Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

15 Nisan '11

 
Kategori
Kitap
 

Hasan Ali Toptaş Gölgesizler

Hasan Ali Toptaş Gölgesizler
 

Gölgesizler'in sinema filminin afişi.


Salih Bolat, Varlık Yayınları'ndan 2009'da çıkan Öykü Yazma Teknikleri kitabında,  

''Şiirsel dilin öykü anlatma tekniği olarak kullanıldığı zaman zaman görülmektedir'' diyerek öykü yazarlarının şiirsel dile öykünmelerinin rastlanabilir bir durum olduğunu söyler ve bu dili kullanan yazarların da şiirsel dil ile büyülü bir dünya yarattıklarını ve ses tınılarının olayların önüne geçtiğinden söz eder. 

Kitapların, tüm fiyat dezavantajlarına rağmen hala kitapevlerinden satın alınmasına inanan insanlardanım. En azından kitapevlerinden almanın maliyetli olduğunu düşünenler belki kitapçılarda kitaplarla bire bir temas kurduktan sonra internet üzerinden sipariş verebilirler ama bunun da açıkçası çok 'adaletli' bir yöntem olduğu konusunda ciddi şüphelerim var. 

Tavsiye edilen kitapları okumayı pek tercih etmem doğrusu isterim ki o kitabı ilk ben bulayım okuyayım ve benden sonra bilinsin ve herkes okusun. Sanki benim bulup okuduğum bir kitap sonradan 'dile düşünce' kendimin de katkısı varmışcasına, yazar ve kitabı adına sevinirim. 

Kitapçılarda çok uzun saatler geçirmeyi severim. Yorulana kadar her bir kitabı elime alıp dokunmak, arka kapağını okumak, yazarın hayat hikayesini öğrenmek, Kadıköy Vapuru'nda simiti havada kapabilen martı tadında bir mutluluktur benim için. Diğerlerinden önce olmak ve istediğin şeyi elde etmek. 

Bu durumun zaman zaman istisnaları da oluyor tabiki ama bu malum kaideyi bozmuyor. 2011 yılında bir kitapçıdan aldığım 1994 yılı Yunus Nadi Roman Ödülü sahibi Gölgesizler'de olduğu gibi. 17 yıl geçmiş üzerinden ve ben henüz yeni okuyorum. Artık ne kimsenin benim yorumlarıma ihtiyacı var ne de ben kitabın kaşifi duygusunu tadabileceğim. Yine de yazarın hayat hikayesi , kazandığı ödüller, kapak arkasındaki ''Sadece Hasan Ali Toptaş okumak için bile Türkçe öğrenmeye değer'' cümlesi beni kitabı okumaya itiyor ya da bir başka değişle kitap beni çekiyor. Frankfurter Allgemeine Zeitung Gazetesi'nde çıktığı belirtilen bu cümle kime ait, kim ne zaman nerede kurmuş insan merak ediyor. Cümleyi kuran bir Türk ise o zaman pek mantıklı gelmiyor kulağa deyip Alman olduğuna karar veriyorsunuz. O zaman da Almanca çevirisinden okuyan bir Alman olma olasılığı artıyor. Güzel bir çeviri ki kitabı çok sevmiş, peki o zaman bunca güzel çeviriye karşın neden Türkçe öğrenmek istiyor? Yoksa biz Türklerin sabah güne başlamamızla akşam yatağa girmemiz arasında geçen sürede sadece 300-400 sözcükle günü geçirdiğimizi bilmiyor mu? 

Hasan Ali Toptaş o kadar şiirsel bir dil kullanıyor ki her sayfada hatta her cümlede sadece o an var. Ne daha öncesi ne de sonrası. Sanki dün yokmuş, hiç olmamış ve yarın da asla gelmeyecekmiş gibi. Yoğun duygularla, gözlemlerle bir anı, o anı tarif ediyor ve sözcükler değişse, cümleler farklı farklı kurulsa da mekanlar köyün meydanı ya da berberin dükkanı da olsa zaman hep o anlatılan noktada takılı kalmış ve kalmaya da devam ediyor. İnsanlar değişiyor, mekanlar farklılaşıyor, gün geceye, mevsim bahardan kışa dönüyor ve siz hala o anda o duygu ile iç sesleri dinlerken buluyorsunuz kendinizi. 

Görünmezi, görünemeyeni somuta dönüştürmek noktasındaki dili kullanma kıvraklığı süreklilik arzettiğinde ve tekrarlara kaçtığında, 230 sayfalık romanın ortalarına doğru sıkıldığımı hissettim. Okuyup da hala ne anlatıldığını anlamakta zorluk çektiğim anlar çok oldu. ''İmamın tahta minareye çıkıp sesini dört yöne bölüştüre bölüştüre gönül rahatlığıyla ezan okuması'' anlatılırken ben ise değil dörde ona bölünmüş halde rahatsız bir şekilde romanı okumaya çalışıyordum. 

Kimsesiz bir korkuluğun anlatımı sırasında, olayı olmayan ve tekrarı bol bir romanın şiirsel dille her bir cümlesi ayrı ayrı güzel olsa bile bir araya getirilmesi durumunda ne kadar sıkıcı olabileceğini anladım. Doksanlık bir körden akıl danışacak kadar gözleri kör olmuş bir muhtar, geceleri kaçamak yapan gece bekçisi, Reşit'in kafese kapatır gibi ahıra kapattığı kızı Güvercin, Cennetin oğlu, bir süre sonra kendisini duaya dönüştürüp yok olup gidecek köy imamı, hepsi ibiklerini kanata kanata öten horozların olduğu tahta minareli bir alevi köyünde yaşıyorlardı ama olaysız bir roman da her şey ne kadar güzel sözcüklerle tanımlanırsa tanımlansın bir yerden sonra tekeri çamura saplanmış bir kağnı gibi olduğu yerde duruyordu. 

Romanı bitirdiğim zaman benim aklımda kalan, aslında hepimizin biraz da diğeri olduğumuz. Örneğin sen biraz bensin ve ben de biraz senim. O benden bir parça ben ise onun gözü, senin kulağın, başkasının diliyim. Aslında o kadar iç içe geçmişiz ki birimiz yok olduğunda herkes bir parçasını kaybetmiş gibi oluyor. 

Kahramanlarının iç seslerinin çok yüksek sesle ve sürekli seslendirilmesinden, anlatılan somut bir olayının da olmamasından dolayı yazarının dilinin tüm güzelliğine rağmen okuyucuyu sarıp sarmalayamayan bir kitap. 

Not: Aynı kitap ile ilgili başka bir blog yazarının da yorumunu okumanızı öneririm. 

http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=173110

 
Toplam blog
: 344
: 1122
Kayıt tarihi
: 22.07.09
 
 

Okur yazarım. Okur yazarlıktan kastım, okuduklarımı yazmamdır ki, bu yazılarımı genellikle 'kitap..