- Kategori
- Öykü
Geyikli parktaki kadın
Foto:Yüksel ÖNAÇAN http://www.fotokritik.com/kullanici/Yukselenyildiz
Bielefeld’e gelip, Sparnburg diye adlandırılan kalesinden şehri kuşbakışı gözlemleyip, “Bu kadar seyr-î temaşa yeter, ” dedikten sonra Osnabrück otobanına çıkmak isterseniz, trafik levhaları sizi Stepenhorst Strasse’ye yönlendirir. Hız tahdidi 50 km. olan caddede ilerlerken bir an canınız kahve çeker, bunun için de arabanızı sağa çekip, arzunuzu birisine söylerseniz, size Türkler’in ‘Geyikli Park’ da dedikleri Rudolph-Oetker-Halle girişini gösterirler.
Alışılmışın aksine, engebeli bir alanda yapılandırılan parkın ortasındaki yapay elips gölette çeşitli kuşları birarada görebilirsiniz. Bu göletin kuzeyine düşen konser salonu ile arasındaki alanı bodur ağaçlar kaplar. Batısına doğru yayılan ve gittikçe yükselen araziyi de kaplayan bu ağaçların gizlemeye çalıştığı ama başaramadığı Café BURGERPARK, tepenin uç noktasından aşağıdaki göleti, sağ taraftaki büyükçe bir geyik heykelini, onun arkasında kalan tepedeki yüksekçe ağaçları ve karşıdaki trafik yoğunluklu geldiğiniz caddeyi seyretmek için iyi bir seyir merkezidir. Bu park, yorgunluk, stres atmanız ve mide açlığınızı gidermeniz için benim size verdiğim bir reçetedir...
Ben, işte bu parka sık sık giderim. Yaşadığım, yaşamakta olduğum ve yaşayacağım hayat, burada daha kolaylıkla değerlendirilir ve planlanır.
O gün yine ağaçların, hayvanların ve oranın müdavimi insanların bildiği o alışılmış gezintime çıktığımda, iri geyik heykelinin önündeki göle bakan bankta o kadını gördüm her zamanki gibi. Aynı saatlerde geliyor ve sadece o banka oturuyor, düşünüyor yazıyor, yazıyor düşünüyordu. Uzun zamandır ilgimi çekmekteydi.
Ona en yakın banka oturdum.
Sırtında her zamanki rengi soluk mor pelerini vardı. Buğday rengi saçlarını hafifçe yalayan rüzgâr, onların, yandan gördüğüm profili kapatmasına izin vermiyordu. Sonradan ta derinliklerine kadar görebileceğim mavi gözler, yabancı bir erkeğin kovalamakta olduğu ördeğin suda bıraktığı dalgacıklara bakar gibiydi. Suda birşey görmediği, ama beyninde seyretmekte olduğu çok şeyin olduğu belliydi. Pelerinin kukuletası sırtına kaymış, siyah çoraplı bacaklarını mor botlarıyla birlikte öne uzatmıştı. Her kadında dikkat ettiğim eller, onun elleri pelerinin altındaydı.
Güneş, karşıdaki Konser Halle’nin camlarında parlıyor, ıslaklıklardan usanmış insanlar havadaki ve topraktaki kuruluğa, çöl insanlarının aksine sempatiyle bakıyordu.
Pelerinin altındaki ellerinin kımıldadığını, sonra da sol elinin yandan bir anı defteri (ki; üzerinde ‘ANILARIM’ yazıyordu; böylece Türk olduğunu da öğrenmiş oldum, ) sağ elininse çantasını çıkardığını gördüm. Elleri biçimli, bakımlı, adeta beyaz bir güvercinin kanatları gibiydiler.
Defteri çantanın üzerine koyup açtı. Arasından aldığı kalemi, -ne yazacağını düşünüyor olmalıydı- parmakları arasında uzun süre çevirirken, gözleri yine göle saplanmıştı. Ve ben, heyecanlanmıştım. Aylardır ilgimi çeken bu gizemli kadın Türk’tü; belki, belki değil mutlaka pek çok ortak noktalarımız ve paylaşabileceğimiz duygularımız vardı.
Nedendir bir türlü cesaret edip, tanışma fırsatı yaratamadım. Adeta kıymetli, çok güzel bir kuşu ürkütmekten korkar gibi bir duygu içerisindeydim.
O, bir süre daha hiç bir şey yazmadan oturduktan sonra defteri katlayıp, çantasına koydu ve kalkıp, yavaş adımlarla gitti. Ben, tanışma fırsatı yaratamamanın pişmanlığıyla başbaşa kaldım. Güneş, göl ve sakinleri, artık ilgimi çekmez olmuştu...
* * *
Huzursuz, uykusuz, geçen gecenin sabahında aklımda O, heyecanla hazırlandım.Her zamanki vakitten çok önce parka gidip, onun her zaman oturduğu banka oturdum ve sabırsızlıkla beklemeye başladım.
Her taraf ıslak, ıslak, yine ıslaktı...
“- Guten Tag, ” dedi arkamdan bir ses. Ses, gerideki çam ağaçlarının ta gerilerinden gelir gibiydi. O’ydu. Ayağa kalktım. Sanırım titreyen bir sesle:
“- Buyrun lütfen, ” dedim.
* * *
Tanışıp-kaynaşmamız kısa sürdü. Hatta yukarıdaki Café BURGERPARK’ta kahve içmeye bile çıktık.
İki gün onun belirtmeden yönlendirmesiyle aynı bankta oturup, Almanya’daki içinde bulunduğumuz konumları birbirimize anlattık. O da benim gibi yalnız yaşamaktaydı...
O gün anı defteri yoktu yanında. Yine her zamanki gibi mor pelerini vardı ve yine her zamanki gibi sol yanıma oturdu. Dalgın, çok dalgın gözüküyordu. Bakışlarını suya gömdü. Suyun derinliklerini görmek ister gibiydi. Arasıra kaşlarını çatmasından, reflekse benzer mimiklerinden huzursuz olduğunu anlamak mümkündü. Onun o anlarını artık anlıyor, konuşmamam gerektiğini biliyordum.
Elipis yatağa gömülmüş gölete bir dişi ördek indi, arkasından da bir erkek. Dişi suları yararak ondan kaçıyordu. Anlaşılan erkek, eşi değildi.
Küçük bir kız, annesinin verdiği ekmek parçalarını ördeklere atıyordu.
“- Babam buraya gelinceye kadar çok mutlu bir çocukluğum oldu.” dedi, gözlerini sudan ayırmadan. Çok, çok uzaklara gitmiş gibiydi. “ Evimizin arka tarafı her zaman sürülüp-ekilen tarlalara açılıyordu o zamanlar. Tarlasını süren bir çiftçi geldi mi, bazılarımız oynamakta olduğumuz oyunu bırakır, sapanın toprakta bıraktığı izi takip ederdik. Hoş bir toprak kokusu olurdu. Leylekler biraz uzaktan bizleri seyrederdi. Herhalde sabanın devirdiği topraktaki solucanları toplayabilmeyi bekliyorlardı. Tarlasını nadasa bırakacak olan çiftçiler, kendisini takip etmemize seslenmez, ama ekecek olanlar bizim amaçsızca peşinden gelmemizi engellerdi. Ne için onu takip ettiğimizi şimdi bile anlayamıyorum. Sanırım toprak kokusuydu.
Bahar geldi mi çiğdem kazmaya giderdik. Beyaz, sarı çiğdemler. Sonra bademler çiçeklerini döker ve biz sabırsızlıkla çağla olmasını beklerdik. Kendimizin olsa bile, komşunun erik, kaysı ağaçlarına tırmanma, alelacele olgunlaşmamış meyveleri ceplerimize doldurup, kaçmak bize apayrı bir heyecan verirdi.
Okula başlayınca benim çantam, içindekiler, ayakkabım, montum arkadaşlarımınkinden hep farklı olurdu. Ya babam getirmiş olur, ya da annem kentten en pahalısını almış olurdu. Bu farklılık, kendimi ayrıcalıklı hissetmeme sebep olur, garip bir duygu taşırdım. Ama eve dönerken babam her şeyiyle benliğimi doldurur, onun özlemi beni bazan hıçkırıklarla ağlatırdı.
Toplumun değer ölçülerini kimse bize anlatmadı. O toplumun içerisinde yaşadığımız için neyin doğru, neyin yanlış olduğunu biliyorduk. Örf ve adetlere bağlılık vardı. Birisinin yaptığı yanlışın toplum tarafından değerlendirilip, yargılanması, hepimizin toplum kurallarına uymamız gerektiğini kendiliğinden algılatıyordu. Benim baba özlemiyle genç kızlığa girmekte olduğum dönemde annem, benim yaşımdaki bir kızın yaptığı yanlışın o kız için olumsuz nelere mal olduğunu anlatıyordu. Bu anlatımlar o kadar sık oluyordu ki, ben bu kadar çok kızın küçük ilçemizde olamayacağını o zaman düşünemiyordum. Sonradan anladım ki annem beni eğitmek için hayalinden kahramanlar yaratıyor ve onlara acımasızca bir genç kızın yapmaması gereken hataları yaptırıyordu. Düşünüyorum da, yetişmekte olan bir kimseyi doğrulara yöneltmek için güzel bir eğitim-öğretim metodu...”
Parka ilk defa gelmiş olmalılar, bir anneyle iki çocuğu, arkamızdaki geyik heykelini inceliyordu. Yaşlıca bir kadın, yanımızdaki banka oturdu ve iki eliyle tuttuğu bastonunun üzerindeki ellerine çenesini dayayıp, göldeki ördekleri seyre daldı.
“- ...Annemin tüm anlatıları, benim komşu çocuğunu sevmemi engelleyemedi. Ona asla ulaşamayan, ulaştırmak için teşebbüste de bulunmadığım mektuplar, şiirler yazdım. Onun hiç haberi yoktu. Belli bir yaşa geldikten sonra çocukluk arkadaşlığı biter bizim oralarda. Her halde toplumun gizli baskısı olmalı, bir nevî kaç-göç başlar karşı cinsler arasında. Gerek genç kız, gerekse delikanlı erişilmez olur. Böyle olunca da iki taraf da ilgi duyduğu kişiyi olumlu meziyetlerle süsler de süsler. Ben de öyle yaptım. Ve O’nu çılgınca severken, babam bizleri buraya getirdi. Okula gittim. Meslek öğrendim ve çalışmaya başladım.
‘Bir genç kızın kocasına (ki; sadece sevdiğim adamla evlenmeyi kafama koymuştum, ) götüreceği en büyük cehizi öpülmedik dudaklarıdır, ’ diye düşündüm hep. Ve yakın arkadaşlarım gizli gizli aşk yaşarken ben, hep sevdiğimle evleneceğim günü bekledim. Onunla evlenmeyi başardım da...”
Yağmur çiselemeye başlamıştı. İhtiyar kadın, şemsiyesini açıp kaltı ve yorgun adımlarla uzaklaştı.
“-...Keşke başarmaz olsaydım. İçimdeki o sevgi bana belki bir ömür boyu güzel hayaller, arzular, özlemler yaşatacaktı. O, beynimde benim büyüttüğümle kalacaktı. Ama bilinmediklere nedense insanlar fazla önem verir ve onları adeta güzelliklerle donatırlar. Ben de sanırım O’nu donatmıştım...”
Mor pelerininin kukuletasını başına geçirdi. Kalktık. Café BURGERPARK’a doğru yürürken o bastığı yerleri inceliyormuşcasına ağır adımlar atıyor ve anlatmasını sürdürüyordu:
“-...Evlenip, buraya getirdim. Gördüm ki ben, hayalimde bir prens yaratmışım. Aramızda o kadar çok farklı doğru ve yanlış varmış ki...”
Sustu.
Café BURGERPARK, hızını arttırmış yağmurdan kaçanlarla kalabalıklaşmıştı. Pencere önündeki masada kahvelerimizi yudumlarken ördekler başlarını sırtlarındaki kanatlarının kavuştuğu yere sokmuş uyukluyorları.
Uzun süredir sormak isteyip de soramadığım soruyu sordum:
“Neden hep aynı bankta oturuyorsun?”
Başını eğdi ve gözlerini kahve fincanına dikti. Yanlış bir soru sorduğumu, her iki gözünden de süzülen yaşları görünce anladım; pişman oldum.
Uzun süre ikimizde sessiz kaldık. Arkadaki masalardan bizce anlamsız kahkahalar geliyordu. Masadaki peçedeyi alıp, gözlerindeki yaşları silmek için uzandığımda, peçeteyi alıp, kendisi kullandı. Sonra:
“- Neden aynı bank..” dedi.
Hava, kararmıştı. Dışarısını seyretmekte olduğumuz camda şimdi bulunduğumuz ortam, ortamdan önce bizim yarıkaranlık siluetlerimiz vardı.
Kafasındakileri kovmak istermişcesine başını sertçe salladı. Sonra anlatmaya başladı:
“- Kocam çok sorumsuzdu. Çalışmak istemiyor, evden kahveye veya birahaneye gidip-geliyordu. Ama bu, bir çocuğumuz olmasını engellemeye yetmedi. O, oğlumuz olduktan sonra da sorumsuzluğunu sürdürdü. Eve gelmediği günler olurdu. Çoğu kez de körkütük sarhoş gelirdi. Yalnız ben çalışıyordum ve benim işte olduğum saatler oğlumuza O bakıyordu. Bazan buraya beraber gelirdik. Kendi kendine ilk adımlarını bu parkta attı. Oğlum yoruldu mu, hep o bankta dinlenirdik. Çocuk buradaki hareketliliği seviyor olmalıydı, ayrılmak istemezdi.”
Tekrar sustu. Ben iki kahve daha söyledim. Kahveler geldikten sonra, iki eli ve gözleri kahve fincanında anlatmasına devam etti:
“- İşteydim. Erken saatte çocukla buraya gelmiş. O zaman üç yaşına girmek üzereydi. Babası bira almak için çocuğu topuyla bırakıp, karşı caddeye gitmiş. Ve geldiğinde topla çocuk, ”
Sustu. Yine gözleri önce buğulanmış, sonra da yaşarmıştı.
“-... göletteymiş. Oğlum cansız ....”
Hıçkırıklarını engellemeye çalıştı ama beceremedi. Kahkahalar ve müzik hıçkırıklarının duyulmasını engelliyordu.
Lavobaya gidip geldiğinde sakinleşmişti. Yemeklerimizi ısmarladık.
Biz, uzun süre Türkiye’deki anılarımızı anlattık birbirimize. Ezan sesleri, iftar topu, akşam sokağa dağılan yemek kokuları, bacalardan yükselen dumanlar, kuralsız trafik, çocukluk ve okul arkadaşlarımızla geçen günlerimiz... Buradan oraya gittiğimiz bilinçlice planlanmış geziler... Senede dört mevsimin yaşandığı toprakların sebzesi, meyvesi, tahılı.. Havası, suyu.. Güneşi, kumu, denizi..
İnsanlara kendi duygu, düşünce ve özlemlerini anlatan bir roman olağanüstü gelir. Ama aynı şeyleri bir başkasının ağzından dinlemesi, hele ilginizi çeken bir karşı cinsin ağzından dinlemesi kadar hoş, rahatlatıcı bir durum olamaz. Her ikimiz de bu doygunluk içerisinde oradan ayrıldığımızda vakit hayli ilerlemişti. Bir süre sanki birbirimize söyleyecek hiç bir şeyimiz kalmamış gibi yanyana yürüdük.
Göletten suya inen kuşların suda çıkan sesleri geliyordu. Elektrik ampullerinin sardığı yağmur damlaları ve onların yıkadığı yapraklar birer mücevher gibi parlıyor, gecenin karanlığını düşünmeye fırsat vermiyordu.
Sol yanımda yürümekte olan, arasıra pelerininin sırtımdaki yağmurluğu yaladığı bu kadına sarılmak, ıslak saçlarını koklamak geçiyordu içimden. Bu, cinsellikten çok öte bir duyguydu ve gittikçe de bu arzum artıyordu.
Yürümeyi kesmeden başımı çevirip, baktım. Gözleri ileride, karanlıklar içerisinde bir noktaya bakıyordu.
Islak, her taraf ıslaktı.