Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 

15 Ocak '09

 
Kategori
Ankara
 

Gri bir Ankara akşamı

Gri bir Ankara akşamı
 

fotoğrafı ben çekmedim, internette buldum.. Keşke ben de çekebilsem böyle güzel fotoğraflar..


Ankara, öyle kışlar yaşardı eskiden.. Sabah kalkardınız ki, pencerenin önüne konmuş serçelerin gövdeleri yarısına kadar karlara gömülmüş.. Mutfağa koşup, bir dilim ekmek kapıp gelirdim.. Pencereyi açtığımda bilirdim ki, serçelerin hepsi kaçacak.. İnsanlardan korkmak bütün hayvanlara tanrı tarafından sunulmuş iç güdüsel bir davranış olsa gerek? Hiç karşı karşıya kalmadım ama, Aslan bile korktuğu için saldırıyordur, insana sanırım? Nasıl korkmasın? Yakalanırsa en iyi ihtimal, demir parmaklıkların arkasına kapatılıp, sümüklü oğlanların atacağı taşlardan gözlerini kapayarak korunmak! (Konuyu değiştirmeyelim..)
Serçeler ürkek ürkek tekrar konarlar, kesik kesik, fakat çok hızlı hareketlerle "camın öte tarafından" gelebilecek tehlikeyi kontrol ederek, ekmek parçacıklarına saldırırlardı.. Biri diğerinin ağzından ekmek parçacığının düşmesini bekleyenleri, beklemeyip, doğrudan ağzındaki lokmayı kapmaya çalışanları, kısaca biz insanlar ne yapıyorsak, bir başka boyutta yaşananları izlerdik, camın öte tarafından, sıcak tarafından... Ne de olsa, birilerini doyurmuş olmanın keyfi olurdu..
Ankara, öyle kışlar yaşardı eskiden.. Okullar hiç tatil olmazdı.. Beklemezdik, radyodan "Ankara Valiliğinin kararıyla, Ankara ili sınırları içindeki ilk ve orta dereceli okullar bir gün süreyle tatil edilmiştir" haberlerini.. Zaten bilmezdik bile, "Ancak, Valiler mektepleri tatil edebilirler" diye bir kural olduğunu? Belki yine yoktur öyle bir kural, ama, şimdiki çocuklar "Valinin torunu okula gitmiyor sanırım?" diye sorguluyorlar, yerde iki santimetre kar olsa.. "Servisimiz gelebilecek mi?" endişemiz hiç olmadı.. Çünkü "servis" diye bir "lüks"ümüz yoktu? Bata, çıka koşardık karların içinde, Tepebaşı yokuşundan aşağı, Fevzi Atlı İlkokulu'na doğru.. Viçan Dede'nin bağı vardı solunda yokuşun.. Yaşlı bir Ermeni "dede" idi, bağında kendini oyalayacak kadar üzüm üreten ve o üzümden şarap yapan.. "Viçan Dede'nin Bağı" idi orası bizim için.. Koruktan başlardık yemeye, hiç kızmazdı bize.. Çağırır verirdi birer salkım üzüm.. Annemler, komşu teyzeler salamura için yaprak toplardı, onlara da ses etmezdi Viçan dede.. Kışın çitleri kapanırdı kardan tepeleme..
Ankara, öyle kışlar yaşardı eskiden.. Bir köpeğimiz vardı, öylesine bize "kapılanmış".. Bir sabah, kapıyı açıp dışarı çıktığında bulmuştu o'nu kapının önünde rahmetli babam.. Kıyamamış, bir tasa süt koyup, içine de ekmek doğramış, önüne doğru iteklemişti tası.. Ben de "Tarzan, gel! Gel Tarzan!" diye, adını koyuvermiştim, bir solukta.. Sanki adı Tarzan'mış gibi gelmişti, ben de gelip tasa yumulduğu için, gerçekten Tarzan sanmıştım.. Oysa ne diye seslenirsem sesleneyim, zaten gelecekti, açtı çünkü.. Hem soğukta üşümüştü, hem açtı.. "Kimseyi açlık ve soğukla terbiye etmesin Allah!" demişti babam.. Çok sonraları anladım anlamını.. Ben eğleniyordum, mutluydum, bir "köpeğim" olmuştu.. "Tarzan" bizi bırakmadı, biz de "Tarzan"ı.. Babam bir kulübe inşa etti.. Gökdelen inşa etse, o kadar olurdu, Tarzan için.. Kapının hemen yanına, tahtalardan, çatıvermişti kulübeyi.. Yere tahta koymuş, içine de eski bir kilim bulmuştu anacığım da.. Herkes Tarzan için üzerine düşeni yapmıştı, sıra bendeydi; oyun oynamaya giriştim Tarzan ile.. "Nereden çıktı bu velet?" demiştir, Tarzan, onu, karların arasında yere yıkmaya çalışırken ben.. Ama, "öbür bıyıklı adam hem yemek vermişti, hem de ev yapmıştı Tarzan'a.. Bu 'velet' de o evden çıkmıştı, o halde incitmemeli, onunla oynamalı" idi.. Oynadık, kışın karda, bahar gelince çamurlarda..
Ankara, öyle kışlar yaşardı eskiden.. Sobamız vardı, dışı emaye kaplı.. Emaye'nin ne olduğunu bilmiyordum o zamanlar.. Sonra, çok sonra, demir dökümlerin üstüne kaplanıp soba yapıldığını öğrenince, nasıl iyi bir sobamız varmış, anladım.. Markası şimdi tarih olmuştur; Auer'di yanlış hatırlamıyorsam.. Kestaneleri önce çizerdik bıçağın ucuyla, su dolu bir kabın içine koyup bekletirdik bir süre.. O süre, bana asırlar kadar uzun gelirdi.. "ne olacaktı ki? neden suya koyuyorduk ki? hemen "kebap" yapsaydık ya?" Sobanın arkasındaki maşa ile çevire çevire kızartırdı annem kestaneleri.. "Bir evin bir oğlu" olmak çok iyi bir şeydir.. Hem her şeyin en iyisini o, "bir oğlan" alır, hem de, önce ona verilir bir şey "paylaştırılırken".. Adı üstünde "paylaşmak".. Ama, yok, "evde bütün herkes eşittir, ama, Celalettin daha fazla eşittir!" kuralı oluşmuştur bir şekilde.. Belki 6 yıl aradan sonra doğmuş olmanın bir "eşitliği" olabilir bu? Neyse, ne? Genellikle annemin ve babamın paylarından bana kaydırılırdı kestaneler.. Ablalarım beni öldürüp, bahçedeki kayısı ağacının altına gömmeyi ne kadar çok istemişlerdir, kimbilir?
Ankara, öyle kışlar yaşardı eskiden.. Keçiören, şimdiki gibi "ev, ev üstünde" bir "şehir" değildi o zamanlar.. Oturduğumuz ev, bir bağ evinin alt kat müştemilatı idi.. Ev sahibimiz yukarıda oturur, yandan, tahta bir merdiven ile çıkardı evine.. "Linyit" kömürü yanardı sobada.. Kok kömürü yanardı.. Kış gelmeden tüm kömür-odun ihtiyacını tedarik ederdi babam.. Kömürlüğe taşırdık beraberce.. Benim yorgunluğumu gören, "bütün kömürü tek başıma ben taşıdım" sanardı.. Ya da annem öyle davranırdı, kömürlüğün kapısı kilitlenip, eve girdiğimizde.. Kış demek, kar demekti, soğuk demekti, ayaz ve buz demekti.. Sabah kalktığınızda görürdünüz; çatının oluklarından sarkan sivri uçlu, mızrak gibi uzun sarkıtlar karşılardı sizi.. Tarzan kulübesinde büzülüp beklerdi, kapının açılıp, girişteki sıcak yere alınmayı..
Ankara, öyle kışlar yaşardı eskiden.. Tahta kızaklar yapılırdı her evde.. Kızağın altına somyelerin altındaki şeritlerden çakılırdı, daha hızlı gitmesi için.. Somyenin altında bir şerit eksik olmuş, çok mu önemliydi sanki? Okul yarım gündü, "sabahçı" olmak "öğlenci" olmaktan daha iyiydi.. Tamam, sabah erken kalkıp, soğukta okula giderdin ama, öğle vakti eve gelip, hele bir de derslerini çabucak yaparsan, sokak senindi, baban işten gelene kadar.. Ellerimiz çatlardı soğuktan, burnumuz, kulağımız morarırdı, donumuza kadar ıslanırdık, kar suyu girerdi "potinlerin" dikişlerinden, ama, yine de eve girmeyi istemezdi canımız.. Şimdi, dışarı çıkmayı istemiyor çocuklar.. Bilgisayarın başına çöküp, dünyayı oradan seyrediyorlar.. MSN'leri var, sanki dünya o dikdörtgen kutucuk? "İyi de, sen ne yapıyorsun, şimdi?" diyenlere; "ben onların yaşında iken dışarıda, mahalledeki hayatı yaşıyordum" diyebilirim.. Hangisi daha doğru? Bilemiyorum aslında.. Bilen biri çıkar da, anlatırsa, hep birlikte öğreniriz?
Artık ne öyle kış yapıyor Ankara, ne de biz öyle kışlarda yaşayabilecek haldeyiz.. Yok, "bittik, tükendik!" demiyorum, ama, çevremizi bitirip, tükettik.. El birliğiyle dünya'yı da, Ankara'yı da yaşanamaz hale getirdik.. O serçeler bile konmuyor artık pencerenin pervazına.. Çünkü kar da yok, onlara ekmek veren o çocuk da.. Aferin bize!

 
Toplam blog
: 22
: 1234
Kayıt tarihi
: 11.10.08
 
 

Ankara'lıyım. 2 çocuk babasıyım. Evliyim tabii ki.. Bir "Ankara aşığı" diyebilirsiniz bana. Beşiktaş..

 
 
 
 
 

 
Sadece bu yazarın bloglarında ara