geçtiğimiz hafta okumuştum Deniz Som’un iki ciltten oluşan “Hey İstanbul 1” ve “Hey İstanbul 2” kitaplarını. Deniz Som’un o nüktedan vari dolu anlatımlarından süzülerek zihnimizdeki yerini alan cümleleri, gerçekten vurucuydu. Elimizdeki tarihi değere sahip olan kıymetlerin nasıl heba edildiğini, birçoğunun birer kültür mirası olmasına karşın, nasıl mezbelelik haline getirildiğini Deniz Som gitmiş, görmüş ve yazmış. Gel de iç geçirme…
- Kentleri mahfetme hususunda cümle aleme rahmet okutuyoruz ya… Sadece kentler olsa iyi… Yönetim anlayışımız toplumu da aynı kentler gibi mahfa sürüklüyor. İşte şu yukarıda saydığımız birkaç dava örneği ortada.
- Ve sabaha karşı saat 04.00… Uykum yok… Sadece çay ve yağmur… Ve bir de “Boğaziçi Şıngır Mıngır”.