- Kategori
- Güncel
Güneydoğu ve yine Ankara… Katliamlar zinciri…

İnternet
13 Mart gecesi, TV’de Üçüncü Ankara katliamı haberiyle ilgili ilk bilgileri alır almaz, Facebook ve Twitter’ı açmaya çalıştım. Facebook’ta internetin yuvarlak imi döne döne sayfaya ulaştırdı ulaştırmasına da “Ne düşünüyorsun?” kutusundan başka bir şey görünmüyor. Bir deneme paylaşımı yaptım, paylaşılmıyor. (Meğer paylaşmış Facebook da bana çaktırmamış. İlgilenen arkadaşlarıma çok teşekkürler...)
Twitter’da da aynı durum. Giriş bile yapılmıyor.
Yine yasak gelmişti besbelli ve bu yasak, polislerden önce hem de mahkeme kararı çıkartılarak olay yerine yetişme mucizesini göstermişti demek ki…
Böyle zamanlarda haberleşemeyeceksek, bu dünya haberleşme devlerinin kimlerin hizmetinde olduğunu tekrar tekrar sorgulamak gerekmez mi?
Sonra hemen telefona sarıldım elbette. Ulaşabildiğim yakınlarımı, arkadaşlarımı aradım. Kimilerinden yanıt aldım, kimilerinden alamadım.
Sosyal medya ancak gecenin üçünde kullanılır hale geldi. Geç de olsa Face’nin güvenlik butonu işe yaradı. Face’deki arkadaşlarımın da sağ salim olduğunu öğrendim ama diğerleri?
Paramparça olanlar, yananlar, yaralananlar, sakat kalanlar… Onlar da birilerinin evladı, kardeşi, eşi, yakını, arkadaşı değil mi?
Kendi yakınlarımız için duyduğumuz endişeyi, acıyı, ecelsiz getirilen ölümlerin yakıcılığını, yıkıcılığını, Güneydoğu’daki katliamlarda, kentlerde, köylerde, başka ülkelerdeki katliamlarda, nerede yapılırsa yapılsın hissetmek çok mu zor?
Savaşlara karşı olmak, devletler ya da örgütler, kim yaparsa yapsın katliamları, şiddeti, vahşeti reddedebilmek, sebep olanların karşısına dikilmek çok mu zor? Görüyoruz, yaşıyoruz. Ölüm yayılıyor veba gibi. “Oh olsun!” çekmeye gelmiyor, oh çekeni çekmeyeni, karşı olanı yandaş olanı, herkesi buluyor bela. Düşmanlık ve ölüm kol kola, sarmaş dolaş yayılıyor.
ABD’nin bildiği, buradaki yurttaşlarını uyardığı, daha önce de mahdum Bilal’in vakfının öğrencilerinin uyarıldığı katliam, saldırı beklentilerine karşın bunlar nasıl önlenemez ya da önlenmez?
Kırk yıldır dinlediğimiz, duygudan yoksun suratlarla, sıradan, en doğal bir hadiseymiş edasıyla, bilgiççe yapılan “Lanetliyoruz. Terör bizi yıldıramaz. Vatandaşlarımız endişe etmesin, terör dize getirilecek. Devletimiz, her türlü terör tehdidi karşısında, meşru müdafaa hakkını kullanmaktan asla vazgeçmeyecektir." teranelerinin kofluğunu görmek… Bu lafların, kandan, ölümden yaratılan kârları gizlemekten, ahlaksızca edinilen servetleri örtmekten başka işe yaramadığını anlamak çok mu zor?
Onlarca yıllık deneyime karşın, her düşmanlığın karşı düşmanlığı, her ölümün başka ölümleri doğurduğunu görememek, kavrayamamak…
Paranın, sıkıştıkça vahşet ve zulme sarıldığını, haklılığını kanıtlamak için de tarih boyunca insanlar arasındaki milliyet, din, mezhep farklarından düşmanlıklar yarattığını anlamak için ülkemizin elden gitmesi, tümden yok olmamız mı gerekiyor?
Her yer yanıp yıkılmadan, binlerce insanımız katliamlarda kurban gitmeden, düşmanlık duygularımızdan arınabilmek için Destina’nın bir yakınının haykırışı hiç değilse içimizde yankılanabilse… Sarsılsak şöyle iyice… Kendimize gelebilir miyiz? Bilmiyorum ki…
Yok oluştan kurtulmanın, ezilmeye, sömürülmeye, ölmeye, öldürmeye mahkum edilmişlerin birlikte savaşımının yolu açılabilir mi? Bir umut işte… Belki de son umut.
Dün gece, yavrum, güzeller güzeli 16 yaşındaki Destina Peri’nin bir yakınının “Yerin dibine batsın iktidarınız. Türk ve Kürt halklarının faşistliği yerin dibine batsın. Politikanız da, dininiz de, başkanlığınız da yerin dibine batsın. Hiçbiri bir genç kızın hayatı etmez. İktidarınız da, paranız da, başkanlığınız da yerin dibine batsın" haykırışı belki de bendeki son umudu doğuran.
Bazen insan kendini bile çözemiyor. Üretirken tükeniveriyorsun, tükenirken üretiveriyorsun bir şeyler.
Umut gibi… Tıpkı umut gibi.
14.03.2016
Vildan Sevil