Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

09 Kasım '16

 
Kategori
Özel Günler
 

Gül sirkesi...

Gül sirkesi...
 

kendi el yazısıyla 10. yıl nutuğu taslağı


Bir ara Hasan Rıza (Soyak) dayanamadı, büyük bir üzüntü içinde bana, Kılıç bak, "büyük bir tarih göçüyor" dedi. 1938 yılının 10 Kasım Perşembe günüydü. Puslu, bir sessiz sonbahar sabahının dalgalanan Marmara'nın sularında kırılan güneşin ışıkları, odanın duvarlarında elle tutulur bir büyük acının gölgelerini düşürür gibiydiler...
 
O kendine özgü kısık ve tınlayıcı sesiyle okumaktadır. "Bu söylediklerimin gerçek olduğu gün senden ve uygar dünyadan dileğim şudur. Beni hatırlayınız!" Cumhuriyetin onuncu yıl kutlamaları için yazdığı nutuğun taslağını okumaktadır. Bu ifade dinleyenler arasında olan Hikmet Bayur'a çok hazin gelir. Adeta bir veda hissi uyandırmaktadır. Bu cümleyi kaldırmasını rica eder. Taslağı gören herkes aynı şeyi tekrarlayınca "beni hatırlayınız" bölümünü siler. Aslında yazıdan sildiği ama kaderinden silemediği bir vedadır. Yol kısalıyordu...
 
 "Atatürk'ün yaveri Salih Bozok, şuursuzca sarayın merdivenlerinden aşağı koştu. Alt katta boş bulduğu bir odaya dalıp kapıyı kapattı. Az sonra içeriden tek el silah sesi duyuldu. Sesi duyup içeri koşanlar onu içerde kanlar içinde buldular. Tabancasından kalbine sıktığı tek kurşunla devrilmişti." Saat dokuzu on geçiyordu...
 
Yollar vardır, bilinmezliği önümüze seren. Yolcu bu yollarda kendi kaderini dokur kaderin tezgahında. Bir rüzgardır düşürür yollara. Kimi insan rüzgarını kendisi estirip düşer yollara. Mustafa Kemal'in Selanik'te Ege Denizi kıyısında başlayan, Karadeniz'de Samsuna çıkıp, İzmir'de Akdeniz'e ulaşan yolculuğu kendi talihi ile boğuşmanın ve onun talihi olduğu kadar bizim ve bu ulusun da kaderi oldu. Kan, ihanet, acılar, gözyaşı içinde geçilip Akdeniz kıyılarına gelindiğinde geride uzun savaşlardan arta kalmış yıkık dökük bir Anadolu vardır. 10 Eylül 1922 de Mustafa Kemal İzmir kıyılarında Ege ufuklarına bakmaktadır, henüz kırk iki yaşındadır. Dünya yeni bir söz sahibinin doğuşuna tanık olmaktadır. Ve onun bu dünyaya söyleyeceği bazı şeyler olacaktır. "Bir rüya görmüş gibiyim" der...
 
26 Eylül 1938 rahatsızlığı ile ilgili olarak ilk karaciğer komasını atlatmıştır. Prof. Afet İnan'a anlatır: "Demek ölüm böyle olacak. Bir rüya gördüm. Salih'e söyle, ikimiz bir kuyuya düşmüştük; o çıktı kurtuldu. Ben kaldım." Ve ekler isyan içinde, "Ankara'ya gidelim, ne olacaksa orada olsun." Oysa 26 Mayıs 1936 da ayrıldığı Ankara'ya dönmek bir daha nasip olmayacaktır...  Aradan geçen bu kısacık zamana ne çok şey sığdırmıştır. Akıl almaz; rüya gibi. İlerleme fazla hızlı olmuştur; belki de başkaları için fazla hızlı...
 
Kasım sonbaharın kışa dönük yüzüdür. İnsanda yalnızlık ve hüzün çağrıştırır dökülen sarıya yanık yapraklar. Ve sarı kasımpatılar... Nedendir bilinmez sarı kasımpatılar bende hep 10 Kasım'ı çağrıştırır, siyah önlüklü ilkokul günlerimi. O gün öğretmenlerimiz getirebilenlerden okula sarı kasımpatılar getirmelerini isterdi. Sonra bir kürsüde bayrak üzerine konmuş Atatürk büstü ve etrafa yayılmış sarı kasımpatılar. Siren sesleri, derinleşen sessizlik ve sessizliğe dağılan uzak kasımpatı kokusu...
 
Bu son denizidir. Akşam inmiştir İstanbul'a. Kararan boğazın suları Dolmabahçe Sarayı'nın ve hemen önünde demirli olan Savarona'nın kesişen ışıklarında aydınlanmakta ve dalgalanmaktadır. Sıcaktır... "Bu yatı bir çocuğun oyuncağını beklemesi gibi beklemiştim. Meğer bana hastane olacakmış." Yükselen ateşi nedeniyle daha serin olur düşüncesiyle saraya götürmeye karar vermişlerdi. Sedyeyle taşınmaya şiddetle karşı çıktığı için bir koltuğa oturtularak taşındı saraya. Yüksek tavanlı, ceviz ağacı oymalı bir karyola ve Fransız sitili eşyalarla döşenmiş bir odaydı. Cibinlikli yatağa yatınca "aman ne güzel, burası gerçekten yattan serinmiş" dedi.
 
İçini çeker gibi duvarda asılı bir tabloya bakıyordu. Tabloda ön planda çiçek açmış meyve ağaçları, arkada yeşil bir orman ve dağ görülüyordu. Acıları dayanılmaz çoğalmıştı. Kılıç Ali'ye "anneme telefon et sor, bu sancı ve ateşe iyi gelecek bir ev ilacı biliyordur belki" dedi. Annesinin yolladığı "gül sirkesi"ne batırılmış bezler konmuştu alnına ve bileklerine. Bu ona iyi geldi, daldı... Uzun bir süre sonra açtı gözlerini, baş ucunda duran Afet İnan'a " Gidelim Afet... Bir orman kenarına gidelim. Her şeyi bırakalım. Şöyle basit bir ev, ocaklı bir oda. Evet, evet, hemen çekilip gidelim ormanlara. Hele ben iyi olayım da...Yoruldum artık." kapattı gözlerini...
Bir ulus doğmuştu, bebekti henüz yolun başında. O, yolun sonuna gelmişti. Bir kader onu cepheden cepheye, Trablus'tan Arabistan çöllerine, Çanakkale'den Dumlupınar'a yıllar boyu sürüklemiş durmuştu. Bir ev yatağında uyanmamıştı hiçbir sabaha. Mektuplarda kalmış, uzak bakışlara mahkum yarım kalmış aşklar yaşamıştı belki, sonu hüsranla biten kısa bir evlilik. Arkasında sürüklediği büyük bir ulus olmasına rağmen, aslında sürüklediği kendi büyük yalnızlığıydı...
 
Hatay'dan getirtikleri ve çok istediği enginarı yemek kısmet olmadı. Uyanamadı son komadan. Kıvranmalar, çırpınmalar içinde yanıyordu. Oda tuhaf bir gül sirkesi kokusuna bürünmüş ve ürkütücü sessizdi. Kendini kaybetmeden son sözü "saat kaç" oldu. Sağına çevirip başını"Aleykümüsselam" dedi. O kadar... Biraz sonra doktor Mehmed Kamil gelip beyaz bir tülbentle çenesini bağladı. Yıl 1938 Kasım'ının 10. günüydü, saat dokuzu beş geçiyordu...
Sonsuzluğa akıp gitmişti, "tek eserim" dediği bir genç cumhuriyeti miras bırakarak arkada. 
Düşünüyorum da; bir rüya mı gördük biz yoksa? Yoksa, O bir rüya mıydı?..
 
Akın Yazıcı
9 Eylül 2016/İzmit
 
Can Dündar (Sarı Zeybek), Şevket Süreyya Aydemir (Tek Adam), H.C.Armstrong (Bozkurt), Lord Kinross (Bir Milletin Doğuşu, Atatürk) Hikmet Bayur (Atatürk'ten Anılar)  ve Sami Çelik'ten (Atatürk'ün Son 100 Günü) faydalanılmıştır.
 
 
Toplam blog
: 190
: 391
Kayıt tarihi
: 07.05.14
 
 

1965 Ankara Üniversitesi Tıp fakültesinden asker hekim olarak mezun oldum. Gülhane Askeri Tıp Aka..