- Kategori
- Siyaset
Gülen hareketi esasen harekat niyeti de din devleti kurmakmış
Gülen Efendi’nin Derdi Ne? Ve Bu Girişim Onun Neyine?!
Doğduğum günden bilitibar, benim YirmiDört ayrı şeyh ve din alimi ile büyüdüğümü bilenler, ilâhiyat konularında başları sıkıya geldiğinde, beni adam yerine koyup, bana danışmak gafletinde bulunurlar. Ben de bu dostlara, bildiğim kadarı ile bilmediğimi de araştırarak, karınca kararınca makul ve aslına uygun cevaplar vermeye çalışırım. Ancak peşinen, ehemmiyetle ve tevazua hiç ihtiyaç göstermeden, işaret etmek isterim ki; her bilgim ve bildiğim sıfır mertebesinde olsa (1)da’hî, bir din adamının ne mertebe adam olduğu ya da olmadığı konusunda, hiç kül yutmayacak kadar kesin, keskin, bilgi ve tecrübeye sahibimdir..
Son kırk senede en fazla cevap vermeye mecbur kaldığım ilk üç sualden biri, Gülen Efendi hakkındaki sualler olmuştur. Bu sualleri bana soran herkese, net ve çok kısa olarak, verdiğim tek cevap “-Ben kendisini şahsen tanımam. Ancak bana yansıdığı kadarı ile kendisini hiç sevemedim.” olmuştur. Bu cevap beni tanıyanlar için, çok ciddi ve yeterli bir cevaptır. Daha da ilerleyen zamanlarda ise, sapla samanı karıştırmamak için, yurt dışındaki okullarını kendisinden ayrı tutmuş, bu okulların muhtemelen Türkiye için hayırlı da olduğu, olabileceği konusunda, yine de temkinli açıklamalarda bulunmuşumdur. Zîra şu gerçek, çok açık seçik ve kesin bir bilgidir ki; başka ülkelerde açılan her okul, misyonerlik ruhu ile açılır. Bu sebeple de, gayesine uygun bir şekilde faaliyet gösterir. Kimse kimsenin ülkesinde, durup dururken, okul, hastane, cami, kilise, sinagog açmaz. Açıyorsa bu teşebbüsün, mutlaka açık seçik bir sebebi vardır. Bu değişmez sebebi bilen resmî makamlar da, bu faaliyetlere izin verdiklerinde, faaliyetlerin tümünü, kontrol altında tutmaya çalışırlar. Nitekim bu kontrollerin neticesinde, Bünyesinde USA ajanlarını İngilizce hocası gibi barındırdığı tespit olunan ve tabiî sakıncalı görülen Gülen okulları, bazı ülkelerde kapatılmıştır. Bu günlerden ve bu olaylardan sonra, daha başka ülkelerde de bu okullar, muhtemelen teker teker kapatılacaktır. Ve tabiî hem talebelere, hem de Türkiye’nin tanıtımına çok yazık olacaktır. Çünkü el-i alem salak değildir. Kendi ülkesine hayrı dokunmayan, eksikli bir akıl ve vicdan sahibinin, kendi ülkelerine de asla hayrı dokunmayacağının kararını çoktan vermişlerdir... Bu ve benzeri yönlerden bakıldığı zaman, Gülen Efendi ve harekâtı, çok ciddi manada, kendi ayağına kurşun sıkmak ne kelâm? Adeta bomba atmış, onulmaz ve anlaşılmaz, tuhaf işlere bulaşmış, devletler/milletler arası bir hareket hatta teşkilattır!..
Bu bedhah piramidinin üst kısmındakiler, fikirleri zikirleri ve icraatları ile artık deşifre olduktan sonra, neyin ne olduğunun, neye göre olduğunun ve bu bundan böyle nelerin olabileceğinin, zannımca ve halâ farkında bile değildirler. Oysa, iyice görmelidirler ki; içlerinden ve/veya aynı çevrelerden neşv-ü nema bulmuş, üstelik hükümet eden, ciddi ve mesuliyet sahibi bir takıma ve ardındaki T.C.Devletine, dil çıkartmak ve nanik yapmak, cesaretini göstermişlerdir. Bu hâl ateşi yemek gibi, çok zor ve hazmı fevkalâde batî hatta imkânsız bir mes’eledir. Bu istek herkesi aşacak, tabiî bütün bir millet sinesinden geri tepecek, ağır bir girişimdir. Burada çok acı ve abes olan ise; AKP grubunun bu sarmalı, iyi niyetleri sebebi ile çok geç fark etmiş olmalarıdır. Kaldı ki, bu sarmal dünün işi, yani şıpın işi bir sarmal değildir. Eskiden beri kökleri var ve muhkem olan, Bir koza gibi yeniden ve en azından, Yarım asırdır tekrardan tasarlanarak, örülmüş ve örgütlenmiş, Yetmiş sonrası devlet kadrolarına da sızmaya başlamış, ciddi bir aklın organize işidir.
Bu müthiş akıl, yıllar önce aynı süre zarfında, “Üniversâl Çağrı” eserim sebebi ile içinde benim da’hî bulunduğum, bazı kişilere, muhtelif ülkelerin kanalları vasıtası ile olta atmış, bazılarımız bu zokayı kapmış, bazılarımız da bu zokadan ve o malûm kişilerden, nedense fazla akıllı, fazla cömert o mükrim çevrelerden, kesinlikle uzak kalmışızdır. Din alanı gibi, çok önemli ve Evrensel bir sahayı, şer’i ve tarikî müesses birçok nizamı ile budayıp, boş bırakmak, o boşluklara ne tür müteşebbislerin oturacağına dikkat de etmemek, cumhuriyet tarihimizin sayılı sıralı, en büyük ve en elim hatalarından biri olduğu için, bu hâller başka topraklarda plânlanmış ama bu topraklarda ve İslâm nüfusunun yoğun bulunduğu çoğu yerde, rahatlıkla tohumlanabilmiş, bu günlere kadar da, bu vahameti ile serpilip, erişebilmiştir. Ancak bu teşebbüs, komünist dünyanın çöküşü sonrası, daha da hızlanmıştır. Bunun da sebebi, komünist dünyadan sonra, en organize ve en birbirine bağlı dünyanın, o gün için İslâm alemi olmasıydı. Ve bu alem, her nedense, diğer din mensupları için, büyük bir tehlike olarak kabul edilmekteydi. Bu sebeple de, bu alemi mutlaka perişân etmeleri gerekmekteydi. Nitekim yıllardır ve bugün, İslâm ülkelerinde esen mezalim fırtınası da bu sebepledir. Önceki yazımda değindiğim, Sultan Hamit’in tahttan indirilmesi mes’elesi içinde var olan ana istek ise, sadece padişahın halli değil; esasen Halife’nin yok edilmesi isteğiydi. Bu şekilde, Papa müessesesi karşı denge unsuru olan Halifelik müessesesinden kurtulacak ve tabiî Dünya üzerinde istediği gibi at oynatacaktı.
Bir başka değişle: Papalık veya Hilâfet müessesesi esasen dinî olmaktan ziyade, siyasî bir müessese olarak temayüz ettiği içindir ki; Cumhuriyetin başında Gazi Mustafa Kemâl, Hilâfet’i Mecit Efendi uhdesinde bıraktı. Bunun iki ana sebebi vardı. Birinci sebebi: Bu şekilde devlet ve din işlerini ayırmaktaydı. İkinci sebebi ise: Hilâfet Makamı’nı müstakil ve müstakar kılarak, “Halife Devlet’e” harp ilân edilmesi riskini bertaraf etmekteydi. Ancak, bugün de birçok mes’eleyi anlamadığı ve sürekli çarpıttığı gibi, o gün de birçok mes’eleyi anlamayan, çarpıtan ve esasen ülkesinin milletinin başına belâlar açan, çoraplar ören, bir kesim medya grubu vardı. Ve bu medya grubu, saf ve iktidara düşkün olan Mecit Efendiyi kandırıp, kılıç kuşatıp, at bindirip, “Padişah Efendimiz” diye alkışlamaya kalkınca, Gazi, Halife’nin nezdinde, esasen Cağaloğlu’nu ılga etti. Ve Hilâfet’i ahs ederek TBMM uhdesine emanet etti. Ancak bu şekilde, Hıristiyan aleminin de ebedî rûyası gerçekleşmiş, İslâm alemi başsız kalmış, din terazisi de önüne gelen her mes’eleyi, Papalık ve Hıristiyan alemi lehine tartar olmuştu...
Gülen Efendinin hangi yolda, ne niyetle ve ne azimle, nereye doğru, kimlerle birlikte yürüdüğü, yıllar önce Papa’yı ziyaret ettiği gün, zaten ortaya çıkmıştı. Papay’ı ziyaret edebilecek kişi, ancak Halife’dir. Gülen Efendi hiç değildir. Bunu yapıyor, yapabiliyor ise; niyeti de çoktan açıkça bellidir. Bu sebeple de bendeniz, bu zatı hiç sevememişimdir. Bu noktada mühim olan benim hissiyatım tabiî değil; bu ziyaretin neye göre olduğu ve nasıl olup da, Papa tarafından kendisi ile eşdeğer bir titri, bir etiketi ve bir mertebesi olmayan birinin, kabul gördüğü mes’elesidir? Acaba Papa Efendi, bu ziyareti kabul etme konusunda, kimden nasıl ve neye göre bir reca almıştır?.. Kendisine Gülen Efendi, yarının Halife’si ve olağan muhatabı olarak mı gösterilmiştir? Bunları bilemeyiz tabiî. Bilebileceğimiz ya da görünen, o günkü devlet ve hükümetin bu konuyu ıskaladığıdır.
Hiçbir şey olmadan, kendinin bir şey olduğuna vehmetmek ya da hiç bir şey olmadan, bir şeymiş gibi davranmak, bu mealde, kibri de elden bırakmamak, ne insana, ne de İslâm’a dair, tavır akıl ve ahlâktan sayılır. Zîra, kibir sadece Yaradan’a ait bir vasıftır. SAV Peygamber efendimiz da’hî, kibirden sürekli uzak yaşamıştır. Oysa Gülen Efendinin hep hâlini, kibir içre gördüğüm hâlde, sükut etmeme esas sebep: İslâm’a göre “Er veya geç ama mutlak, zaten bu tür şahıslar, esas yüzünü belli edeceği için, (2)gıybete yer yok ve fakat sabırla beklemeye zaman çok” felsefesini benimsediğimden dolayıdır.. Çünkü neticede gerçek, her zaman tüm çıplaklığı ile önünüze gelecek, saç kesilip ak görünecektir. Görüldüğü gibi de, gerçek karşımıza gelmiştir. Saç kesilmiş, sadece ak görülmemiş, kel da’hî cascavlak görünür hâlde ortaya çıkmış ve de ortada kalmıştır. Beni bu merhalede en çok üzen, Hizmet Hareketine gönül vermiş olan muhterem insanların, hâl-i pür melâlidir. Onların sükût-u hayâlidir.
Ancak karşımıza geldiği hâli ile bu abes manzaraya bakıldığında: Şayet ben yanılmıyorsam, Gülen Efendi, kendine göre, artık Halife’lik boyutunu da geçmiş durumda kendini kabul etmektedir.. Bu halet-i ruhiyesi de açıkça tavırlarından bellidir. Kendisi için ne mertebeye hamlettiğini, kendini her hâlde kutupların kutbu zannettiğini, ancak daha ötesinde da’hî neler hayâl ettiğini, biz buradan bilemeyiz. Ve fakat, video bantta da’hî görülen hali, İslâm’da açıkça bilinen bir mertebeye işaret eder ki; Cenab-ı Hakk o yerden, cümle Müsliman’ları korusun. Efendiyi de ıslah buyursun. Bu noktada bir hususa daha işaret edeyim ki; ben herkes gibi, kendisine yakıştırılan “Hocalık vasfını” da kullanamıyorum. Bu vasfa gerçekten haiz birinin, bu denli İslâm ile insan ile insaf ile uyuşmayan, akait dışı davranmasını, bu vadideki bilgi akıl ve vicdanıma sığdıramıyorum. Bu sebeple de, “Hocalık Vasfını” Gülen Efendiye karşı kullanacak olursam, ilk okul hocamdan, validemden, pederimden başlamak üzere, bana tek harf da’hî öğretmiş olan eşhasa karşı, hoyratlık etmiş, hakaret etmiş olacağımı biliyorum. Siyasî, ilmî, dinî, ahlâkî, içtimaî ve insanî sahalarda, bütün bu sergilenen abes manzaralardan sonra, halâ kaldı ise, halâ var ise; Gülen Efendi ihvanına ya da müritlerine ya da cemaatine, Rabb’imden sabır ihsan etmesini niyaz ediyorum.
Bu konu dolayısı ile Üç zümreye, çok büyük iş, hatta vatanî görev düşmekte olduğunu da biliyorum. Birinci zümre, devlet içinde bu paralel kişiler ile aynı çatı altında çalışanlardır. Onlar kendilerine paralel olan bu kişileri, doğrudan hükümete bildirmelidirler. İkinci zümre hükümettir. Hükümet büyük bir itidal içinde olmalı, ancak bu kişilerin işlerine en kısa zamanda, tabiî hukuk çerçevesinde, mutlaka son verilmelidir. Zîra milletin vergileri ile bu kişilerin aylık almasına, millet fertleri asla razı olamaz. Hıyaneti tespit olunanlar da, devlet kapısında asla tutulamaz. Üçüncü zümre ise, kör değneğini bellemiş gibi yalanlardan, vehimlerden, kuşkulardan, gerçek ile taban tabana ters bilgilerden oluşan, tamamen hilâf-ı hakikat bir dünyada, insana yakışmayan hırslarla kinlerle yaşayan endişeli azınlıklardır. Onlar da, hayatlarında ilk kez, duruma doğru teşhis koyarak ve esasen bu gibi paralel hallerden endişe duyarak, hükümet ve devletinin yanında durmaları gerekir. İyice bilinmelidir ki; her türlü ahlâksızlık mutlaka ortaya çıkar. Hesabı da mutlaka sorulur. Ancak, hukuk adalet ve devlet konusunda yapılan bütün ahlâksızların hesabı, millet menfaatine hemen sorulmalı, millet üzerinde oynanan oyunlar için de, mutlaka (3)hükümet ve devletin yanında durulmalıdır...
Haydar Volkan
Kozyatağı: 19.02.2014
(1) Da’hî: böyle yazılmaz. “Dahî” olarak yazılır. Ancak herkes “Bile” anlamındaki bu kelimeyi, üstün zekâlı anlamındaki Dahî ile karıştırdığından Da’ kısa okunsun, gençler doğruyu öğrensin diye, böyle yazıyorum.
(2) İslâm’da gıybet: Yani arkadan konuşmak yoktur. Ancak zuhur eden bu işlerde devlet hükümet ve millete karşı değil gıybet, çok daha kötüsü, ifsatta bulunulmuştur.. Fesat her kötülüğün kaynağıdır. Buna alet olana şaşarım.
(3) Hükümet yanında isteyen durur isteyen durmaz tabiî. Ancak, tehlike bu ölçüde olduğu zaman, Dünya’da yaşayan diğer elitler, mutlaka hükümet ve devlet yanında durmayı tercih ederler. Tehlike sonrası gerekir ise, hükümeti tasviye ederler. İstedikleri her hesabı da o hükümete sorarlar. Ancak, nehir geçerken at değiştirmek, akla zarar işlerdendir. Ve hiçbir mantığa işaret değildir. Irak, Afganistan, Mısır, Suriye, Libya, Ukrayna gibi ülkelerin hâli ortadadır. İstenen Türkiye de aynı fotografı versindir!.. Bu akıllarla, böyle bir fotografa sebep olana her halde ne mutludur!..