Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

01 Haziran '07

 
Kategori
Sinema
 

Hayatımın filmi: Amélie!

Hayatımın filmi: Amélie!
 


Bazı kitaplar, filmler, şarkılar vardır, hayatınızı değiştirir. Onu okuduktan, izledikten, duyduktan sonra isteseniz de eskisi gibi olamazsınız!

Hayatta iki ayrı uçta yaşadığım için sanatta da iki şeyi aşırı yaptım: Çok okudum ve çok izledim.

Yaklaşık on iki yıllık bilinçli hayat serüvenim içinde okuduğum kitap sayısı 1500'i, izlediğim film ise herhalde 4000'i buldu. Kitaplardan Celine'in "Gecenin Sonuna Yolculuk"u, filmlerden Jenuet'nün "Amélie"sini hep farklı bir yere koydum. Ne zaman o kitabın sayfalarını açsam, ne zaman bu filmi izlesem, yeniden ve yendien doğarım kendimden.

Küllerinden ve közünden toparlanan bir Anka gibi... İşte Amélie de öyle filmlerdendir.

Amélie Poulain, bir doktor olan babası tarafından diğer çocuklardan, kalp hastalığı olduğu gerekçesiyle, uzak yetiştirilen bir çocuktur. Aslına bakılırsa babasının yanlış bir teşhisidir bu, çünkü Amélie’nin babasıyla kurduğu nadir fiziksel temas babasının sağlık kontrolleriyle gerçekleşmektedir ve bu kontroller sırasında Amélie heyecanlanmakta, kalp atışı hızlanmaktadır.

Amélie’nin annesiyse, en az babası kadar nevrotik bir kadındır. Amélie küçük bir çocukken, Notre Dame Kilisesi’nin tepesinden atlayan bir kadının üzerine düşmesi sonucu vefat etmiştir. Böylece babası daha da sessiz ve silik biri olmuş, kendisini eşi için ilginç bir anıt mezar düzenlemeye adamıştır.

Amélie de bu yalnızlığın ortasında kendini eğlendirebilmek için, oldukça ilginç ve derin bir hayalgücü geliştirmiştir.

Büyüdüğünde, Amélie Montmartre’da bir café olan ve eski bir sirk göstericisi tarafından yönetilip, birçok ilginç kişinin çalıştığı The Two Windmills’de garson olarak çalışmaya başlar.

22 yaşındayken, Amélie için hayat oldukça basittir; kahramanımız birkaç başarısız romantik ilişki denemesi sonucunda, kendisini crème brûlées’siyle bir çaykaşığı ile oynamak, gün ışığında Paris’te yürüyüşe çıkmak, St. Martin’s Kanalı’nda taş sektirmek, yüzeyi hoşuna giden taşları toplamak gibi çeşitli küçük zevklere adamış ve hayalgücünü tamamen serbest bırakmıştır.

Hayatı, Prenses Diana’nın öldüğü gün değişmeye başlar. Haberlerden duyduğu şoku takiben yaşadığı bir dizi olay sonucunda, gevşemiş bir banyo fayansının arkasında, bir çocuğun yıllar önce saklamış olduğu metal bir kutu bulur ve bu kutunun sahibini aramaya çalışır. Bu arayış içerisinde kendisiyle bir anlaşma yapar; eğer kutunun sahibini bulursa, hayatını iyiliğe adayacaktır. Bulamazsa da… bu çok üzücü olur.

Pek çok yanlış tahminin ardından, kendisiyle aynı apartmanda yaşayan “cam adam” lakaplı ressam Raymond Dufayel’in yardımıyla, kutunun gerçek sahibini bulur ve çeşitli numaralarla kutuyu sahibine iletir. Ardından adamı gözler ve üzerinde yarattığı mutluluğu görünce, diğer insanların hayatında güzel şeyler yapmaya karar verir.

Bu Amélie’yi gizli bir adaleti sağlayıcı ve koruyucu melek yapar hayatına etki ettiği insanların gözünde. Babasının hep hayalinde olan dünya turuna çıkmasını sağlar, iş arkadaşlarına, apartmanın yöneticisine, manavın çırağı Lucien’e gizlice pek çok iyilik ve sürpriz yapar.

Ancak Amélie diğer insanlarla ilgilenirken, kimse kendisiyle ilgilenmemektedir. Başkalarının mutluluğu yakalaması için uğraşırken, kendi yalnızlığını sorgulamaya başlar. Bu sorgulama, pasaport için fotoğraf çekilen fotoğraf kulübelerinden, kenara atılmış, yabancılara ait vesikalık fotoğrafları toplayan, tuhaf karakter Nino Quincampoix ile olan bağıntısını görünce daha açık ve rahatsız edici olmaya başlar.

Her ne kadar Nino’yu kendi yöntemleriyle pek çok dolambaçlı şekilde cezbetmeye çalışsa da, özünde utangaçtır ve Nino’ya yaklaşamamaktadır. Ancak Raymond’ın öğütleri sonunda, başkalarının mutluluğu için uğraşırken kendi mutluluğunu da elde edebileceğini öğrenir...

Bu aynı zamanda yönetmenin ilk stüdyo dışı filmi. NBunun nedenini şöyle açıklıyor: "Er ya da geç stüdyodan çıkmak zorundaydım. Hikaye de buna uygundu. Filmin kalbinin Paris’te atmasını istedim. Ne var ki, Kurosawa gibi ben de, 'Her bir kare, resim gibi olmalıdır.' görüşüne inanıyorum. Estetik olmamak elimde değil. Bana çekici gelen herşeyde, Tardi’nin karikatürlerinde olduğu gibi Paris imajını aradım. O ve ben aynı şeylere ilgi duyuyoruz: yükseltilmiş metro trenleri, bazı anıtlar, merdivenler, eski taş binalar... mekan seçimlerim hep bu doğrultuda oldu.

Daha sonra caddeleri arabalardan temizledik, duvarlardan grafitileri sildik, posterleri daha renkli olanlarla değiştirdik, vs. Yani diyebiliriz ki, şehrin estetik kalitesini elimden geldiğince kontrolüm altına almaya çalıştım. Post-prodüksiyonda dijital teknik kullanmak harikaydı çünkü her bir binadan, son kareye kadar düzeltmeler yapabildik.
"

Yönetmen gerçekten de hem senaryosu hem de görselliğiyle çok mutlu bir film yapmıştır ve sette de bunu söylemiştir: " Alien 4- The Resurrection ”dan sonra Fransa'ya dönüp, birkaç arkadaşımla ‘küçük’ bir film yapmak istiyordum. “ Alien ”, benim için olağanüstü bir macera olmakla beraber, çok ağır bir yüktü de. Fox’dan “ Alien ” için teklif aldığımda “ Amelie ” için çalışmaya başlamıştım zaten. Sahneler, durumlar ve karakterlerle ilgili pek çok şey kafamda oluşmuştu Zor olan şey, bunları ortak bir paydada bir araya toplamaktı. Yani filmin ne hakkında olacağını tam tespit edemiyordum. Dönüşte projeye bıraktığım yerden devam ettim. (...)
Biriktirdiğim anekdotlar dört beş farklı filme malzeme oluşturmaya yeterliydi, ama onları tek bir filmde toparlamak zordu. Daha sonra tüm bu fikirleri enine boyuna düşündüğümde, filmin ortak paydasının, başkalarının yaşamını değiştirmeye karar veren bir kız olmasına karar verdim. Birdenbire, her şey yerli yerine oturmuştu. Guillaume Laurant ile senaryoyu yazmaya başladık. (...)
Onunla tanışmamız da bir filme hikaye olabilecek kadar ilginç. “ Şarküteri ”nin gösterimde olduğu sıralar Guillaume farklı şeyler yapmaktaydı. Sırf zevk için, telif hakkına sahip olmadığı bir kitaptan uyarladığı bir senaryo yazmıştı mesela. “ Şarküteri ”yi izledikten sonra kız arkadaşı ona “ Senaryonu Caro ya da Jeunet’ye göndermelisin. ” demiş. Telefon rehberine bakmış ve iki Caro ile tek bir Jeunet olduğunu görmüş. Böylece, senaryoyu bana göndermiş.
Senaryoyu okuyunca, bunu bildirmek üzere onu aradım. Telesekreterinde çok komik bir mesaj vardı. Bu da, bende onunla tanışma isteği uyandırdı ve ilişkimiz böylelikle başladı. “ Kayıp Çocuklar Şehri ”nin diyaloglarını Guillaume yazdı. Hatta “ Alien ”ın sonunu yazmak için çırpındığımız bir anda onu yardıma çağırdım, bir son yazdı, ama filmde kullanılan son bu olmadı. (...)
Düşünüş şeklimiz çok benziyor. Ama o daha çok diyaloğa, bense görselliğe yöneliyorum. Fikirlere gelince... Ping-pong oynar gibi fikir alışverişi yapıyoruz. “ Amélie ”, onun fikirleriyle dolu. Örneğin sokak suflörü... (...)
Kırk yedi yaşına geldiğinde, insan eskiden istediklerinden farklı şeyler isteyebiliyor. “ Kayıp Çocuklar Şehri ” karanlık bir filmdi, insanların düşündüğünden çok daha karanlık. Bizim içinse, “ Tom Thumb ”dan pek farklı olmayan bir peri masalıydı. Ama bugün izlediğimde, ne kadar karanlık olduğunu fark ediyorum... Bunun Caro’nun varlığıyla da ilgisi olabilir, çünkü onun hayal dünyası benimkinden daha karanlık. Bilemiyorum... “ Alien ”ı yönetme görevi üstlendim ki, o da şiddet içeren esaslı bir aksiyon filmiydi.
Yani demek istediğim, daha önce hiç pozitif bir film yapmamıştım. Bunu yapmayı istiyordum. Yıkıcı olmak yerine yapıcı olmak benim için ilginç bir meydan okumaydı. Hayatımın ve kariyerimin bu aşamasında, kalpleri ısıtan bir film yapmak istedim. İnsanların hayal kurmasını sağlayacak, onlara keyif verecek bir film...
"

Film bir sineğin eziliş öyküsüyle açılır ve o günkü bir çok değişik olayı birbirine bağlar. Tıpkı sonu gibi...

Hemen ardından Amélie'nin çocukluğunu ve yapmayı sevdiği şeyleri görürüz. Ardından annesinin, babasının sevdikleri ve sevmediklerini... Ve kedininkileri... Amélie'nin sevdikleri ise bizi hemen çocukluğumuza götürür!

"Sizi yerinize mıhlayıp ağzınızı açık bırakan görüntüler, başlı başına bir koleksiyon olabilir: Sihirli anlar kolleksiyonu. “ Sevdikleri, sevmedikleri ” olgusuna benzer bir şey bu da. Bu görüntüleri bir dereceye kadar kafamda biriktiriyorum. Ama Amélie gibi kaydetmiyorum onları. Bu nedenle film için bu görüntüleri bulup çıkarmamız, bir yandan da yenilerini bulmamız gerekiyordu. Neyse ki, Canal + bünyesindeki “ Zapping ”i tarama imkanına sahiptik." demiş yönetmen.

"Film ticari ve sanatsal açıdan büyük başarı yakalamıştır. Bununla birlikte les Inrockuptibles yazarı Serge Kaganski’nin ağır eleştirilerine maruz kalmıştır. Kaganski’ye göre film, Fransız toplumunun realistlikten oldukça uzak, şaaşalı bir betimlemesi, eski, etnik grupların nadir görüldüğü, gizli lepenist bir Fransa kartpostalıdır.

Paris çeşitli etnik kökenin bir arada bulunduğu bir şehirdir ve Montmartre’ın bitişiğinde, siyahi yerleşimlerin bulunduğu ve burada yaşayanların filmde pek az görüldüğü Barbès-Rochechouart bölgesi yer almaktadır. Eleştirmene göre, yönetmen, mükemmel Paris’in rüyası bir görüntüsünü yakalamak için, siyahi insanların filmde yer almaması gerektiğini düşünmektedir. İlginç olansa, filmde sadece tren istasyonunda Amélie’yi rahatsız etmek için arkasından yürüyen üç serseri için siyahi oyuncu kullanılmış olmasıdır.

David Martin-Castelnau ve Guillaume Bigot gibi diğer eleştirmenlerse, Kaganski’nin bu eleştirisini haksız bulmakta ve Kaganski’nin iddialarını, bir çeşit “elit” grubun, filmdeki sıradan insanlara karşı hastalıklı bir aşağılama olarak değerlendirmişlerdir. Filmin yönetmeni Jean-Pierre Jenuet ise, filmde Lucien rolünü üstlenen Kuzey Afrika kökenli oyuncu Jamel Debbouze’yi örnek göstererek bu eleştirilere karşı çıkmıştır.

Filme getirilebilecek bir eleştiri de, yeniden yapılandırılma aşamasında olan bir bölge olan Montmartre’da, Amélie gibi bir garsonun, sadece garsonluktan aldığı parayla herhangi bir ulaşım aracına ihtiyaç duymaksızın nasıl işe gidebildiği, iş yerine nasıl bu denli yakın yaşayabildiği ve iş dışındaki boş vaktinin neden bu kadar çok olduğuna yönelik olabilir." [*]

Jean Pierre Jeunet yönetmeyi ve estetğin bozulmaması adına her şeyin kontrolü altında olmasını isteyen bir yönetmen: "Şunu söyleyebilim ki, bunu (dışarıda çekim yapmayı) sevmedim. Herşeyi kontrol edemediğim fikrine alışamadım. Çekim alanında yanlış yere park etmiş bir araba, birdenbire kareye giren biri ya da yakınlardan gelen yüksek sesler... Hep yolunda gitmeyen birşeyler çıkıyor ve tüm bunlar beni deli ediyor! Vakit nakittir. Vakit kaybetmemek için çok kapsamlı hazırlık yaparım. Bu sebeple, öngörülemeyen şeyler yüzünden birkaç saat kaybetmek benim için hiç eğlenceli değil, hem de hiç. (...) Amélie ismi yapım sürecinde ortaya çıktı. Yazarken, kafamda bir aktör ya da aktris olmasından hoşlanırım. Bu yüzden birini ararken kendimize “ Bu, ‘ Dalgaları Aşmak ’ta Emily Watson'ın canlandırdığı karakter gibi olmalı, öyle bir içtenlik ve kararlılık.” dedik. Böylece, sırf çalışmamıza yardımcı olması için, kafamızda onunla işe koyulduk.

Sonra da kendimize, “ Neden olmasın? ” diye sorduk. Watson da sonradan bir röportajında benimle çalışmak isteyeceğini söyledi. Böylece, karakteri ona göre yazdık ve adını da Emily koyduk. Ardından Emily Watson ile temasa geçtim. Buluştuk ve senaryoyu beğendi. Paris ve Londra’da pek çok kez buluşarak Fransızca provalar yaptık, ama bu şekilde yeteneğinin yarısının uçup gittiğini farkettim.

Bu nedenle senaryoyu İngiltere’de başlayacak şekilde tekrar yazdım: Karakter İngiltere’de büyüyüp sonradan Montmartre’a yerleşecekti. Sorunu böylece çözümlemiştik ama ön çekimlerin ilk günü beni arayıp, kişisel nedenlerden ötürü filmde yer alamayacağını bildirdi: Evini altı aylığına terk etmek istemiyordu, bu onun için çok uzun bir süreydi.

Böylece tekrar başa dönmüş olduk. Senaryoyu, tamamen Montmartre’da geçecek şekilde tekrar yazdık. İsim kaldı, fakat Emily yerine Amélie oldu. Oyuncu kadrosunu Fransa’da oluşturmaya başladım. Bir gün bir posterin önünde geçerken, bir çift kahverengi göz yakaladı beni. Bir masumiyet ışıltısı, sıradışı bir ifade vardı bu gözlerde. Bu Vénus Beauté posterinden bana bakan gözlerin sahibi, Auderey Tautou'ydu. Kendisiyle bir toplantı ayarladım. Bir deneme yaptık ve on saniye sonra onun doğru kişi olduğunu anlamıştım. (...)

Onunla çalışmak gerçekten keyifliydi. Bu karakter için mükemmel olmasının ötesinde, gerçek bir karakter oyuncusu o ki, bu Fransa’da ender görülen bir şey. Buna ek olarak, çok ciddi bir sinematografi anlayışı var. Üstelik de daha sadece 23 yaşında!
"

Audrey Tautou bu eşsiz film ve nefis rolün hakkını öyle güzel verdi ki, bütün dünyada bir anda tanındı. Ve bu rol üstüne silinmemecesine yapıştı.

Tautou'nun iri büyük ve güzel gözleriyle hem cin gibi bakışları hem de her an karılacakmış gibi duran (erime sahnesini hatırlayın!) naif edası insanı hemen etkisi altına alır.

Ve tabii ki filmde adeta döktüren diğer karakter oyuncuları: "Jamel’in sahneye çıkışı ben Amerika’dayken oldu. Onu keşfedişim bir günde, çok ani oldu. O zaman ne kadar popüler olduğunun farkında değildim henüz. Ona sadece küçük bir rol teklif edebilirdim: Bakkalın çırağı rolünü. Bu kibar ve hassas karakter için çok uygun olduğunu düşündüm. Onu “ Zonzon ”da görmüş ve harika bir aktör olduğunu düşünmüştüm. O da “Alien –The Resurrection”ı çok seviyor. Onu çok beğeniyorum ve kendisiyle tekrar çalışmayı çok isterim. Sanırım bu his karşılıklı...

Dominique’siz bir film yapmam mümkün değildi. Başlangıçta “ Amélie ”de onun için yeterince büyük bir rol yoktu; o yüzden küçük bir rol vermek istedim. Ama o, bunun yerine kafeteryadaki aşırı kıskanç karakteri oynamak istedi. Rolün altından o kadar iyi kalktı ki, harika bir karakter yarattı. Isabelle Nanty’yle oluşturduğu çift, hayal gücümün bile ötesindeydi. Bu hem Dominique’in, hem de Isabelle’in sayesinde oldu. Isabelle ile daha önce birlikte çalışmamıştım hiç. Beni gerçekten çok şaşırttı.

Rufus’un baştan itibaren, Amélie’nin babası rolünde mükemmel olacağı aşikardı. Onu daha önce sahnede izlemiştim. Freud rolü için yaşlandırılmıştı. Çalışmasını çok etkileyici buldum. Amélie’nin babasını oynamak için sanki aylarca çalışmış gibiydi.

Serge Merlin’e gelince... Başlangıçta aklımdaki isim oydu diyemem. Önce daha duyulmuş aktörleri denedim; ama günün birinde, onun bu karakter için mükemmel olacağı fikri aklımda beliriverdi.

Gerçek bir yüzü, gerçek bir kişiliği olan yardımcı karakterleri seviyorum. Karakter oyuncularını seviyorum. Yolanda Moreau, Michel Robin, Maurice Benichou, Urbain Cancellier, Claude Peron, Clotilde Mollet ile çalışmak benim için büyük keyifti.
"

Filme dair ilginç notlar:
- İngilizce konuşulan ülkelerde, film ilk olarak “Amélie from Montmartre” adıyla yayınlandı.
- Filmde bilgisayar destekli görüntü ve dijital araçlar kullanıldı.
- Jenuet aslında Amélie rolünü İngiliz aktris Emily Watson için yazmıştı. Senaryonun asıl eskizlerinde Amélie’nin babası Londra’dan yaşayan bir İngilizdi. Ancak Watson’ın Fransızcası rol için yeterli değildi ve aktrisin diğer çekimleriyle filmin çekimleri çakıştığından ötürü, Jenuet senaryoyu Fransız bir aktris için yeniden yazdı. Audret Tautou, yönetmenin ilk tercihiydi.
- Amélie Cannes Film Festivali'nde gösterilmedi. Jenuet, bir önceki filmi “La Cité des enfants perdus “ (Kayıp Çocuklar Şehri)’ya karşı gelen soğuk tepkilerden sonra Amélie’yi festivale çıkarmamaya karar verdi. Amélie’nin festivaldeki yoksunluğu, filme karşı oldukça beğenen medya ve izleyiciler tarafından tepki topladı.
- Bir sahnede, Amélie, oturduğu binanın eski yöneticisine giderken, sokakta yeni bir Volksvagen Beetle'ın önünden geçmektedir. Oysa filmin geçtiği zamanlarda bu araba henüz üretimde değildi. Jenuet filmle ilgili yorumlarında, bu arabanın olduğu sahneyi değiştirmediğini, bu sahnenin Amélie'nin tarihle uyuşmaz kimliğinin bir göstergesi olduğunu belirtmektedir.
- Filmin İngilizce altyazılı versiyonlarında, apartman yöneticisi Madeleine Wallace, Madeleine Wells olarak adlandırılmıştır. Filmin orjinalinde, Madeleine, soyadının Paris'teki Wallace Şelalesi'yle aynı olduğunu belirterek ağlamaya mahkum olduğunu söyler. İngilizce versiyonda da aynı replik, "Wells Şelalesi" ile değiştirilerek aktarılmıştır.
- Amélie'nin etkileyici sahnelerinden biri olan, hayvan şekilli bulutların olduğu sahnede, şekiller Marc Solal ve François David'in kitabı "La tête dans les nuages"den birebir çizilmiştir.
- Amélie'nin bir sahnesi, bir internet dedikodusuna malzeme olmuştur.
- Film, Michael Sowa'nın çeşitli resimlerini içermektedir. Sowa'nın resimleri Amélie'nin yatakodası duvarlarını süslemekte ve bir açıdan Amélie'nin aşk hayatıyla ilgili bağlar kurmaktadır.

Aslına bakarsanız Amélie, aşk ve hayatın anlamını aramaktadır. Oldukça garip bir ailede büyümüştür. Şimdi, Paris'in göbeğinde bir caféde garsonluk yapmaktadır. Komşuları, müşterileri, bozuk para ile çalışan fotoğraf çekme kabinlerindeki resimleri toplayan adam ve bütün bunlardan daha da gizemli bir fotoğraf ile ilgili oldukça meraklıdır.
Yavaş yavaş, Amelie, mutluluğa giden yolun ipleri eline alarak diğerlerine ulaşmasında olduğunu anlar. Amelie bize etrafımızdaki küçük mucizeleri gösteriyor, eğer bir an durup bakarsak...

Ve diyorki: "Kendinize ve başkalarına karşılıksız iyilik yapmak için geç değil!"

 
Toplam blog
: 353
: 3712
Kayıt tarihi
: 28.02.07
 
 

"29 Temmuz 1980’de İstanbul’da doğdu. Celal Bayar Üniversitesi, İşletme mezunu. Şiir, deneme, öykü, ..