Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Şubat '22

 
Kategori
Öykü
 

Güneş içen tarlalar

 

Gülizar, evin ahşap kapısının önünde durdu. İki eli belinde geriye kaykıldı, boynunu sağa sola oynattı. Ağrımayan yeri yoktu. En çok da boynu tutulmuştu. Eğildi, eşiğin altındaki oyuktan anahtarı aldı. Doğruldu, sağına soluna baktı, anahtarı tam kilide sokacakken anahtar elinden kaydı, kapı önündeki iki koca taşın arasına düştü. Gülizar eğildi, anahtarı yerden aldı, çoraplarına yapışmış samanları, pıtırakları gördü. Birazını temizleyip doğruldu, kapıyı açtı. Aslında köyde kimsenin kapı kilitleme âdeti yoktu, ama harman zamanı kimse evde olmuyordu. O sabah kaynanası her zamanki gibi, sığırı köyün sürüsüne katmaya gitmişti. Dönüşte Ellezlerin Duriye'nin gebe gelini Asiye'ye bakmaya çağırmışlardı. Gelinin üç cocuğu da karnında ölmüş, dördüncüye gebeydi. Kaynanası Duriye kadın söylenip duruyordu. Önüne gelene gelinini çekiştiriyor, "Tam da hasat zamanını buldu gebe olacak! Sıpaları garnında durmuyo deye, ağşama gadaa kömüş gibi yatıyo, işlee galıyoo! " diye yakınıyordu.

Gülizar'ın askerden yeni gelen kaynı Hasan da kasabaya sağlık ocağına anasının ilaçlarını yazdırmaya gitmişti. Tarlalar uzakta olunca kapıları kilitliyorlardı. Hoş hırsız girse ne bulacaktı ki evde? Bir bakraç yoğurt, bir kaç somun ekmek, peynir, yumurta... Her köy evinde olan ıvır zıvır...

Gülizar düğünde oğlan tarafının taktığı iki üç parça altını düğünden iki gün sonra Hüseyin'e geri vermişti. Hüseyin altınları bozdurup gizli saklı biriktirdiği paraya katmış, kendine motor almıştı. Yan köydeki anasına götürürken Gülizar'ı da bindirecekti arkasına ama işten güçten henüz zaman bulamamışlardı. Gülizar anasının köyündekilere zengin yere gelin gittim diye ne güzel böbürlecekti ama şimdilik eli böğründe kalmıştı.

Sağ ayağını eşikten attı, içeri girdi. Serin hava çarptı yüzüne. Tarlanın sıcağından sonra evin serinliği iyi geliyordu. Ocaklı odaya girdi. Bir bakır tasa akşam için tarhana ısladı. Ekmek de yapmıştı sabah erkenden. Sofra örtüsünü aralayıp altına sıraladığı ekmeklere baktı. Odayı mis gibi ekmek ve tarhana kokusu doldurdu. Bir parça ekmek kesti, bir kesek peynir, biraz sivri biber, iki domates, iki salatalıkla çıkın yaptı, kapı arkasındaki boş tıkırı aldı, çıktı evden. Anahtarı kilide sokup kapıyı kilitledi, sağına soluna bakıp anahtarı eşiğin altındaki oyuğa yerleştirdi. Tıkıra az ötedeki yalağın oluğundan su doldurdu, kenara koydu. Buz gibi suyla elini yüzünü yıkadı, avcunu oluktan akan suyun altına tuttu, kana kana su içti, tıkırı kaptığı gibi tarlanın yolunu tuttu.

Harman yolundaki arabalardan dökülen buğday başakları, bir öküz arabası sığacak endeki toprak yolun ortasına gelişigüzel yayılmıştı.

Tıka basa sapla doldurulup harmana getirilen ağır öküz arabaları, yolun iki yanında, yumuşak toprakta derin izler açmıştı.

Gülizar, bu derin teker izlerine basıp ayağını burkmamak için tam yolun ortasından yürümeyi yeğledi. Sert anız, gri renkli, delikli, ince tabanlı naylon ayakkabılarının altından ayaklarını acıtıyor, yakıcı güneşin altında yürürken, alnından süzülüp gözüne giren tuzlu ter damlaları gözünü yaşartıyordu. Gülizar, tıkırla çıkını yere bıraktı, yaşmağının ucuyla gözünü, alnını sildi. Başından kayan yaşmağı düzeltip yoluna devam etti.

Köy epeyce ardında kalmıştı. Sağında solunda altın sarısı başaklarıyla tarlalar, hafif esen rüzgara başlarını eğerken, maviliklerden süzülüp gelen güneşi anasütü gibi iştahla içiyor, adeta güneşle besleniyorlardı. Nisan yağmurlarının bereketiyle can bulup, güneşin şefkatli kollarında gelişip serpiliyorlardı. Bu altın sarısı başaklar, yağmurla güneşin çocuklarıydı.

. Uzaklarda bir inek böğürdü. Bir çoban köpeği uzun uzun havladı. Tanıdık bir kadın sesi yankılandı uzaklarda. Kadın, avazı çıktığı kadar köpeği azarladı:

" Gara gurtlar yisin seni uyuz it! Ne çokuyup duruyon? Meh! Al işte yalını getdüm! Edepsiz köpek!" Gülizar durup arkasına döndü, Kaynanasıydı köpeği azarlayan. Adımlarını hızlandırdı.

Hüseyin, tarladaki ahlatın gölgesine upuzun yan yatmış, dişlerinin arasında bir saman çöpü gevirip duruyor, Gülizar'ı bekliyordu. Uzaktan bir elinde su tıkırı, bir elinde azık çıkınıyla karısının geldiğini gördü. Gülizar iyice yaklaşınca istifini bozmadan seslendi. "Nerde galdın gız? İçim gurudu susuzluktan!"

"Yettim!" dedi Gülizar. Hüseyin'in yanına gelince diz çöktü, çıkını gölgeye bıraktı, tıkırın tıpasını açtı, Hüseyin'e uzattı. Hüseyin tıkırı kafasına dikti, kana kana su içti. Çenesine doğru süzülen suyu elinin tersiyle sildi, tıkırı çıkının yanına itekledi. Gülizar'ın yüzüne, kulağına, boynuna baktı, bileğinden kavradı, kendine doğru çekti. Gülizar telaşla sağına soluna bakındı, utana sıkıla "Hüseyin, dur, ne yapıyorsun? Bir gören olacak!" dedi.

Hüseyin, güldü: "Korkma gız, saçına böcük yapışmış, onu alacam." Nasırlı, kocaman elini Gülizar'ın yaşmaktan dışarı sarkan perçemine uzattı, böceği yakaladı. Böcek Hüseyin'in parmakları arasından kurtulmaya çalışıyor, can havliyle tepinip duruyordu. Hüseyin böceği bir fiskeyle uzağa fırlattı. Bıyığını sıvazlayıp çıkına uzandı. "Ne getdün gız Güllü?" diye sordu. Gülizar alı al, moru mor, soruyu yanıtlamadan çıkını açtı, Hüseyin'in önüne koydu. Hüseyin, Bismillah, deyip ekmeğe uzandı. Somundan iri bir parça böldü, parçayı ortadan ikiye ayırıp, içine peynir, domates, sivribiber koydu, kapadı. Tam ağzına

götürecekken vazgeçip sordu: "Sen de yiycen mi gız?" Gülizar, evet anlamında sessizce başını salladı.

Hüseyin sofra örtüsünden bozma çıkın bezini iki ucundan tutup, Gülizar'dan yana sürükledi. Gülizar, ekmekten bir parça kopardı, arasına bir parça peynir koydu, ufak lokmalarla yemeye başladı. Hüseyin örtüde kalan domatesi Gülizar'a uzattı. "Meh! Al gız Güllü, tomat da ye! Zayıfladın, bakımsız hindi gibi uzadı suratın. Anangil, gızımızı aç goymuş deycek."

Gülizar, Hüseyin'in yüzüne bakmadan domatesi aldı, ısırdı. Domatesin suyu Hüseyin'in suratına sıçradı. Hüseyin, aldırmadı. Bir hamlede kalktı, az öteye gitti, pantolonuna yapışmış sapı samanı elleriyle süpürüp silkeledi.

" Hadi, bu tarla böğün bitecek!" dedi.

Tarlaların ekini deste yapılmış, bir tek köyün en yakınındaki küçük tarlanın deste işi kalmıştı. Hüseyin ahladın dibine bıraktığı iki anaduttan birini, ağaç olanını Gülizar'ın önüne attı, sapı ağaç, kendi demir olanı da omzuna vurduğu gibi tarlanın yolunu tuttu. Gülizar, azık çıkınını düğümledi, ağacın altına, tıkırın yanına bıraktı. Anadutu aldı, Hüseyin'in ardına düştü.

...

Tarlanın bir başına gelince Hüseyin, anadutun sapını omzuna dayadı, iki elini açıp avuçlarına tükürdü, "Ya Allah, Bismillah!" deyip anadutun sapına sarıldı, anadutu tırpanla biçilip sıra halinde tarlaya düşmüş ekine daldırdı. Bir, iki, üç... hop bir deste... Arka arkaya desteleri inci tanesi gibi sıralamaya başladı. Arada bir dikeliyor, boynuna doladığı, terden sırsıklam olmuş çevresini kurusun diye deste öbeğinin üstüne atıyor, cebinden çıkardığı buruşuk mendiliyle terini kuruluyordu. Her fırsatta, tarlanın öte ucunda çalışan Gülizar'a göz atıyordu. Hakkını yememek lazımdı, iyi çalışıyordu kız. Yine de onu övmeyecek, onu beğendiğini söylemeyecekti. Neme lazım, kadın kısmını şımartmaya gelmezdi. Yerini bilsin ki kocasına, ailesine, hele kaynanasına saygıda kusur etmesin, diye öğrenmişti büyüklerden.

Gün batımında, güneş son ışıklarını altın sarısı tarlalara serpiştirirken, son tarlanın destesi de bitmiş, bütün iş, desteleri arabaya yükleyip harman yerine götürmeye, harmanda kendilerine ayrılmış köşede tınaz yapmaya kalmıştı.

...

Aile akşam sofrasına oturmadan önce Gülizar ortaya kaynanasının yaptığı tarhana tenceresini getirdi. Hemen seğirtip bir somun ekmeği, küpten çıkardığı bir sahan acı biber turşusunu da koydu sofraya. Alelacele yaptığı bulgur pilavını sönmüş ocağın külü üzerinde demlenmeye bırakmıştı. Çömeldi, pilavı tahtakaşıkla alt üst etti. Pilavı karıştırırken çıkan sıcak buharı soludu. Göz ucuyla kaynanasına baktı. "İnşallah tuzuna neyim laf etmez" diye düşündü. Hasibe nene derlerdi kaynanasına. Becerikli, ferasetli kadındı. Köyün ebesiydi. Mektep medrese görmemişti ama köyün çocuğu, buzağısı, kuzusu onun eline doğardı.

Hasibe nene Bismillah, dedi, çorbaya kaşığını daldırdı. Sonra Hüseyin, daha sonra da Hüseyin'in askerden yeni gelmiş biraderi Hasan... Gülizar da ocakbaşından gelip sofrabezini dizlerine çekip oturunca eksik kalmadı. Hasibe nene elindeki kaşığı Hüseyin'e doğrultup "Rüstem patozu haftaya salıya harmana guracak! Çok iş var. Ben sığıra getcem, evi çekip çevirecem. Ekmek, peynir edecem. On dene elim yoh! Üçünüz geticeniz ekini harmana!" Hüseyin, ağzı dolu "Ederiz ana, Allah golaylını verir, dert etme sen!" dedi. Sessizce yemeklerini yediler. Rüstem eski muhtarın oğluydu. Babası ölünce canlı malları satmış bir patoz makinesi almıştı. Traktör de vardı zaten. Rüstemin işi işti. Kimin harmanı varsa, Rüstem patozuyla oradaydı. Saat başı ücret alıyor, benzin pahalı, gaz karaborsa diye, köylünün üç kuruş parasını cebe indiriyordu. Günahı boynuna, kasabada dostu varmış, ona ayrı ev açmış diyordu köylüler.

Hüseyin herkesten önce tabağını sıyırıp kalktı, sedire oturdu, bir sigara yaktı. Hasibe nene omzunun tepesinden başını çevirip Hüseyin'e baktı: "Zıkkımın pekini iç!" dedi, büyük bir parça ekmek koparıp önlüğünün cebine attı. Köpeğin yalına doğrayacaktı.

Dışarıda, çok yakında bir tüfek patladı. Tüfeğin sesiyle kapı önündeki dut ağacna tünemiş kuşlar havalanıp az ötedeki muhtarlığın çatısına kondular. Ahıra bağlı ineklerden birkaçı böğürdü. Köpek havlamaları birbirine karıştı.

Hasan fırlayıp pencereye koştu. Cam buharlanmıştı. Elinin ayasıyla camın buharını sildi, alnını cama dayadı, dışarıya baktı. Hiçbir şey göremedi. Evdekilerin hepsi arkasına dikilmiş, meraklı gözlerle Hasan'a bakıyorlardı. Hasan başını çevirdi. "Ben bi şey anlamadım!" dedi. Kapı hızlı hızlı vuruldu. Biri dışarda ısrarla kapıyı yumrukluyordu. Hüseyin önde, hepsi birden kapıya koştular. Hüseyin arkasına döndü, "Odaya!.."dedi. Hasibe nene geriye döndü, geliniyle Hasan'ı önüne kattı, odaya döndüler. Hüseyin, babasından kalan duvarda asılı tüfeği kaptı, dimdik kapının ardında durdu.

Hüseyin derin bir soluk aldı, seslendi: "Kim var orda?" Kapının yumruklanması kesildi. Dışarıdan tok bir ses geldi: "Hüseyin, benim, Mahmut! Aç kapıyı! Hasibe neneyi almaya geldim!" Hüseyin Mahmut'un sesini duyunca hemen davrandı, açtı kapıyı. "Ana! Gel hele! " diye seslendi.

Hasibe Nene bir eli belinde, öteki dizinde odadan çıkarken kapıda Mahmut'u gördü, niye geldiğini anladı, gelinine " Hemen atkımı bul, getir!" dedi. Gülizar yüklüğün kapısını açtı, kaynanasına atkısını yetiştirdi.

Mahmut'la Hasibe nene karanlığın içine dalıp kayboldular. Hüseyin kapıyı arkalarından kapayıp odaya döndü. Hasan soran gözlerle baktı ağabeyine.

Cevap kısa ve netti: " Duriye gadunun gelini Asiye doğuruyo herhal. Yoksa anamı neden bu saatta götüsün Mahmut?"

Hüseyin bir sigara yaktı. Paketi Hasana da uzattı. Hasan almadı. "Alışmadın mı len eskerde?" diye sordu. "Yoh abi, cığara sarmadı beni!" dedi Hasan. Hüseyin odada bir aşağı, bir yukarı dolaşıyor, huzursuz görünüyordu. Sigarasından bir iki nefes daha çekti, ocağa attı. "Gülizar, sen odaya çıh, arkadan kapıyı sürgüle, yat, devril. Bizim az işimiz var Hasan'la" dedi.

Gülizar, yıkadığı kabı kacağı durulamayı bitirmiş, suyu süzülsün diye tepsiye ters çevirmişti. Elini önlüğüne kuruladı, Hüseyin'in lafını ikiletmedi, çıktı.

Hasan, ağabeyine soran gözlerle baktı. Hüseyin kardeşini omuzlarından tuttu, gözlerini kardeşinin gözlerine dikti: "O silah sesi neydi len? Gidip bahsak mı? Soramadım Mahmut'a. Anarşitler mi bastı köyü len?"

"Yok abi, bi vukuat olaydı, Mahmut çıkamazdı dışarı. Köyün gobellerinden birinin işgüzarlığıdır, sen gönlünü ferah tut!"

Hüseyin, kasaba pazarından aldığı komando desenli, her yanı cep dolu yeleğini giydi, baba yadigârı tüfeği kaptığı gibi kapıya seğirtti. Hasan da ağabeyinin ardından... Köyün içinde dolandılar.

Beş ev ötede anasının ahretliği, Çıbıklıların Topal Ayşa'nın evi vardı. Evin bahçesinde karartılar gördüler. Sessizce yaklaştılar. Bahçe çitinin ardına sinip gözetlediler. Topal Ayşa sessiz bir ağıt tutturmuş, önünde cansız yatan kangala ağlıyordu. Hüseyin kafasını çitten yukarı kaldırdı, seslendi: "Ayşa aba! Hayırdır, ölü mü o?" Ayşa cevap vermedi. Eliyle" Gel! " diye işaret etti. Hüseyin çiti dolanıp, bahçe kapısından girdi, Hasan çitin yanında kaldı. Mesele anlaşıldı.

Bir süredir kangal, önüne gelene saldırıyor, köyün kadınlarını, çocuklarını korkutuyordu. Ayşa'nın kocası Culuk Şevket köylünün şikâyetinden yılmış, çekmiş vurmuştu kendi köpeğini. Şevket ketum bir adamdı. Köylü dokuz takla atsa, ağzından bir kelam alamazdı. Şikâyetler Ayşa kadına yapılırken Şevket duymuş, ses çıkarmamıştı. En son Muhacır Üzeyir'in İstanbul 'dan dedesigile misafir gelen beş yaşındaki torununun eteğini kapınca, Üzeyir' in karısı demediğini bırakmamış, Culuk Şevket de tüfeğini kaptığı gibi kangalı olduğu yere mıhlamıştı.

Hüseyin, anasının ahretliğinin elini öptü, "Cana geleceğine mala gelsin aba!" dedi. Topal Ayşa Hüseyin'e dik dik baktı: "Bu da can be oğul!" dedi. Hüseyin, iki eliyle kasketini önünde tutarak boynunu eğdi, geri geri çıktı bahçeden. Çitin orada dikilen Hasan'a "Hadi gidip dinlenecez, zabaha gadar leş bekleycek halımız yok." dedi, eve döndüler.

...

Hüseyin'i uyku tutmadı, anasını bekledi. Beklerken de sedirde kıvrılıp uyuyakaldı. Sabaha doğru geldi Hasibe kadın. Bitkin görünüyordu ama yüzünde mutlu bir ifade vardı. Oğlunu dürtükleyip uyandırdı." Hasadın bereketiynen Duriye'nin bi gız torunu oldu, inşallah Allah rızkını veri de hayıllısı olu." Hüseyin uykulu uykulu mırıldandı. "Hee, gız doğurdu dimek!" Uzun uzun esnedi. "Hee, gız!" diye çıkıştı anası, "Sen oğlan et de hayrını görek!"

"Tamam ana, çok uykum var. Zabahınan tarlaya gidecez. Hadi bana müsade!" dedi, çıktı. Üst kata çıkan ahşap merdiven, Hüseyin bastıkça gıcırdıyor, Hüseyin'in duvara vuran kocaman gölgesi de kendisiyle birlikte ağır ağır çıkıyordu.

...

Sabah Hüseyin, kardeşinin yardımıyla öküz arabasını kurdu, çattı. Araba iş bitince sökülüp samanlığın alet edevat köşesine atılır, hasat zamanı gelince, yeniden kurulurdu. İş bitince iki birader kapkara yağ bulaşmış ellerini Gülizar'ın getirdiği çaputa sildiler.

Öküzleri arabaya koştular, Hüseyin, kardeşi Hasan, Gülizar, üçü, tarlaya doğru yola koyuldular. Yukarı tarladan başlayıp aşağı tarlaya doğru toparlayarak ekini harmana getirecek, tınaz edeceklerdi. Hüseyin öküzlerin önünde yürüyüp onları "yedmek" işini üstlenmişti. Hasan da hayvanları üvendireyle dürterek yol almalarını sağlayacaktı. Tarla yolunda öküzler yokuşlarda durup tembel tembel oyalanıyor, sağda solda buldukları sapları ağızlarının kenarından salyalar akıtarak gevirip duruyorlardı. Ara sıra da kuyruklarını kamçı gibi sağrılarına şaklatıp çevik karasineklerle mavimsi yeşilimsi, parlak bok sineklerini kovuyorlardı.

Tarlanın üst başına varınca Hüseyin durdu, geriye döndü"hoooooo! Geri bas, geri bas!" diye öküzleri durdurdu. Ne söylenirse yapmaya alışmış olan öküzler oldukları yere çakıldılar.

Hüseyin arabadaki dirgenleri aldı, birini kardeşinin ayağının dibine attı. "Hadi, işimiz rasgele!" dedi. Kendi dirgenini arabaya dayadı, ellerini açıp avuçlarına tükürdü, "Ya Allah, Bismillah!" deyip dirgeni sapından sımsıkı kavradı, "Siftah benden" deyip ilk destenin altına dirgeni daldırdı. Deste, dirgenin ucunda göndere çekilmiş bayrak gibi yükseldi, başakların altın sarısı, göğün duru mavisiyle kucaklaştı, başak öbeği usulca henüz boş olan öküz arabasında yerini aldı. Gülizar çiğneyecekti arabayı. Desteler biraz çoğalsın, arabanın tepesine çıkacak, buğday başaklarını iyice tepiştirecekti. Şimdilik destelerden dökülen başakları toparlıyor, minik desteler oluşturuyordu.

Arabanın öte tarafında Hüseyin, beride, Gülizar'ın kaynı, birinci arabayı yarılamışlardı bile. Hüseyin, Gülizar'a arabaya çıkmasını işaret etti. Gülizar bir maymun çevikliğiyle arabaya tırmandı, deste öbeklerini tepiştirip sıkıştırmaya başladı. Hüseyin'le Hasan'ın dirgenleri birbiri ardına başakları arabaya savuruyor, Gülizar iki kardeşin arabaya attığı desteye yetişmeye çalışıyordu.

Hüseyin, dirgenini yeni bir destenin altına daldırdı, durakladı. Deste, diğerlerinden daha ağırdı, yerden kaldırmakta zorlandı. Gülizar arabanın tepesinde, anaduta dayanıp desteyi bekledi. Arabada sap yükselmiş, aşağıdakilerin işi zorlaşmıştı. Hüseyin bir gayret kaldırdı ağır desteyi, arabaya atmak için olabildiğince yukarı yükseltti. Gülizar o anda altın sarısı sap yığınının, işçiliği mükemmel bir mücevher gibi güneşin altında parladığını gördü. Sanki gökyüzünün maviliğinden Rapunzel sapsarı saçlarını sarkıtmış, bir mücevher inceliğiyle işlenmiş kurdelesi, saçının beliğinden çözülmüş, bütün parlaklığı ve ağırlığıyla, Hüseyin'in omzundan aşağı kaymaktaydı. Hüseyin yakıcı güneşin altında, bu sanat eseri ağır kurdelenin soğukluğunu kulağında, boynunda hissetti ve iliklerine kadar ürperdi.

Gülizar, Hüseyin'in ensesinden dolanıp omzundan aşağı kayan bu soğuk davetsiz misafiri görünce bir çığlık attı. Hüseyin şaşkınlığı geçip de elindeki dirgeni mızrak gibi düşmana doğrultuncaya kadar, düşman çoktan başakların arasına dalmış, yıldızının hiç barışmadığı insanoğluna izini çoktan kaybettirmişti.

Hüseyin yüreğinin güm güm atmasını bastırıp, arabanın tepesinde yaşmağıyla yüzünü kapamış sarsılarak ağlayan Gülizar'ı yatıştırmaya koyuldu. "Gorkma gız, asıl o gorksun bizden! Nasıl telaşlanıp gaçtı, görmediniz mi?"

Gülizar'ın Hüseyin'i duymaya hiç niyeti yoktu, ağlayıp duruyordu. Hüseyin seslendi:

 

" Bildim ben, bildim! Ananı özledin sen. Ağlama gız! Geçti, getti, ağlama!" Gülizar yaşmağıyla yüzünü gözünü sildi, anaduta dayandı, eliyle yeni desteyi işaret edip " hadi gönder! " diye seslendi.

Hasan, arabanın öte yanında donmuş kalmış, ağabeyiyle yengesini izliyordu. Hüseyin, kardeşine seslendi.

" Hasan, sen devam et, ben az soluklanacam."

Dirgeni destenin üstüne fırlattı, kıyıdaki körpe ahlatın altına doğru yürüdü. Tarlaların yakınına gölgesinde soluklanmak için tek tük ahlat ağaçları dikilirdi. Bu ağaç yeni palazlanıyordu daha. En çok iki kişiye yetecek gölgesi vardı. Hüseyin, gömlek cebinden paketini çıkarıp bir sigara yaktı. Derin bir nefes çekip öküz arabasına, karısına, kardeşine baktı. İkisi de az önceki şoku atlatamamış, isteksiz çalışıyordu. Köy yerinde oluyordu böyle şeyler. Az önce düşman saydıkları da düşman değildi aslında. O da canının derdinde, doğanın bir parçası, bir candı. Zorda kalmazsa, kimselere dokunmazdı. İnsanın insana düşmanlığı, haseti, kıskançlığı yanında bu ürküntünün lafı bile olmazdı.

Hüseyin, babası Yusuf'u andı. Yüreği kıpırdandı. Kör Yusuf derlerdi ona. Bilge adamdı. "Düşman, hep düşmansa, ataş olsa cürmü gadar yer yakar! Yeter ki hilesi dostluk olmasın!" derdi."

Çocukken ağaçtan düşmüş, alt dallardan biri gözüne batınca kör olmuştu. Tek gözüyle okumuş, ilkokulu birincilikle bitirmişti. O zamanlar çarpım tablosunu ve İstiklal Marşı'nın on kıtasını ezbere bilen tek çocuk Yusuf'tu. Okul birincisi olmayı ezberinin sayesinde hak etmişti.

Hasibe ile aynı sınıftaydılar. Beşinci sınıfa gelince, Yusuf, Hasibe' ye çizgili defteden yırttığı bir kâğıda mektup yazmış, harman yerinin yakınındaki ahladın kovuğuna mektubu saklamıştı. Hasibe oluktan su doldururken yanına yaklaşmış, "ahladın govuğuna bah! '" diye fısıldamıştı. Hasibe de kovukta bulduğu mektubu çatır çatır yırtmış, avcuna yırtıkları doldurmuş, arkasında dolanıp duran Yusuf'un suratına atmıştı.

Hüseyin, ufalmış sigarasını toprağa basıp iyice ezdi, söndürdü. Gün, aksi başlamıştı, bir de yangın çıkmasındı, şimdi... Hey gidi Kör Yusuf hey! Hüseyin ne çok severdi babasını! Hayyam gibi adam, benim babam, derdi. Hoş Hayyam'ı tanıdığı da yoktu, ama ilkokulda, beşteyken Mustafa öğretmenden çok duymuştu Hayyam'ı. Okul kitaplarında yeri olmasa da Mustafa öğretmen Hayyam'dan dörtlükler okurdu onlara. Hatta birkaçını ezberlemişti Hüseyin. "Dünya üç beş bilgisizin elinde /Onlarca her bilgi kendilerinde /Üzülme, eşek eşeği beğenir / Hayır var sana kötü demelerinde. " Mustafa öğretmen iyi adamdı. Gerçi köyün imamı Nurullah, her yerde, öğretmenin anarşit olup köye Ankara'dan sürgün geldiğini anlatıyordu ama olsun, iyi adamdı öğretmen.

Yıllar geçip gitmiş, Hasibe yirmisine gelince ahladın kovuğunda yeni bir mektup bulmuş, Yusuf'un aşkının bunca yıldır sönümlenmemiş olması onu hem şaşırtmış hem de heyecanlandırmıştı. Kız evine dünür gidilmiş, kız evi nazını yapmış, sonunda düğün dernek kurulmuş, evlenmişlerdi. İlk beş yıl çocukları olmamıştı. Sonra üç kız, iki oğlan doğurmuştu Hasibe. Hüseyin'in iki ablası, Gülizar'ın köyüne, en küçük ablası da kasabaya gelin gitmişti. En küçükleri Hasan on beşine geldiğinde, babaları Kör Yusuf, kalp krizi geçirip bu dünyadan göçmüştü. Köylü, Yusuf'un ölüsünü sığır güttüdüğü otlakta bulmuştu. Yusuf ölünce Hasibe sığırı köyün sürüsüne katmaya karar verdi. Hasibe nene yaşına karşın dinç kadındı. İnek sağmak, yayık çalkamak, tarhana, bulgur, yufka, salça, peynir yapmak hep onun işiydi. Gelin gelince işin bir ucundan tutmuştu gerçi, ama köyün işi biter miydi? Köyün, Hasibe nenenin eline doğan bütün bebeleri onun kuzusuydu. Muhacır Üzeyir'in boncuk gözlü, saman sarısı saçlı torunu Güldaniye, Hasibe neneyi görünce "Kuzu teze... Kuzu teze!" diye koşardı.

Hüseyin, oturduğu yerden doğruldu, boynunu sağa, sola kırtlattı, kollarını yukarıya doğru gerip bedenini esnetti, arabanın yanına gitti. Dirgeni aldı, desteye daldırdı.

O gün akşama kadar, arabayı tarlada doldurup, harmana boşaltarak çalıştılar. Tarladaki son deste de arabaya atılınca keyiflendiler. Dönüş yolunda Hasan az geride kaldı, kuru derenin yamacındaki çalılığın ardına su dökmeye gitti. Hüseyin, yanıbaşında alı al, moru mor yürüyen Gülizar'ı kolundan tutup yanına çekti. :"Bana bak gız, harmanı edelim, sana bilezik alacam!" dedi. Gülizar sevinmedi. "Alırsın sen, iki gün sonra da para lazım olur, geri istersin" diye mırıldandı. "Ne diyon gız?" diye sordu Hüseyin. Gülizar sesini yükseltti. " Heç bi şey demiyom. Gayınanam pattesli ekmek etcekti, etti mi ki diyom."

Araba yokuşun başına gelince Hüseyin öküzlerin önüne geçti, "Hoooo! Geri bas, geri!" diye durdurdu hayvanları. Hasan, işini bitirmiş, rahatlamış bir surat ifadesiyle çıktı çalının arkasından. Hüseyin biraderine seslendi: "Yürüsene len, kımıldan birez! Köstek vuracan tekere!" Hasan koştu, tekerlek demirinin altına kızağı yerleştirdi.

Araba yavaş yavaş indi yokuşu. Öküzler arkalarındaki yükü umursamadan geviş getire getire, salınarak çektiler arabayı. Düzlüğe çıkınca Hüseyin arabadan bir demet sap çekti, öküzlerin ağzına verdi. Hüseyin'in eline salyalarını akıtarak, keyifle yediler. Bu çilekeş öküzleri böyle gamsız görünce Hüseyin yine Mustafa öğretmenden duyup ezberlediği bir Hayyam dörtlüğü mırıldandı: "Gökte bir öküz varmış, adı Pervin /Bir öküz de altındaymış yerin. / Sen asıl iki öküz arasında /Tepişmesine bak şu eşeklerin!"

Gülizar güldü: "Sen de şairmişin be Hüseyin!" dedi. "Ne sandın gız? Bubam okutsaydı, anarşit Mustafa örtmen gibi ben de örtmen olurdum da bacayı tüttürecek kimse yohtu. Anam da üşenmemiş, benden evvel üç gız doğurmuş!" Gülizar ciddileşti, kaşlarını çatıp, bakışlarını Hüseyin'e çevirdi.

"İyi kine anarşit olmamışın! "dedi.

" O eskidenmiş gız! Bak bizim köyün örtmeni Sadettin Bey daha yeni umreden geldi. Hacca da getceğmiş. Okulla da açılıyo emme, bi golayını bulcak zaar. "

" Gızını bırakacak deyolla yerine. Bıldır, dikişe gitmiş. Oğlanları salar dışarı, gızlara dikiş ögretir, fena mı oluu? Gız gısmı Hayyam'ı neyim n'etsin! "

" Sen dikiş biliyon mu gız? "diye sordu Hüseyin.

Harman yerine varmışlardı. Köyün evleri, hayvanların yalağı iki adım ötedeydi.

Gülizar cevap vermedi. Gözlerini kocaman açtı. Gözlerine inanamadı.

" Abooov! Hayal mi görüyom ben!.. " diye bir çığlık attı.

Gülizar, elleriyle yüzünü kapadı, parmakları arasından baktı, sonra ellerini yana açıp koştu. Bastığı toprak, ayaklarının altında alçalıp yükseliyor, Gülizar koştukça yaylanıp onu bulutların üstüne fırlatıyordu. Bir ara ayağı ufak bir çukura rastlayıp burkulacak gibi oldu, çarçabuk toparlandı. Şimdi olmazdı burkulmak, hiç sırası değildi. Gülizar'ın gözlerinden yanaklarına dökülen, gözyaşı mıydı, hasret miydi, yoksa bunca zamandır biriktirip yüreğinin zulasında sakladığı inci taneleri miydi?

Koştu, koştu... Koşmak ne kelime? Ayakları yerden kesildi, yağmurdan sonra sımsıcak yüzüyle ışıl ışıl iki adım öteye, yeryüzüne inip konmuş güneşe doğru uçtu.

Kollarını güneşe doladı. Yüzü gözü güneşle aydınlandı. Yanağını güneşin yanağına dayadı. O anda güneş yeryüzüne baharı, bütün çiçekleri ve yağmurlarıyla geri getirdi. Gülizarın yüreği bahar sevinçleriyle doldu, gözyaşları bahar yağmurlarına karıştı. "Anacığım!.. Anam benim!.. Güzel anam!" diye yeri göğü inletmek istedi. Sevinci sesini bastırdı, sesi çıkmadı. Köyün tekmil kokusu buhar olup uçtu. Yer gök, ana kokusuyla dolup taştı. Gülizar, ana kokusunu derin derin içine çekti. İşte o zaman boğazının düğümü açıldı, öyle bir "anacığııımm!.. " çıktı ki ağzından, kuşlar sustu, yaprak kımıldamadı, rüzgâr uğultusunu kesti. Ya da doğanın bütün sesleri devam etti de evladının sesini iliklerine kadar duyan Zehra ana duymadı bütün o sesleri. Kızının gözünden akan yaşları kınalı parmaklarıyla sildi, onu bağrına basıp omzunda sakladı.

Hüseyin, kasketi elinde, Gülizarın arkasında dikilmiş, ana kızın kavuşmasını sessizce izlemekteydi. Zehra ana tek eliyle kızına sarılıp ötekini damadına uzattı. Bu haliyle "Kızı sana verdik ama bir kanadımla da olsa onu sarmaya devam ediyorum. İki kanadımla sarmayı da bilirim!" der gibiydi. Hüseyin atıldı, kayınanasının elini iki eliyle tutup öptü.

"Harman bitince motura atlayıp biz de gelecez ana!" dedi.

Zehra ana damadından elini çekti, cevap vermedi, burnundan derin bir soluk alıp kızının alnından öptü.

Gülizar'ın bıyığı yeni terlemiş kardeşi Zülfü az geride sessizce dikilmiş, anasıyla ablasının kavuşmasını izliyordu. Kasketinin altında alnını kırıştırmış, dudakları kapalı, kocaman gülümsemesiyle gitgide babasına benzemeye başlayan kardeşini görünce, Gülizar, anasının kanadının altından çıktı, koştu, kardeşine sarıldı. Onu öptü, kokladı, koklamalara doyamadı. Gözünün yaşını yaşmağının ucuyla sildi, geri kaykılıp kardeşinin yüzüne baktı. Sesli sesli güldü: "Oğlak gibi kokuyon len Zühtü! Ablam benim, ablasının yakışıhlısı!" Anası Zehra döndü, gözünde yaş, iki kardeşin kucaklaşmasına baktı. "Ablası, teke oldu artık gardaşın, teke!" diye seslendi.

Hasibe nene az ötede, oluğun başında bakraçları, güğümleri doldurup yalağın taşına sıralamıştı. "Amma ettin gız Zehra, eccük bıyığı çıktı deye teke mi olunuyomuş, anca bizim Hasan teke oldu. Hele bi Zühtü de eskerden gelsin, o zaman teke olcak!" diye seslendi. "Hadi gızım Gülizar, anangil gaçmıyo, gel de şunları içerü daşıyalum!" dedi. Gülizar koştu. Anasıyla kardeşi de koştular, her biri bir kova, bakraç, güğüm kaptı, eve taşıdılar.

Hasibe nene "Dünür, az dinlen, soluklan. Kızıynan hesret gider. Ben şu inekleri sağam da gelem. Oğlanla da gelünce sufrayı guraruz." dedi, bakracı kaptığı gibi ahıra gitti. Zühtü, sedire oturmuş, gözünü ablasından ayırmadan, ağzı kulaklarında, sus pus oturuyordu. Anası, oğlanın koluna bir çimdik attı." Hadi goçum, sıkılma burda, enişdengilin yanına get. Onnarlan gelüsün."dedi. Zühtü, ablasına bakarak çıktı. Oğlan çıkınca Zehra kızının yanına yanaştı. Gülizar'ın elini avuçlarının içine aldı, sevdi." Golundaki Altınnarını n'ettin, a gızım? "

diye sordu. Gülizar başını önüne eğdi.

" Hüseyin, beni ırahat ettümek içün onnarı bozdurdu, motur aldı, ana. Emme sen merak etme. Hasadı bitürelüm hayırlısıynan, gene alacak." dedi.

Uzaklarda bir köpek uludu. Rüzgâr hızını artırdı, hava serinledi. Zehra yeleğini çıkardı, Gülizar'ın sırtına örttü. Ahırdan Hasibe nenenin sesi duyuldu:" Gara gurtla yiyesice inek! Ne huysuzlanıp duruyon! " Gülizar kalktı, sırtındaki yeleği anasının sırtına koydu. "Ben bi ahıra bakıp geliyom ana! Sen uzat ayaklarını, ırahatına bak." dedi, çıktı.

Zehra, sofraya, bulaşığa, çorbaya, her işe koşuyor, kızını yormamak için elinden geleni yapıyordu. İki günlüğüne de olsa, başını yastığa rahat koysun diye çabalıyordu. Tek kızıydı Gülizar. Gözü arkada değildi. Köyünde de iş zamanıydı ama iki oğlan, iki gelin köyü çekip çeviriyorlardı zaten. Babaları da her işin ucundan tutuyordu. En küçüğünü alıp imeceye gelmişti dünürüne. Bıldır, harman sonu gelin etmişti gözünün nuru Gülizar'ını. Hasat bitmiş, Kurban Bayramı da geçmiş, öyle düğün dernek kurulmuştu. Hakkını yememek lazım, Hasibe bir de kurbanlık koç yollamıştı dünürlerinin köyüne. Ama Hüseyin düğünden sonra, Gülizar'ı anasına götürmeyi bugün, yarın diye ertelemişti.

Birkaç gün sevinerek, yorularak, koşarak, dinlenerek, susayıp acıkarak, sofrada ekmeği bölüşerek su gibi akıp geçti. Gülizar'ın anasıyla kardeşi de işin bir ucundan tutunca, tarlalarda ekin kalmadı. Hepsi emektar öküzlerin gacur gucur çektiği arabayla harman yerine getirilip yığıldı. Hüseyin, dirgenine taktığı son desteyi de tınazın üzerine savurduğunda gün akşama dönüyordu. Kadınlar, sofrayı kurmaya eve seğirttiler.

Hüseyin, dirseğini harmana dökülen sapların üzerine dayayıp yan yattı. Bir yanına, dizini büküp ellerini geriye doğru toprağa yaslayıp oturan Hasan geçti, öte yanına kaynı Zühtü bağdaş kurup oturdu. Üçünün yönü de batan güneşe karşıydı. Güneş, kıpkızıl bir ateş topu olmuş, uçsuz bucaksız bozkırın ufuk çizgisine doğru usul usul inmekteydi. Sanki ufkun ötesinde kocaman bir el avuçlarını açmış, bu altıntopu yakalamaya hazır bekliyordu. Gece olup, yorgun bedenler uykuya çekilince, o görünmeyen el, altıntopu parlatıp sarı bir ışık topuna dönüştürecek ve ufkun karşı yönünden yeniden bir armağan sunar gibi doğaya uzatacaktı.

...

Bir haftalık süre dolmuş, yine salı gelmiş, Rüstem patozu harmana kurmuştu. Traktöre bağladığı patozu "Rözgar o yandan savuruyo, bu yandan savuruyo..." diye çevirip durmuştu harmanda. Sanki çok büyük bir iş yapmış gibi "Demli bi çay getürün de işe başlamadan kafayı toparlayalum" demiş, tınazın altına yan gelip yatmıştı. Nasıl olsa kimse uyumayacaktı o gece. İş biterdi elbet. Makine geceli gündüzlü çalışacaktı ki Rüstem başkalarının harmanına da yetişsin. Nasıl olsa makine çalışıyor, Rüstem yiyip içip, bir gölgelik buluyor, yan gelip yatıyordu. Hüseyin, Rüstem'in bu saltanatına sinirleniyor, "Sanırsınız, dürzü fabrikatör! " diyordu, ama harmana onu çağırmaktan başka çare yoktu. Düvenle hasat dönemi çoktan tarihe karışmıştı.

Hüseyin, iki ev ötede oturan halaoğlu Murat'ı da çağırdı yardıma. Kendisi de harman yaparlarken halasıgile yardıma gidecekti. Halaoğlu Murat pazartesi kasabaya, çarşıya inmiş, eczaneden iki kutu panaljin almıştı. O sabah, patoz harmana kurulurken sallana sallana geldi. Hapçıydı Murat. Öyle zararlı, yasak maddelere bağımlılığı yoktu çok şükür, ama bir işin ucundan tutacaksa, daima cebinde bir kutu panaljin olurdu. Hadi tek kendisi yutsa neyse... Kutuyu avcuna döküp, sevip saydığı herkese ikram ederdi.

"Hasibe yenge! Hişt, yenge! Bi panalgine yut, eyi gelü ağrılarına. Anama da yutturuyom, donuz gibi iş görüyo! Heç yakınmıyo! Çok var daha, al yut!"

Her defasında Hasibe nene Murat'ın elini iter, bu tuhaf ikramı geri çevirirdi. O arkasını dönüp ilaç içirmek için başkalarının peşine düşünce " Senin anan panalgine içmeden de donuz zati! " diye homurdanırdı. Görümcesini günahı kadar sevmezdi. Gençliğinde kaynanasıyla bir olup az çektirmemişti Hasibe'ye.

Bütün gün el birliğiyle çalıştılar. İş yoğun olunca, gece çabuk indi harmana. Ortalık traktörün farıyla ışıdı. Cırcır böcekleriyle, gece kuşlarının hüzünlü ötüşleri yayıldı köye. Sığır otlaktan çoktan dönmüş, yalakta suyunu içmiş, ahıra bağlanmıştı. Ardından çoban İrecep de köyün davarını getirmişti otlaktan. İki iri çoban köpeği vardı köyün. İrecep onların, onlar da İrecep'in dilinden iyi anlıyorlardı. Köpeklerden biri karşı köyün sürüsünden iki koyunu dalamış, koyunun sahibi de çekmiş vurmuştu köpeği. Sürü tek köpeğe kalmıştı.

Traktörün aküsü ortalığı gündüz gibi aydınlatıyor, tınazdan gegeklerle çekilip, dirgenle, anadutla patozun ağzına atılan sapların altın rengi, sarı ışık altında daha bir koyulaşmış görünüyordu. Patozun bir yanından oluk gibi saman savruluyor, alttan "hak" denen tenekelere buğday akıyordu. Dolan tenekenin yerine boşu konuyor, dolusu çuvallara doldurulup çuvalların ağzı çuvaldızla dikiliyordu. Gün ağarıncaya kadar arada bir çay molası vererek çalıştılar.

Sabah olup güneş ortalığı ısıtmaya başlayınca, kadınlar kahvaltıya bir büyük çaydanlık demli çay, bir tepsiyle çay bardakları, bir tepsi patatesli, pancarlı gözleme getirdiler. Sabah erkenden Hasibe nene gözlemelerin yufkalarını açmış, Zehra kadın sacta pişirmişti. En çok Rüstem yedi bu gözlemelerden. "Hasibe nene, ellerin dert görmesin" diyor, bir ısırmada gözlemenin yarısını götürüyordu. İki üç bardak demli çay içtikten sonra gitti, samanlığın gölgesine yattı.

Hakkını yememek lazım, Murat iyi çalışıyordu. Bir ara Rüstem'in yanına gitti, cebinden panaljin kutusunu çıkarıp avcuna bir iki hap döktü. "Al len Rüstem, al bi panalgine yut, yorgunluğuna eyi gelü" dedi. Rüstem, ağzına alıp gevirdiği saman çöpünü tükürdü, "Get len! İşine bah!" dedi. Ellerini ensesinde kavuşturup yattı.

...

Hasat bitmiş, saman samanlığa, buğday ambara kaldırılmış, evli evine, köylü köyüne dönmüş, anasıyla kardeşini uğurlarken Gülizar çok ağlamıştı. Sonbahar gelmiş, hayat köyde yavaşlamış, işler azalmıştı. Anasını yolcu ettikten sonra Gülizar'ın yüzü pek gülmez oldu. Tıpkı yazdan güze dönen mevsim gibi, Gülizar'ın yüreğinde de güz yelleri esmeye, anasının ısıttığı elleri üşümeye, içinde hasret fırtınaları esmeye, göz pınarlarından sessiz güz yağmurları yağmaya başladı. Bahçede bostanda işler çoğaldı. Tarhana, salça, turşu, erişte, bulgur derken Gülizar yorgun düştü, bostandan buzağılara bir küfe dolusu pancar yaprağı sırtlanıp eve yürürken sanki yer kaydı ayağının altında, oracığa düştü, bayıldı.

Hüseyin, onu attı motorun arkasına, kasabaya, dokora götürdü. Durum anlaşıldı, gebeydi Gülizar. Seneye hasat zamanı, bebesiyle gidecekti tarlaya. Motorla köye dönerken Hüseyin Gülizar'a sordu: "Ananı özledin mi gız?"

"Gidiyoz mu ki anama? "

"Hee, gidiyoz. Hasibe nene yetmez, bi de Zehra nenesi bilsin, sevinsin."

Bir hayrat çeşmesinde durdular. Hüseyin ağzını çeşmeye dayadı, kana kana su içti. Gülizar sırasını beklerken, döndü, yol boyu uzanan renk cangılına baktı. İçine sevinç doldu. Anasına götürüyordu Hüseyin. Hazan mevsimi hüznünü toparlayıp atmıştı kara bulutların ardına. Kızılın, sarının, turuncunun, yeşilin her tonu yağmur olup yağmakta, güz rüzgârı bu renkleri evlerin kırmızı çatılarına, ağaç dallarına, kuş yuvalarına, bahçe, bostan çitlerine, en çok da anasına giden yola savurmaktaydı.

Gülizar bütün bu renkleri kana kana içti. Yüreğinin yangını söndü.

Hüseyin doğruldu, "su içecen mi gız?" diye hayratın musluğunu işaret etti.

Gülizar "İçtim ben, hadi anama gidelim" dedi, motora atladı. Eteklerinde güz yaprakları, can verdiği bebesiyle, kendisine can verene, anasına gidiyordu.

 

 

 
Toplam blog
: 142
: 969
Kayıt tarihi
: 04.07.08
 
 

Yaşam, sorulardan ve yanıtlardan oluşmuş. Her soru, aynı zamanda kendinin yanıtı... Çift yumurta ..