Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 
 

Hakan Karaduman (Akdenizli)

http://blog.milliyet.com.tr/akdenizli

16 Aralık '08

 
Kategori
Edebiyat
 

Hayatı okumak

Hayatı okumak
 

Kitap okumak zordur, ama hayatı okumak çok daha zordur.

***

Genelde kitaplar dünyasından belli kalıpları yakalayanlar ve kendi geçmişlerini, çevrelerini iyi gözlemleyenler satırı satırına olayları anlatmayı başarırlar. Ortaya uzun anlatımlı romanlar çıkar. Okur da alışıktır; yazarlar bu itirafnameleri ballandırarak anlatırlar. Sayfalarca uzun tasvirler işliğinde binlerce kelimeyi-en az 80 bin- inci gibi dizerler. Yeni bir şeyler yoktur içinde ama genel kuralları kimsecikler de bozmak istemez. Bu böyle sürüp gider…

Aslına bakarsanız genel romanları okurken yazarın hep bir Tosltoy olma arzusu hissedilir. Bıktırıcı tasvirlerde anlattığı mekanlar ve kişiler filmlere konu olduğunda genel bir hayal kırıklığı kaplar o romanları okuyanlarda: “kitap daha güzeldi”.

Kitaptan daha güzel, insanların kafalarındaki yer ve kişilerin imajı aşırı abartılı olmasından yönetmen asla tatmin edemez okuyucuyu.

Çağımızda ise ne insanların işlerinden ve iletişim araçlarından kafalarını kaldırmaya zamanları vardır ne de o romanları okumaya. Yayınevlerinin editörleri ısrarla önermelerinde değişmez isimler vardır.

Gelin ezber bozalım, düşüncesiyle yola çıkmıştım kitaplarımı yazarken.

Hızlı okuma(ÇHO) adı verilen duygu katili bir anlayışla tüketilen kitaplara acıyorum. Sanırım iki kitabımda böyle güme gitti. Sağlık olsun.

Güncel yaşamınızda gün boyu tüketilen kelime sayılarına şöyle bir baktığımızda durumu açıklayıveriyor. Genelde soru-yanıt üzerine kurulu kısa cümlelere alışmış, kimsenin diğerini uzun uzadıya dinlemek ve anlamak gibi bir davranışa girişmediği de ortadayken.

Açılımlar kalıyor geriye: kişileri kitapların içinde hızlıca çekmek, söylenenleri hızlıca anlatmak veya boş zamanlarında okuyabilmeleri için uzun vadeli kitaplar yazmak.

Üçüncü bir yol ise bu uğraşa son vermek.

Herkesin “Abdurrahman Çelebi” olmak gibi bir tavrı varken boğucu kalemlerin kazanımlarını saygı içinde kabullenmek.

Siz olsaydınız neyi tercih ederdiniz?:

Açarım bildik büyük bir romanı, ilk paragraflarından taklitle şekil yönünü alırım, bilinenleri de üzerine koyunca derdimi anlatırım. Mı?

Yoksa, hayatı anlamak ve söylenecekleri kendi içindeki sıcağıyla farklı bir yolla anlatmak. Mı?

Sürekli şakıyan bir kuş gibi, sürekli anlatmak anlatmak mı yoksa? Yoksa ne?

Önünde sıkıştığımız bir dağ var sonuçta. Kitap okunma oranları dehşet kötü.

Tek nedeni olabilir; dertleri ve acıları anlatanlar bir parça, tasvirciler ve eve kapanan antisosyal yazarlar diğer parça; yeniye geçit yok. Önyargılar var ya.

Yazar antisosyal, hatta kişilik bozuklukları taşıyan sıra dışı bir bireyse ortaya ilginç şeyler çıkabiliyor; peki dışında kalanlar?

Ülkemizin sorununa geliyorum.

***

Edebiyatımızda “belirleyiciler grubu” var ve bu insanlar asla taviz vermiyorlar. Edebiyat denince “failatun failün” anlayan nesiller yetişmesine yol açan 12 Eylülcülerin cahilce korkaklıkları; aman gençlerimizi komistlerden koruyalım, aman anarşistlerin kitaplarından koruyalım mantığı yüzünden cumhuriyet dönemine gelemezdi edebiyat kitapları. Öğretmenlerse sanki uzaylıymış gibi gelirdi bize.

“El çek tabip yaramdan, ben böyle acılarımla mutluyum, ” diyen bir anlayışın ulaşılamayan aşk-ı kadından bahsederlerken, haremlerinde onlarca gencecik kadın yatak sıralarının gelmesini beklermiş.

Edebiyat Rus kültürünün etkisinde kalınca bir de, hele “Dostyevksy geçilemez!” diyen bir ünlü bir yazarımız (sayın Pamuk) olunca yeni yetme yazarlar bildik yolları tercih ettiler. Çok azı toplumsal gerçeklerle yüzleştiler. Ama genelde “anılarını yazma sanatına” dönüştürdüler edebiyatımızı.

Benim anladığım ise bunların çok dışında.

Sadece okumayı bilenle, entelektüel birinin aynı fazda keyif ve ilgisini çekebilecek kitaplar yazabilmek. İşin zor tarafı bu zaten.

Herkesin keyifle okuyabileceği kitaplar yazabilmek. Bu köprüyü kurabilmek; kıvrak zeka ve hayatı okuma gerektirir.

Eğer bir yazarda bunlar yoksa yapacağı tek şey insanların hayallerini çalmak, değiştirmek ve anlatmak; ardından bilinen insanlık birikimine iştahla saldırmak ve en sonunda Tosltoy’dan öğrendiklerini yazıya geçirmek.

Bence bu nedenlerden ötürü yeni bir edebiyat çağı ülkemizde başlayamıyor.

Fransa’da 1956’dan bu yana edebi romanların yazılamadığını okumuştum bir eleştiride.

Aynılığı kırmak!

Evet, aynılığı kırmak ve gerçek edebi aydınlığa kavuşmak için üretmeniz de yetmiyor. Çünkü bu kez de önünüze “belirleyici gruplar” çıkıyor. Sizi önermiyorlar, okumuyorlar bile.

Bilinenlerin tekrarı güven vericidir. Güven duyulan her şey sığınaktır. Sığınaklar anti devrimcidir. Devirmeden de yeni edebiyat anlayışının önü açılmaz.

Sözümü bağlarken:

Ne acıdır ki, Düşeyazmak romanım temmuzdan buyana 50-100 kadar satmış. insan ne ala diyesi geliyor. Zalimdi Zaman daha iyi, yarılamış gibi sanki.

Bu şartlarda sizce yeni bir romanı yayına vermek ne kadar doğru? Tabii ki motive edici değil.

***

 
Toplam blog
: 470
: 551
Kayıt tarihi
: 28.08.06
 
 

Ateşten denizleri mumdan gemilerle geçmeye" benzer hayatımız. Mutlaka mavi gökyüzü görünecektir. Gid..