Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Şubat '22

 
Kategori
Öykü
 

HAKKIMI HELAL ETMİYORUM

HAKKIMI HELAL ETMİYORUM

O güne kadar rahattı, gözü arkada kalmadan gitmişti diğer tarafa.  Her şeyi uzaktan izliyordu. İzlemeden yapamazdı. Annesi vefat edip, çok küçük yaşta yetim kaldığında ona aynı zamanda annelik de yapan ablası geride kalmıştı… Ablasının çok hakkı vardı üzerinde, Kalp krizinden dolayı çok ani bir şekilde ellili yaşlarında vefat etmişti. Sadece onda mı vardı ablasının hakkı, düşünecek olurlarsa geride bıraktığı eşi ve üç çocuğunun üzerinde bile çok hakkı vardı. Ona ablalığın yanında annelik yaptığı gibi, çocuklarına da babaannelik yapmıştı…  Yalnız dikkatini çeken bir şey oldu, diğer tarafa geçtikten sonra ablası hiç evlerine uğramamıştı… Buna mukabil çocukları da halalarına doğru düzgün uğrayıp, hal, hatır sorup, tatlı dil ile ablasının gönlünü almamışlardı… Bu duruma öte yandan bakınca üzülmüştü ama hep de geride bıraktığı evlatlarının cahilliklerine vermiş; “Yaşları biraz daha olgunlaştığında her şeyin muhakemesini daha iyi yaparlar ve ömrü hayatımda annem gibi benimle ilgilenmiş olan ablamı da arayıp, halini hatırını sorarlar.” Diye düşünmüştü. Birçok şeyi öte yandan gözleri yaşlı olarak izleyerek yılar geçmiş ve sonunda, bir zamanlar dağlarında bayırlarında koşturduğu, çok çalışıp çabalayarak, acısıyla, tatlısıyla son nefesini verinceye kadar bir ömür sürdüğü Samanyolu galaksisindeki güneşin etrafında milyarlarca yıldır dönüp duran, hayatının geçtiği o fani dünyaya tekrar gitmeye karar vermişti…

Hayatında hayır ve hasenat işleri ile çokça ilgilenmişti. İhtiyacı olan üniversite öğrencilerine her yıl yaptığı tepeden tırnağa giyim yardımı bekli de bu dünyadaki mertebesini çok ileriye götürmüştü. İşte bu yüzden de öbür tarafa göçmesine rağmen istediği taktirde bu fani dünyaya gidip gelebiliyordu. Bu güne kadar böyle bir hakkını kullanmamıştı ama artık kullanmasının sırası gelmişti. Oturduğu yerden doğruldu, etraf yemyeşildi yürümeye başladı ve biraz ilerideki yuvarlak çorak alana geldi tam ortasında durdu, ellerini dua eder gibi göğüs hizasında, yukarıya doğru açtı, iki elinin serçe parmaklarını yan yana getirip gözlerini kapattı ve Bakara 255 i okudu. İşte cenazesini koydukları kabrinin tam üzerinde bir ışık huzmesi gibi duruyordu. “Dünyamızı değiştirdikten sonra, biz görünmeyi istemeden insanların bizi görmeleri mümkün değil.” diye düşünürken mezarının ne kadar da bakımsız olduğunu gördü. Dudaklarını gayri ihtiyari titreterek; “Belli ki bayramdan bayrama uğramışlar” deyip hüzünlü bir yüz ifadesiyle gülümsemeye çalıştı. Üzerindeki mermerler, beyazdan karaya dönmüştü. Toprağına ne gül, ne karanfil, ne de başka bir çiçek ekmemişlerdi. Ayrık otları doluydu her yanı, İç Anadolu bozkırları gibi çoraktı cesedinin yattığı iki karış toprak.  Her ne kadar hayatta olan küçük ablası kadar sevmese de, saygıda kusur etmemek için önce büyük ablasının kabrini ziyaret etmek üzere İstanbul’un Avrupa yakasındaki o meşhur kabristana ışık hızıyla gitti. Mezarın başında Kabe’ ye doğru döndü, bu fani dünya’da bilerek, bilmeyerek işlemiş olduğu günahlardan arınıp ebedi mekanının cennet olması için dilekte bulundu. Sonra yine ışık hızıyla Anadolu yakasındaki, ismini hemen yanındaki küçük yerleşim biriminden alan kabristana, Şu an hayatta olan çok sevdiği küçük ablasının vefat eden eşinin, yani eniştesinin mezarını ziyaret etmek için gitti.

Üvey anne ve onun bir dediğini iki etmeyen baba baskısı yüzünden küçücük yaşta kaçıp geldiği bu büyük, kocaman şehirde geçirdiği sıkıntılı günler geldi aklına, Annesini yitirdiğinde üç yaşındaydı, babası çok genç ama pek de güzel olmayan fakir bir ailenin kızını üçüncü eş olarak almıştı. Büyük ablası, üvey annenin sözünden çıkmayan babasının baskı ve dayakları yüzünden evi terk etmiş, teyzesinin evine kaçmıştı. Kaçarken kendisi için boş vakitlerde hazırlamış olduğu birkaç parça el işi çeyizden oluşan küçük bohçasını da almıştı yanına, Oradan bir daha baba evine dönmemiş, evlenmiş kendi yuvasını kurmuştu…  Çok sevdiği küçük ablasıyla yapayalnız kala kalmışlardı... Babasının, genç eşinin etrafında dönmekten, bir önceki eşinden olan çocuklarını görecek hali yoktu… Aç mıydılar, açık mıydılar, baldırı çıplak mıydılar, üst başlarında var mıydı, ne yer ne içer ne giyerlerdi hiç umuru bile değildi… Hayal meyal hatırlıyordu, kendinden altı yaş büyük olan küçük ablası, minicik elleriyle hem onun hem de kendisinin, gün boyu çalışmaktan kirlenmiş elbiselerini, geceden yıkar, sabaha kurumasa bile nemli nemli giyerlerdi. Çünkü başka elbiseleri yoktu giyecek. Fakirlikten değil, alınmadığından yoktu. Hâlbuki üçüncü kez evlenmiş babaları köyün varlıklılarındandı… 

Eniştesinin mezarının başında gözleri doldu, ağlamaklı oldu. Kıbleye döndü, mezarı kabe ile kendisinin arasına aldı ve “Ablamla evlendiğinizde bir göz odada kalıp zeytin ekmekle gün geçirirken, hatırlıyorum da ben çok hasta olmuştum. Küçücük bir çocuktum. Üşütmüş, feci şekilde öksürüyordum. Sizden başka kimsem yoktu bana bakacak. Bir göz odada bir yatağınız, bir yorganınız, bir battaniyeniz vardı. Odanıza serecek bir kiliminiz bile yoktu, bir tencere, iki tabak, iki kaşık ve iki çatalınız vardı. Beni de yanınıza aldınız, yatağınızda yatırıp, üşümeyeyim diye yorganınızı örttünüz. iyileşene kadar bana baktınız. Yediğiniz zeytini ekmeği, içtiğiniz çorbayı benimle paylaştınız. Bana eniştelik, ablalık değil, annelik, babalık yaptınız. Ruhun şad olsun eniştem” Deyince,  öte alemde kurtuluş savaşı şehidi babasının ve beş yaşında vefat eden kızının yanında kuran okurken bunları işiten eniştesi, son okuduğu ayetin sonuna geldiğinde bir an duraksadı ve sağ elini kalbinin üzerine koyup, ahde vefaya gözlerini birkaç saniye kapattı ve yine okumaya devam etti…

Eniştesinin kabrinden sonra en büyük çocuğu kızının evine gitti, salonun duvarından geçip televizyonun sağ tarafında bulunan koltuğun üzerine oturdu, dirseklerini koltuğun kolçaklarına dayadı, iki elinin parmak uçlarını bir araya getirdikten sonra görünür hale geldi. Kızı ikili koltuğun bir yanına koyduğu yastığa başını dayamış, diğer yanına ayaklarını uzatmış televizyonda en sevdiği dizi filmi seyrederken birden bire babasını kendisine bakarken görünce karşısında şok olmuştu. Gözlerini hafifçe kısmış dikkatlice kızına bakıyordu… Kızı bir an kendini rüyada hissetti, kolunu çimdikledi, çok korktu, tir tir titremeye başlamıştı. Yavaşça “Baba sen ölmedin mi?” diyebildi. Başka bir şey söyleyemedi, beti benzi atmış, taş kesilmiş gibi kala kaldı… “Öldüm kızım.” Dedi.  “Ama ölüm yok olmak değil, başka bir şey, öteki taraf için yeniden doğum da diyebiliriz. Bir son değil, yeni bir başlangıç.” Babasının, tebessüm ederek sözlerini tane tane ve şefkatli bir ses tonuyla söylemesi Kızını biraz rahatlamıştı…

“Bak kızım ben öldüğümde sen ve diğer kardeşlerin çok küçüktünüz. Senden sonra diğer kardeşlerin çok seyrek olmayan aralıklarla arka arkaya dünyaya geldiğiniz için annen sizlerle çok ilgilenemedi. Hoş evle de pek ilgilenemedi ya… Bu yüzden halanızı çağırırdım eve, Mutfakta dağ gibi birikmiş bulaşıkları yıkardı halan, Buzdolabının içini temizlerdi, banyoyu temizlerdi, sizlere harçlık verirdi. Evimizin işlerini yoluna koyduktan sonra kendi evine dönerdi,  Bazen çağırdığımda reçel de yapıp getirmesini isterdim, halanız çok güzel reçel yapardı, yemeğe doyamazdık. O zamanlar hazır giyim atölyeleri yoktu, halanız terzilik yapıyor, evine katkı sağlıyor hatta oturdukları evin kredi borçlarını terzilikle ödüyordu. Bize gelip de gerek sizlerle, gerekse evimizin işleriyle ilgilendiği zamanlarda dikiş dikemeyip, istemeden terziliğe ara verdiğini ve belki de bu yüzden, müşteri de kaybettiğini tahmin ediyorsunuzdur.  Halanızdan başka gerek benim, gerekse annenin sülalesinde kimsenin bayramlarda, seyranlarda sizlere harçlık verdiğini ben hatırlamıyorum. Anneniz de terziliği bilmesine rağmen yıllarca senin okulda giydiğin önlüklerini küçük halan dikmiştir. Çok küçükken annem ölünce, üvey anne ellerinde yetim kaldık. Küçük halanız bana her zaman ablalık değil, annelik yapmıştır. Çok küçüktünüz ben öldüğümde, bunları size anlatamadım. Çocukluğumda, gençliğimde çok zorluk çektiğim için, sizler rahat edebilesiniz diye mal mülk bırakabilmek için çok çalışmaktı tek derdim, çok çalışmaktan, sizlere nasihat bile etmeye fırsatım olmadı. Sizlere hiç vakit ayıramadım…  Ortanca kardeşini bakmak için bir ara anneannen almıştı. Kardeşinin çişini, kakasını söyleme yaşının çoktan geçmiş olmasına rağmen, altını bağladıktan sonra, bir yerleri karıştırmasın diye, belinden iple karyolanın demirine bağlayıp, bütün gün gazete okumasından dolayı ortanca kardeşin çişini, kakasını en geç söyleyen kardeşin oldu. Bir gün halanız gidip kardeşini o vaziyette görünce anneannenle münakaşa edip, kardeşini bakmak üzere ondan aldı. Kardeşine hem çok güzel baktı, hem de çiş ve kakasını söylemeyi öğretti. O zamanlar hazır bezler yok, hem altına bağlanacak bezleri dikti, hem de kardeşinin boklu bezlerini, söylemeye başlayıncaya kadar yıkadı. Kardeşin bunları hatırlayamayacağı yaştaydı, sen ondan daha büyüktün ama belki sen bile hatırlayamazsın.  Yaz tatillerinde tek erkek yeğenim olan küçük halanızın oğlunu dükkâna yanıma alırdım. Yanımda çalışanlar iyi insanlardı ama dükkânı temizlemezlerdi, hoş ben de pek söylemezdim ya, öyle üstün körü süpürürlerdi dükkânı. Ama yeğenim okullar tatil olduğunda geldi mi, dükkânım dip temel temizlik yüzü görürdü. O dip temel temizlik sırasında yeğenim dükkânın içinde fare yuvası bile buldu, içinde de beş tane tüylenmemiş 1-1,5 cm büyüklüğünde fare yavruları, işte dükkânımın ne derece pislik içinde olduğunu var sen düşün. Yeğenim geldiğinde dükkânımda güller açardı. Bir keresinde dükkâna çuval indirip bindiren hamallar, çuval başına aldıkları ücreti üç misli arttırınca, başka hamalları çağırayım istedim ama sokakları bölge bölge parselledikleri için diğer hamallar gelmek istemediler. Tam da istedikleri ücreti çaresiz kalıp kabul edeceğim sırada, yeğenim; ‘Dayı sen bu adi heriflere hiç zam yapma, gerekirse ben taşırım, diğer arkadaş da taşır.’ Deyince rahatladım. O yaz yeğenimle birlikte yanımda çalışan diğer çocuk taşıdı çuvalları, ben de zamsız fiyattan ödedim onlara. Okulların açılmasına az kalmıştı, ramazan ayı idi, yeğenim oruç tutmadığı gibi, bir gün dükkânda sakız çiğnediğini görünce çok kızdım ve dükkândan kovdum onu, nasıl yaptım ben de bilemedim ama oldu işte, sonra çok üzüldüm ama bir kere kovmuştum yeğenimi. O günden sonra yeğenim bir daha dükkânımdan içeriye adımını atmadı, ablama, yani küçük halanıza gittim, çok mahcuptum. Evlenmeden önce olsun, evlendikten sonra olsun, hayatını bana ve benim iyiliğime vakfetmiş ablamın tek oğlunu, belki de canından çok sevdiği oğlunu kovmuştum. Yeğenimin tekrar gelmesi için, ne kadar dil döktüysem istemedi ablam; ‘Dayısının yanında çalışıp da kim adam olmuş ki benim oğlum adam olacak. Ben de artık çalışmasını istemiyorum. Ben oğlumu okutacağım.’ Deyip göndermedi.”

Daha fazla devam edemedi konuşmaya, ellerinin parmak uçları hala bitişikti, uzunca bir süre sessizlik oldu, sonra başını önüne eğdi, gözlerinden yaş damlıyordu halıya, sessizce ağlıyordu. Aslında istese parmak uçlarını ayırıp görünmez olabilirdi, gözyaşlarını kızına göstermeyebilirdi ama istemedi görünmez olmayı… Kızının, üzüldüğünü anlamasını istiyordu… Bir müddet daha hiç konuşmadan yaşlı gözleriyle sabit bir noktaya bakarak öylece durdular.

“Benim öte taraftan gelip, bunları anlatmamın sebebi bazı şeyleri daha iyi öğrenip anlayabilmeniz içindir.” dedi. Ve devam etti;

“Yeğenim nişanlanınca, saygıdan ötürü ziyaretime geldi nişanlısıyla, elimi öptü. Siz, hanginiz nişanlısını, karısını, kocasını götürüp halanızla tanıştırdınız? Sorarım hanginiz? Cevap veremezsin tabi, çünkü hiç biriniz… Halanızın kocası vefat etti, hanginiz cenazesine gittiniz, hanginiz doğru dürüst baş sağlığı dilediniz? Halanızın kocası, yani eniştem memlekette zabitan oluşturulmadığı zamanda Yalova’ da Atatürk’ ün 15 gün korumalığını yapmış. Yanarak ateşten cehenneme dönmüş o ahşap boğaz evlerinde mahsur kalmış insanları omuzlarına almış, kurtarmaya çalışırken, ikinci kat yıkılıp yere düştüğünde avucunun içi parçalanmış, dışarıdan evin içine sıkılan tazyikli su gözüne isabet etmiş ve o yüzden bir gözü hafif şehla kalmış, işi ateşle savaşmak olan bir kahramandı o benim gözümde… 

Hiç biriniz doğru düzgün, usulü adabınca halanızı davet etmediniz düğünlerinize,  ne yeğenimin düğününe gittiniz, ne de yeğenimin oğlunun düğününe, Hepinize, benden ötürü, dayısının eşi ve çocuklarısınız diye ayrı ayrı davetiye gönderdi yeğenim… Hadi gitmediniz, bir çiçek gönderip üzerine dört isim yazdırmaya utanmadınız mı? Üzerinde yazılı isimlerden çiçekleri görünmüyordu bile. Bir ara düğünde yeğenime görüneyim istedim ama utancımdan vazgeçtim. Siz benim çocuklarım değil miydiniz, benim soyadımı taşımıyor muydunuz?    

Ani ölümüm yüzünden, ne çok sevdiğim, bana annelik yapan küçük halanızla, ne de babalık yapan eniştemle ve yeğenim ile helalleşemedim bile. Bilmiyorum onlar bana haklarını helal etmişler midir? Öyle umuyorum ki etmişlerdir…  Ama çocuklarım, bu yaptıklarınızdan ötürü ne size, ne de sizi yetiştiren annenize, ben, hakkımı helal etmiyorum.”

Kızının gözlerinin içine baktı, ellerinin parmak uçlarını ayırdı tekrar görünmez oldu… Ne kadar gelip gitse de dünyaya bir daha hiç kimseye görünmek istemedi…

 

18 Mayıs 2013, Cumartesi, 00.40, İzmir

 
Toplam blog
: 177
: 9
Kayıt tarihi
: 21.08.15
 
 

1961 yılının sıcacık Temmuz ayının 12. Günü sabah serinliğinde, Üsküdar Zeynep Kamil doğum hastan..