- Kategori
- Resim
Görkemli yenilgi: Barlach

Nisan ayı boyunca İstanbul’da adından en çok söz ettirecek olan sanat etkinliği kuşku yok ki Tophane-i Amire’deki Barlach sergisi. Ernst Barlach Vakfı (Hamburg), Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Mezunlar Derneği (GÜZEL), Akbank Sanat ve Alman Kültür Merkezi (İstanbul) işbirliğiyle gerçekleştirilen sergi, yine bu ay içinde Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ne, Ankara’ya taşınacak. Toplumsal ya da kurumsal bir ego sorunundan öteye geçerek bir sanat sorusu haline getiremediğimiz, efsanevi bir rock grubunu ya da ünlü bir sirki ülkemize getirmenin kıvancından başka bize ne yazık ki pek bir şey katmamış Picasso sergisinden sonra bu ikinci büyük kültürel hamlenin verimli ve esaslı bir tartışma/hesaplaşma ortamı yaratabileceğini umuyoruz. Bu niyetle, Barlach’ın çarpıcı heykellerini görmek ve sergi kataloğundaki yazıları okumak şansına eriştikten sonra, bu etkinliğin önümüzde açtığı ufku konuya duyarlı okurlarla paylaşmak istedik.
“Modern mistik” gibi bir çelişkin deyişle, bir “oxymoron”la tanımlanan Barlach’ı tartışmanın çok yönlü, ama alışıldık kulvarları vardır: Ya onun ekspresyonizmini ve modernle ilişkisini tartışıyorsunuzdur ya da bir zamanların Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nde düşünüldüğü gibi, onun nazi rejiminin kontrastındaki barışçı sosyalistliğini. Ya onun mistisizmini ve hıristiyanlıkla alışverişini tartışıyorsunuzdur ya da heykel sanatındaki gerçek yerini. Bizse, “modern”lik ve “mistik”lik niteliğini elbette onayladığımız Barlach’ı öncelikle Eagleton’un Nietzsche’yi ve gerek Benjamin’in gerekse Hauser’in Baudelaire’i kavramış olduğu haliyle, “tarihin ve toplumsal praksisin zamanda ve mekanda el verdiği bir insan figürü ve bir görüngü ” halinde kavramaya çalışmayı yeğliyoruz. Bu bağlamda ekspresyonist, mistik, modern, muhalif vb bildik Barlach sıfatlarının yanına/önüne bir “romantik” sıfatı geçer. Romantizm, bizce, Hegel başvurulu “mutsuz bilinç” formlarından biri olarak, bitmiş bir süreç ya da kapanmış bir dönem değildir. Romantizm, modernizmin modernliğini kavramasında başrolü üstlenen, o büyük ve süreğen “kriz”in evrensel adıdır adeta ve Almanya hem Aydınlanma Felsefesi’nin hem de evrensel romantizmin tarihsel anayurdudur. Bu anlamda romantizm, gerek ekspresyonizmi gerekse modernizmin bütününü mantıksal ve zamansal açıdan önceler. Zamanın tinle de kökenle de çeliştiği bir anda ve yerde mutsuz bir isyankar, ölü doğmuş bir çocuk olarak romantizm, patetik, “pathos” temelli bir köken arayışına yönelir. Nietzsche’de olduğu gibi, zaman-nesne-irade üçgeninde beliren tarihsel bir acizlik ya doğanın ve geçmişin güçlerini ya da köle bilincinin güçsüz tinselliğini çağırır işbaşına. Bu bakımdan “Nietzsche Wagner’e karşı” değildir aslında; ikisi de nesne yani bilgi, yani güç karşısında mitosları çağırmaktadırlar.
17. yy. İngiliz sınıf savaşlarına karşılık kan ve vahşetle bastırılmış Alman köylü isyanlarını anlamadan Kant, Hegel ve Marx’ı; onları anlamadan Nietzsche, Feuerbach, Schopenhauer ve Kierkegaard’ı; onları anlamadan Barlach, Rilke, Hesse, Kafka ve Hitler’i; onları anlamadan Adorno ve Benjamin’i; bütün bunları anlamadan da Goethe ve Thomas Mann’ı anlama olanağımız yoktur. Almanya, kapitalizmin zamanda ve mekanda nesnel olarak en çok sıkıştığı, Avrupa’nın merkezindeki o devasa modern kriz coğrafyasının simgesel adı olarak, modernin hem yengisinin hem de yenilgisinin – periferide SSCB’ye dönüşen Rusya ile birlikte – temsili olmuştur. Yaklaşık yüz yıldır, Avrupa’nın kültürel ölümü görünümünde, modernitenin büyük bunalımını yaşamaktayız; bu süreci Goethe ve Thomas Mann üzerinden bugün Lars von Trier’e dek izlemek mümkündür. Altyapıda yerel bağlarından koparak “Dünyalılaşmış” insanlığın artık temsili ve evrensel bir politik aygıttan mahrum oluşunun, “aydın burjuva”nın “salt kapitalist” şeklinde sahneden çekilişinin ve bütün bunların sanatta, felsefede, bilimde yarattığı neoliberal-postmodern boşluğun boğuntusunu Beuys, Kounellis ve Kiefer’in katıldığı, “Bir katedral inşa etmek” üstbaşlıklı söyleşiden de kavrayabiliriz. 80 sonrası evrensel neoliberal politikalarla ve globalizmle apaçık bir flört halinde olduğu görünen postmodernist kültür kuramının da erbabına –sadece erbabına- gizlice fısıldadığı gibi, “kökeninden uzaklaşmış ve buharlaşmış egemen sınıfın maddi gücü altında maddi olarak da tinsel olarak da ezilmekteyiz” bugün. Bush’u ve Schröder-Blair’i şöyle bir yan yana koyun; Irak işgaliyle Avrupa Birliği’nin sancılı ve belki de olanaksız kuruluş sürecini, Dubai ve Bağdat’ı, IMF ve Afrika’yı, ABD ile Birleşmiş Milletler’i, Kant’la Foucault’yu, Barlach’la Joyce’u, Dostoyevski ile Recaizade Mahmut Ekrem’i, Alman Spartakistleriyle Jöntürkleri, Orhan Pamuk’la Oğuz Atay’ı yan yana koyun; bütün hikayeyi belki de o zaman “okuyabilirsiniz”.
Barlach’a dönelim; onun kuzey mitlerine, hıristiyanlığa ve Tanrı’ya, us ve nesne karşısında mitos ve rahime çekildiği o sert “karşılaşma”yı görebiliyor muyuz? Onun Rilke ve Hesse’yle yazgı birliği içindeki modern mistisizmini, Kafka’nın ürküsünü paylaşmak zorunda kalan o insani çaresizliğini “okuyabiliyor muyuz”? Yoksa Hitler ve onun Barlach, Klee ve Kollwitz’i “dejenere” (entartet) ilan eden ideolojisini salt modernist bir hataya, “öteki”ni tanımayan, aptal ve totaliter bir görüsüzlüğe mi indirgiyoruz? Durum bu kadar basit değil; burada “arzu” ve “söylem” değil, ekonomipolitik konuşmaktadır, beyler ve bayanlar! Barlach böylece ya özgür bir iradeye sahip “idol”ünüz olur ya da insanlık durumunun aynası olan, dürüst bir sanatçı ve tarihsel bir figür olarak kalır. Elbette Grünewald, elbette Meister Eckhart, elbette Schwester Mechthild von Magdeburg, elbette Hildegard von Bingen, elbette “geç gotik”, elbette bir köylü-köle devrimcisi olarak algılanan İsa, elbette mitos, elbette Rus stepleri, elbette dilenci, elbette ekspresyon, elbette tasavvuf, elbette Anadolu Medeniyetleri Müzesi – bunlar elbette katedralsizliğin karşısına “geçmiş katedrallerden biri”ni koymaya çalışan Barlach’ın sanatının kaynakları olacaktı. Ama Joyce’un I.N.R.I ‘yi “demir çiviler girdi” (Iron Nails Run In) olarak okuduğu, gerek epik mitosun gerekse tragedyanın ölümünü ilan eden o dağılmış fenomenoloji ve kapkara ironisinde ve Thomas Mann’ın “Tonio Kröger”, “Venedik’te Ölüm”, “Mario ve Sihirbaz” vb anlatılarında gizli saptama ve öngörülerinde dile gelen “hakikat”; Nietzsche, Barlach, Hesse, Rilke, Brecht ve Kafka’da “hakiki yanılsamalar” olarak büyük romantik yapıtlara dönüşecektir. Bu bağlamda gerek Lukacs ve Caudwell’i tekrar okumakta gerekse Benjamin ve Adorno arasındaki tartışmaları tekrar irdelemekte yarar vardır. Barlach çok fazla haksızlık ve aşağılamaya uğramış, biçimsel olarak modern, içerik olaraksa romantik bir sanatçı olsa ve bu yönleriyle 3. Dünya ülkelerinin ve modern periferinin kendisiyle büyük bir özdeşleyim kurabileceği, köklü bir kişiliğe karşılık düşse de zamanda yenilmiş, “sığınmış” bir kuşağın temsilidir. Tam da bu özelliği yüzünden gerek bizim tarafımızdan gerekse postmodernist kuram tarafından kutsanabilir; oysa o, sonuçlarını bugün de yaşamakta olduğumuz, görkemli ve ağır bir yenilginin adıdır.
Nazilerin sözde iradi “kötülüğü” de, SSCB deneyimi de, Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in yenilgileri de Barlach’ın ucu Mezopotamya’ya değen, kökensel “aydınlığı”nın yanında belki tarihin kara sayfalarında yer almaktalar bugün; ama onlar “hiç”le “hep” ve “var”la “yok” arasındaki o ölümcül mesafeyi, yani tinle nesne, kavramla gerçek arasındaki o ölümcül mesafeyi “tarihin günah keçileri” olmak pahasına katetmeyi göze almak misyon ve cüretini üstlenmişlerdir. Artık söz konusu olan, gerçek kahramanlarımızı/iyilerimizi ve gerçek düşmanlarımızı/kötülerimizi saptamaktır bugün; yoksa yanlış anlamamız bizi rastlantısal kahramanların ve rastlantısal kötülerin varlığına inandırır. Bu yüzden Barlach’ın kökenlerini sıralayanlara ve onu modern cehennemin içinde alev almış bir arkaik+postmodern ermiş olarak tanımak isteyenlere tekrar tekrar sormak istiyoruz: Grünewald kimdir, Eckhart kimdir, İsa kimdir, Nietzsche kimdir, Giacometti, Picasso, Joyce ve Thomas Mann’a karşılık Barlach, Rilke, Kollwitz ve Kafka kimlerdir? Böylece tekrar Aydınlanma’ya dönmek ve hakiki bir “Kim kimdir? Ne nedir?” ansiklopedisi hazırlamak durumundayız. Bu ansiklopedi olmadan ne fundamentalizm ne postmodern radikallik, ne Barlach ne Brecht, ne Avrupa Birliği ne anti-globalizm, ne mitos ne teoloji – bizi kurtaramaz.
Barlach’ı yerli yerine oturtmanın tam zamanıdır şimdi. O, - tıpkı İsa’nın kendisi ya da Jacques Derrida ya da Michel Foucault gibi - bizi modern farkındalığın sözde yanılsamalarından kurtaracak arkaik+postmodern bir ermiş olmadığı gibi, Heidegger’in Dasein’ının (Varlık) dışına düşmüş bir biçare de değildir. O, bütün kültürel aydınlanmışlığımıza rağmen tinsel değerler atfedemediğimiz bu kaba, maddi Dünya’nın ezilen çocuklarından biri olarak, bizim ta kendimizdir! Bu bakımdan Jürgen Doppelstein ve Heike Stockhaus’un sergi kataloğunda yer alan iyi niyetli ve içten yazılarındaki argümanlara kendilerinin birer “praksis kurbanı” olarak çok iyi bildikleri, gerçekliğin sert kabuğunun içimizdeki çocuk-insanı bastırdığı itirazlarımız var. Doppelstein İslam’ın helenistik senteziyle modernin “postseküler” bilincinin karşılıklı diyalog ve kesişiminden bir tür Huntington Tezi’nin çözümünü çıkarsarken Stockhaus, Barlach’ı bize bir “postmodern erdem” öncülü olarak sunuyor. Hayır, Barlach da Yunus Emre ve Munch gibi evrensel yoldaşlarımızdan ve kardeşlerimizden biridir; ama ekonomipolitiği dışarıya atan ve krizin çözümünü maddi değil de kültürel referansta bulacağını zanneden her söylem, yanılsamanın ve yenilginin büyük ortak paydasına dahil olur. Kaldı ki bugünkü senaryonun elimize verilen replikleri tam da bu türlü fundamentalist, soyut ve radikal söylemlere değgindir. İslam – ya da etnik – referanslı direnişlerde hakikat bulanlara Bağdat’a karşılık Dubai’yi, Cezayir’e karşılık İsviçre’yi anımsatmak isteriz. Asil Nadir ya da Bill Gates değil; Dünya’yı elinde oynatan o büyük sermaye sahibi, silah ve güç sahibi aileler, o “görünmezler” kim?
Sevgili Bar