Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Eylül '11

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Hayatın şifresini çözebilmek için yavrum!

Hayatın şifresini çözebilmek için yavrum!
 

Sabırla bak yüreklere; gece bile...


Hayatın büyülü bir yolculuk olduğuna inanırım hep. Hayat denen bu yolda, yüreğimizin bize verdiği cesaretle yürürken, yüreğimize ve yüreğimizin o şeffaf ve adil gören gözüne değen yüreklere gizemli işaretler armağan etmiştir Tanrı… Eğer siz, size verilen bu yolun büyüsüne inanır; en şaşmaz, en göz alıcı ve en cesur hazineniz “üçüncü gözle.” yolunuzun levhalarını görebilirseniz; gördükten sonra da, o levhaların size verdiği şifreleri doğru çözerek iz sürerseniz; yolunuzda birden bire hiç beklemediğiniz güzellikleri ve hiç beklemediğiniz nimetleri, bereketleri bulursunuz… Ve o taşan bereket, taştığı “ân”dan itibaren nefes aldığınız bütün “ân”lara yayılır…

Ama unutmayın! Önce size Yaratan’a inanacaksınız… Size verdiği bu mucizelerle dolu hayatta “yalnız size özel.” ve size özel olduğu için “büyülü ve muazzam.” olan bu yolda; yalnız sizin o cesaretli yüreğinizle görebileceğiniz ve sabırlı aklınız ve kalbinizle anlamlandırabileceğiniz “şifreler.” var: Buna da inanacaksınız… Ve bu şifreleri aramak için azmedecek, tüm gözlerinizle dünyanıza bakacaksınız. Sonra da şifreleri okumak, onlara sahip çıkmak için sabredecek ve sebat edeceksiniz… Hatta bazen, hissettiğiniz o şifrenin tamamına vakıf olabilmek için günlerinizi, gecelerinizi ve çoğu zaman aylarınızı, yıllarınızı vereceksiniz… Bir gün; “doğru zamanda, doğru şifreyi, doğru çözdüm ve hayat yolum bir parça daha aydınlandı.” diyerek şükredeceksiniz…

Sizlerle bugün, Tanrı’nın bana bahşettiği bu büyülü yolumdan bir tılsımlı ve muazzam şifremi daha paylaşmak istiyorum…

Asıl hikayeme geçmeden tekrar edeyim: Hepimizin hayat yolunu anlamlandıran, birçok tılsımlı hayat şifresi var… Fakat, ancak görebilenler, okuyabilenler ve o büyüye inanabilenler, şifreleri sayesinde hayatlarını gül bahçesine çevirebiliyorlar… Şükür…

Geçen yıl yayınladığım blog’larda sizleri ikiz kızlarımla ve daha sonra da tam bir Piri Reis olan oğlumla tanıştırmıştım. Onlar benim tükenmez hazinelerim… Hatırlarsanız; ikizlerimin de biricik oğlumun da bana neler ifade ettiğini, hayat yolumda hangi anlamlı kodlamalarıma denk geldiğini bile sizlerle paylaşmaktan geri durmamıştım… Üstelik bu paylaşımları büyük bir keyif ve sorumlulukla yapmıştım.

Bugün yine, çocuklarımla ilgili bir büyülü levhaya daha ulaşmanın sevincini sizinle paylaşmak istiyorum…

Ben içinde bulunduğum durumu anlatayım ve ulaşabildiğim yepyeni bahçelerin kapısını aralayayım size. Siz “bana bahşedilen bu hayatta, yolumda nerelere kadar ulaşabilmişim?” sorusunun cevabını bulmaya çalışın… - Eğer bu arayışı kendi hayatınız için anlamlı bulursanız tabii…-

Her şey benim bir gün, on yaşındaki ikiz kızlardan, beş yaşındaki oğlandan ve okuldaki “o hep, kendi kendime bir zaman sonra başıma sardığım.” haddinden fazla yükten kurtulmak için verdiğim ani bir kararla, on beş günlük bir seminer sayesinde kendimi evden dışarı dar atmak istememle başladı. On yılı aşkın bir süredir oldukça yorulmuş ve kendi varlığımı unutur olmuştum. Artık evden ve okuldan sıyrılarak kendimle baş başa kalmalıydım… Bir öğretmen ve bir anne idim. Aileyi ve okulu bir anda bırakıp da, uzun süreli gidebileceğim en uygun yer Hizmet İçi Eğitim Semineri idi… Konu da Edebiyattan ya da o rutin eğitim konularından uzak bir konu olmalıydı ki “kendimi bulmalıydım.” Kendime çok uygun bir seminer buldum sonunda: Konusu, “Öğretmene Proje Yaptırma Eğitimi Semineri”ydi. Seminerin yeri, Kocaeli-Gebze; seminerin tarihi, 14-28 Ağustos idi. Her yönden tam bana göre bir kurs-tatil olacaktı bu seminer… Niyetimse; uzun zamandır bir türlü kurtulamadığım o kısır döngüden, on beş gün de olsa, kurtularak kendimle olabilmekti… Ah, daha ne isteyebilirdim ki?.. Kursa katıldığım o 2007 yılından tam bir yıl önce -hiç bilgisayar kullanmayı bilmeden- yine ani bir kararla taksitle bilgisayar almış da öğrencilerimden öğrendiklerimle bilgisayar kullanmada epey bir mesafe katetmiştim. Kursa Bilgisayarla katılmamız gerekiyordu; bu da demekti ki bilgisayar bilgimi de oldukça ilerletebilecektim… Üstelik Gebze; kız kardeşlerime yarım saat kırk beş dakikalık uzaklıktaydı; her gün ders bitimi onları ziyaret edebilme imkanım da vardı… Yani, tamamıyla benim için biçilmiş kaftandı bu proje yaptırma semineri… Daha ne isterdim ki Allah’tan?

Her zamanki gibi, verdiğim bir kararın ilk adımını atmanın çocuksu sevinci içimde, günü gelince Gebze’nin yolunu tuttum. Daha ilk günden şaşırdığım birçok şeyle karşılaştım… İlk gün anladım: Ben, her bakımdan seçilmiştim. Öncelikle, katıldığım kursun yapılacağı okul, Türkiye’nin ilk ve tek özel Üstün Yetenekliler Lisesi idi… (Bu bilgiyi, benim gibi çoğu kursiyer arkadaşım; okula gidince öğrendik.) Gebze’de, deniz kenarında uçsuz bucaksız bir araziye yayılmış muazzam bir kompleks içinde buldum kendimi… Sonrasında, kursa başladığımız gibi, kullanmamız için bize dizüstü bilgisayar verdiler. Türkiye’deki Öğretmen Liseleri öğretmenleri arasından bu kurs için seçilen 150 kişiden biriydim. Kurs süresince bize “proje hazırlamayı.” öğreteceklerdi. Kurs sonunda unvanımız “Proje Formatörü” olacaktı. Ve kurs bitiminde görev yaptığımız okullardaki öğretmenleri de eğitecektik. Kurs dönüşünde okullarımıza verilmek üzere bir bilgisayar, bir akıllı tahta, bir projeksiyon makinesi, bir projeksiyon perdesini de yanımızda götürecektik… Okullarımızdaki her türlü projeden sorumlu danışman olacaktık…

“Aman Allah’ım! Bu bir rüya olmalı.” diye düşünürken… Daha kursun ikinci günü yedişer kişilik ekipler kurduk… Hemen bize “Bir konu bulun ve projenize başlayın.” dendi… Hepimiz şaşkındık. ”Proje Hazırlama”yı öğrenmek için geldiğimiz bir kursun ikinci günü bize “proje hazırlayın!” deniyordu… Zamanla neler olduğunu anladık: Meğer “öğrenmeyi öğrenme”miz gerekiyormuş… İlk öğrendiğimiz şey; sekiz on gün sabahlara kadar çalışarak ve okulun arazisinden çıkamayarak bir projeye imza atmamız ve –kardeşe bile olsa- her türlü gezi planımızı iptal etmemiz gerektiği oldu… Zaman ilerledikçe, denize nazır yarı açık ceza evinde olduğumuzu öğrendiğimizde ise yolumuzdan geri dönüş yoktu artık.

On gün süre ile bir projeyi sonuçlandırmak ve iki yüz kişilik bir heyetin önünde “neyi öğrendiğimizi dahi öğrenemeden.” sunmak?..

İyi de proje konumuz ne olmalıydı? Bir yarım günlük müzakere sonucu bir Tarih Öğretmeni altı Edebiyat Öğretmeninden kurulu ekibimiz karar verdi: ”Üstün Yeteneklileri ve Eğitimlerini.” araştıracak ve “Türkiye’de Üstün Yeteneklilerin Eğitimi nasıl yaygınlaştırılır?” temel sorusuna cevap arayacaktık. Kısacası; proje hazırlama kursu gördüğümüz okul, bizim hazırladığımız projenin konusu olacaktı… Hummalı bir çalışma içine girdik; Türkiye’nin ilk ve tek özel Üstün Yetenekliler okulu bize ev sahipliği yaparken biz onu didik didik araştırdık; idarecileri, öğretmenleri, personeli ve üstün yetenekli çocukları ile görüşmeler, çalışmalar yaptık… Arazi, bina ve literatür araştırmalarına koyulduk. Gizemli, zor, zahmetli, bol engelli, yorucu bir çalışmanın finalinde hazırladığımız “Üstün Yetenekli Kimdir? MEB bünyesinde Üstün Yetenekliler Nasıl yetiştirilmelidir?” –proje ürünü- kitapçığımızla, proje raporumuz ve sunumuzla konferans salonunda yerimizi aldık… Projenin yüzde seksenini kaleme alan ve projeye “önsöz.” yazan ben, açılış konuşması yaptığımda ve "yarı açık ceza evi sistemi ile sekiz gün aralıksız çalışma sonucu oluşturduğumuz." el kitapçığını dağıttığımda ekibimle “iyi bir iş çıkardığımızı.” anlamıştım… Evet! Türkiye’nin nüfusunun yüzde ikisi Üstün Yetenekli idi… Özel Üstün Yetenekliler Lisesi uzun yıllar bu konuda büyük Bir hizmet yapmasına karşılık, ülkemizdeki bütün “üstün yeteneklerimiz.” için yeterli değildi… 2007 itibarı ile sayısı 38 olan ve üstün yetenekli çocukların yönlendirilmesi için açılan Bilim Sanat Merkezleri’nin sayısı hızla artmalıydı… Bu öneriyi MEB Personel Daire Başkanı’na ulaştırdığımızda bizi Sosyal Projelerde yetiştiren Sosyal Bilimler Doçenti Hocamız “iyi bir projeye imza attığımızı, böyle bir projenin normal şartlarda –sekiz gün değil- sekiz ayda zor bitirilebileceğini” söyledi bize… Kurs bitti; sertifikalarımızı; bir kocaman karton kutu dolusu eşyamızı aldık; yeni tanıştığımız arkadaşlarla ileride görüşmek sözüyle vedalaştık… Ama daha dönüş yolumuzda hepimizin aklında aynı şeyler vardı: ”Çocuğumuz ya da dersine girdiğimiz öğrenci üstün yetenekli mi? Ve bu yetenekli çocuklar için ne yapabiliriz? Keşke bizim bulunduğumuz şehirde de Bilim Sanat Merkezleri açılsa…”

İlk işareti; doğru bir iz üzerinde olduğumu anlayıp da doğru bir şeyler öğrendiğimi eve dönüşümün ilk haftasında aldım… 88 yılında Hacettepe son sınıfta iken Eğitim Fakültesi’nden Hocam Mürüvvet Bilen’in “Plandan Uygulamaya Öğretim.” kitabına hem bir grup arkadaşımla yaptığımız bir çalışma ile girmiştik hem de ben adı geçen kitabın fahri editörlüğünü yapmıştım. İşte, seminerden dönüşümün üzerinden henüz yedi sekiz gün geçmişti ki hocamın bu kitabına ihtiyaç duydum. Kitabı açtığımda tüylerim diken diken oldu: Kitapta grubumla beraber yaptığımız çalışma “Proje Hazırlama.” tekniği idi; bu teknikle grubumuz bir dergi çıkarma işine girişmişti ve projenin koordinatörü de bendim… Öğrencilik yıllarımdaki bu çalışma bir ödevdi yalnızca ama ben tam on sekiz yıl sonra gerçekten proje koordinatörü idim… Demek ki; bazen yıllar içinde sizin de unuttuğunuz bir rüyanız yıllar sonra hakikate dönüşebiliyordu. Siz unutsanız da “yürek.” ve “tılsım.” birçok şeyi unutmuyordu!

Kütahya’ya döndükten sonra her fırsatta; okulda, evde, mahallede, eş dost sohbetinde Türkiye’deki “Üstün Yetenekliler.” gerçeğini ve bu yeteneklerimizi yetiştirmek için çocuklarımızı Bilim Sanat Merkezleri'ne yönlendirmeliyiz önerisini önüme gelen herkesle paylaştım. Okulumdaki öğretmenlerle, velilerle bu konuda toplantılar yaptım…

Bir zaman sonra… Anne yüreği işte… Çocuklarımın da üstün yetenekli olup olmadığı sorusu takıldı yüreğime? Neden olmasındı? En azından çocuklarımı şehrin Rehberlik Merkezindeki testlere tabii tutarak, “Üstün Yetenekliler.” arasında yer alıp almadıklarını bulabilirdim… İkiz kızlarım için çok uğraştım ama henüz şehrimizde Bilim Sanat Merkezi'nin açılmadığını öğrendim… Tam da Ankara’ya geldiğimiz yıl, Bilim Sanat Merkezi Kütahya’da açıldı…Biz treni kaçırmıştık… Kızlarım Ankara’ya geldiklerinde üstelik ilköğretimin ilk kademesini çoktan bitirmişlerdi…Üstün Yetenekliler ilköğretimin ilk kademesinde Okul-Rehberlik Merkezi ve veli üçgeni ile tespit edilerek Bilim Sanat Merkezlerine yönlendiriliyordu. Kızlarım için çok üzüldüm elbette… Üstün Yetenekli olmadıkları için değil; zamanında yeteneklerini test edip de onları yetenekleri oranında yönlendiremediğim için…

Sonra bir ümit, “oğlum Mirza için neler yapabilirim”? diye düşündüm… Ankara’da okul ve ev tempom oldukça yüksekti… Hacettepe’de üstün yetenekli testlerini velilerin yaptırabileceğini öğrenmiştim ama bir türlü çocuğumu bu testlere götürmek için gerekli vakti bulamamıştım… Mirza da bana göre -tıpkı kızlarım gibi- birçok yeteneğe sahip bir çocuktu. İlgi alanları genişti… İlk projelerini yaptığında daha altı yaşındaydı. Şiir ve hikaye yazıyor, keman çalıyor, bütün ülkeleri en ince ayrıntısına kadar biliyor,(ve elbette, “Piri Reis” olarak anılıyor…); taklit yeteneğine sahip, kafadan problem çözüyor; ne zaman ezberlediğini hiç görmediğim uzun şiirleri önemli günlerde okulda seyirciler önünde okuyordu…

Zaman, su gibi akıp gidiyordu… Bir taraftan eğitimci yönümle çocuklarıma yetemediğim için hayıflanırken, diğer taraftan da anne yönümle çocuklarımı abartarak hiç olmadıkları gibi görüp olmayacak şeyleri onlarda arama ve bulma yanılgısına mı düşüyordum acaba? Fırsat buldukça da, eşime “bu çocukları ziyan ediyoruz; bir Hacettepe’ye götüremedik.” siteminde bulunuyordum… Bunca kafa karışıklığı içinde Mirza’yı yeni yeni tanıyan eş, dost ve akrabanın “Yaa bu çocuğu Bilim Sanat Merkezi'ne yönlendirsenize.” sözlerini duydukça yüreğim daha bir alabora oluyordu.

Ankara’ya gelişimiz tam bir buçuk yıl oldu. Mirza’nın her yönden eğitimci olan çok iyi bir sınıf öğretmeni var. Onun oğluma çok şeyler kattığına yürekten inanıyorum… On beş gün önce Mirza’nın öğretmeni beni telefonla aradı. Hâl hatırdan sonra tamı tamına şunları söyledi bana: “Rana Hanım; Mirza’yı iki yıla yakın süredir takip ediyorum. Geçtiğimiz gün Bilim Sanat Merkezleri'ne yönlendirilecek yetenekli çocuklarla ilgili bir yazı geçti elime…Kriterlere baktım. Neredeyse bütün kriterler onun için tutuyor. Yalnız size sormam gerek; oğlunuzun bu merkezlerde eğitilmesini istiyor musunuz?” Kulaklarıma inanamadım. Bu bir rüya olmalıydı. Tam 2007’den beri özlediğim şey buydu… Ve Allah yine benim ümitsizliğe düştüğüm bir ân’da, bana mucizesini gösteriyordu… Büyük bir çığlık atarak: ”Ne diyorsunuz Hoca hanım? Şu an söylediğiniz konu- sizinle daha önce hiç konuşmadık ama- aylardır özlemini duyduğum ve yapmak istediğim şey… Ne gerekirse yapalım Hoca Hanım…” ”Tamam, ben başvuruyorum. Çocuğunuzu sınava götürmek sizden.” ”Teşekkür ederim.”

Telefonu kapadım… Olduğum yerde dondum; kaldım. İnsan, bir şeyi gönülden ve tüm yüreği ile istemeye görsün… Yolların kapandığını düşündüğünüz an’da, yolunuzda bir gül bahçesi açılır… Hayat büyülü bir yoldur…Yüreğiniz onun sonsuz hazinesine inanmışsa… Ve siz ancak ondan ümit ederseniz… Mirza şimdiden; ” Hangi projelere katılırım anne?” diye soruyor bana… Ben de tek şey söylüyorum ona: “Oğlum, bu sınava gidecek olman bile; sınavı ve projeyi kazandığının bir işaretidir. Sen yüreğinin güzelliklerini yaşa… Gerisi zaten gelir. Seni ben her halinle, her zaman ve her durumda seviyorum..."

Geçen gün Mirzaların okuluna bir psikolog gelmiş ve konferans vermiş. Konferansın konusu “Çocuğunuzla asla gurur duymayın”mış… Mirza o konferansı dinlediğinden bu yana evde hep aynı şeyi tekrar edip duruyor bana: “Anne, çocuğunuzla gurur duymayacakmışsınız. Önce kendinizle gurur duyacak ve çocuklarınıza model olacakmışsınız…”

Gurur duymayı bilemem ama, yüreğin sonsuz hazinesini görebilmek arzusuyla, hayatın büyüsüne gözlerimi -hiç ümitsizliğe düşmeden- dört açtığım için Yaradan’a şükrediyorum… Hayatı görmeye, okumaya, şifrelerim sayesinde yolumu gül bahçesine çevirmeye uğraşıyorum ya; daha ne isterim ki aldığım her ân’ı değerli nefesten…

Sizin de, yüreğinizin gücünden ilham alan tılsımlı levhalarınızın çizdiği o büyülü yol daima gül bahçelerine açılsın… Yeter ki gül bahçelerini şöyle yürekten dileyin…
           

(Daha çok vakit geçirmeden yayınlamalıydım Yavrum!Yarın neler getirir? Bilinmez! Fakat, yüreğin hayatın tılsımına her zaman inansın!Olur mu? Sevgiler Mirzâ)

Yegâh Elif Mirzâde


 


  

 
Toplam blog
: 191
: 769
Kayıt tarihi
: 21.07.09
 
 

“Yazı yazmak” bir Yürek Yolculuğudur. Okumak ve yazmak bana Edebiyat alanının kapılarını açtı… Ed..