Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

06 Şubat '08

 
Kategori
Üniversiteler
 

Herkesin mutlaka okuması gereken bir kitap; Atatürk, Bilim ve Üniversite

Herkesin mutlaka okuması gereken bir kitap; Atatürk, Bilim ve Üniversite
 

Bugün sizlerle kendi düşüncelerimi değil de şu anda elimde olan ''Atatürk, Bilim ve Üniversite'' adında, 1. Basımı Ocak 2007 tarihinde TÜBİTAK tarafında yapılmış Metin Özata tarafından yazılan bir kitabı paylaşmak istiyorum.

Kitabı okuyunca bugün dahi bilim dünyasında yaşadığımız zorlukların daha o zamanlar Mustafa Kemal Atatürk tarafından görüldüğünü ve kendisinin daveti üzerine Türkiye’ye gelerek Darülfünun hakkında rapor yazan İsviçreli Pedagog olan Prof. Malche’nin raporunda yer alan gerçeklerin bugün dahi geçerli olduğunu görmem sonucu sizlerle bu kısa paylaşımı yapmak istedim.

Sizlerle kitabın detayı üzerine fazla bir paylaşım yapmak istemiyorum; sanırım ederi sadece 9 YTL olan bu kitabı alarak, tüm sayfalarını tek tek içinizde hissetmeniz çok daha verimli olacaktır.

Bugün sizlerle, sadece Prof. Malche tarafından yazılan 95 sayfalık Darülfünun Raporu’nun kitapta verilen ana başlıklarını paylaşmayı istiyorum. Bazı noktalarda ise ya daha belirgin yazarak ya da parantez içerisinde yorum yapacağım, müsaadelerinizle.

Talebeler henüz har nesli olup, kötü bir orta tahsilin etkilerinde bulunmaktadırlar.

Talebe seviyesi okudukları vilayet veya lisenin mahiyetine göre çok değişmektedir.

Türkçe yayın yeteri kadar yoktur. Yabancı yayınları okuyup anlayacak öğrenci sayısı çok azdır.

Darülfünun profesörlerin umumiyet itibariyle az para aldıkları doğrudur.

Maaşlarıyla orta tedrisattaki maaşlar arasındaki fark pek azdır.

Darülfünunun bütçesi 1931-1932 senesi için 908.474 lira olup, bu meblağ yetersiz sayılamaz.

Müderris, muallim, muallim muavini ve asistan eğitim görevi 240 kişi tarafından yapılmaktadır. Müderris ve muallim miktarı 133’tür; bu, yüksek bir rakamdır. Bu müderrislerin birçoğu pek önemsiz maaş almakta ve Darülfünunun üzerinde hakiki bir etki yapamayacakları muhakkaktır.

Memur sayısı çok fazladır; bunları azaltmak ve muhtaç talebeleri görevlendirmek uygundur.

Talebe sayısı çok fazladır; ancak kayıtlı bulunup da hiç görülmeyen talebeler vardır. Genellikle bir seneden yukarı seneye geçen talebe adedi çok azdır. Son sınavları geçip diploma alan talebe sayısı çok azdır. Devam edemeyecek talebenin cesaretini ilk seneden kırmak daha iyi olurdu. Bitirme sınavlarına bütün talebeler girebilmektedir. Bu sınavlara en iyilerin girmiş olması gerekirdi.

Eminin (rektörün) yetkileri tanımlanmamıştır. Eminin ilimle uğraşması esas vazifesidir. Kalem idaresi, iletişim, raporlar, istatistikler, bütçenin hazırlanması, küçücük memurları idare gibi muhtelif işler için kendisine bir memur verilmelidir.
Eğitimle ilgili olarak kötü bir şahsiyetçilik mevcuttur. Şuurlu bir yön veriş yoktur. Bazen bir profesör yahut bir profesör grubu kendi fikirlerinin hâkimiyetini temin etmektedir (EBE: günümüzde de bu konu sıklıkla karşımıza çıkmaktadır).

İstanbul Darülfünunu şuurlu bir şekilde belirli bir noktaya yönlendirilen ilmi ve fikri bir hızdan nasibdar (sahip) bulunduğunu görmedim.

Profesör ataması: Tenkide en fazla maruz kalmış noktalardan biri de profesör atanma şeklidir. Hiçbir mesele Darülfünun’un istikbali için bu kadar mühim değildir. Mevcut sistem ile o dersin hocaları (yükselecek kişiyi) profesör yapmaktadır. Profesörlüğe atanmaya karar verecek kişiler arkadaşlarını profesör yapmaktadır. Alakadarlar fena hâkimlerdir. Bu duruma ne fakülte ne Darülfünun itiraz ve muhalefet etmemektedir. Onların reyine müracaat etmeli, fakat karar dışarıdan verilmelidir. Bu husustaki yetki meslek arkadaşlarına değil, lakin Milli Eğitim Bakanlığına ait olmalıdır. Azil (ilişik kesme) yetkisi, ancak tayini icra eden makama aittir (EBE.: tabi ki siyasetin her şeye burnunun bu kadar soktuğu ve objektif kriterlerin hâlâ oturtulamadığı ülkemizde bu durum günümüzde de sorun olmaya devam etmektedir).

İstanbul Darülfünun’u diğer garp darülfünunlarında olağan olan akademik hürriyeti tatbik eylememektedir.

İmtihanlar çok sıkı olmalı ve ezberden ziyade talebenin malumatını tatbik sahasını bulabileceği ameli (pratik) meseleleri ait bulunmalıdır.

Fen Fakültesi bir fen doktorası ihdas etmelidir (koymalıdır).

Türkçe ders pek az dinlediğimi söylemeliyim. Bunların hiçbirini anlayamamış olduğumu da belirtmek isterim. Verilen dersler bir fennin ansiklopedik bir tarzda özetini teşkil eylemektedir.

Bir dersin bir seneden öbür seneye hiç değişmediği veya değişmemiş denecek kadar az değiştiğini gördüm. Bunun değiştirilmesi gerekir (EBE: Günümüzde de bu sorun ne yazık ki bütün çıplaklılığıyla devam etmektedir).

Derslere ait kitaplar bulunmadığı cihetle profesörlerin kitap yazması için telif ve yayına davet olunmalıdır (EBE: Ek ders ücretlerine tapan insanların bunu yapması ne kadar da zor).

İstanbul Darülfünunu’nun en büyük zaafına parmağımızla dokunuyoruz. Bilhassa kliniksiz ve laboratuarsız fakültelerdeki talebe, şahsi yorumlara ve araştırmalara yeteri kadar sevk ve tahrik edilmiş bulunmuyorlar (EBE: Günümüzde de sahip olduğumuz muhafazakâr değerlerle kendimizden küçüklerin, unvanı düşük olanların hareket alanlarını daraltabiliyoruz).

Talebelerin ellerinde ders esnasında aldıkları notlardan başka bir şey yoktur.

Talebenin büyük kısmı taşradan gelmekte, lisan durumları zayıftır.

Kütüphane, saat dörtte kapanmakta ve dışarıya kitap verilmemektedir. :ok büyük bir salonda bulunan tıp kütüphanesi şayanı hayret bir fakirlik içindedir.

Talebeler, bu büyük şehre geleli kendilerini yalnız ve pek fakir bir halde ve adeta kaybolmuş gibi bir vaziyette hissettiklerini söylediler. Darülfünunların görevi bir görev eğitiminden ibaret değildir. Bir eğitim görevleri de vardır (EBE: Tarikatların bu tür gençleri ellerine geçirdikleri de günümüzde aşikârdır. Ancak bunun için bizlerin ne yaptığı ise şüphelidir).

Yüksek muallim mektebi tatbiki sınıflarda ne ameliyatı (pratik) ne de mesleki hazırlanışı kâfi derecede gelişme görünmemektedir. Son sene talebesi uygulayacakları eğitim hakkında hiçbir fikir sahibi değildir.

Müstakbel Darülfünun Hocaları: Bugünkü profesörlerin yerine geçecek profesörleri şimdiden yetiştirme planı var mıdır? Böyle bir devamlılık olması gerekir. Mesela Fransa’da, Almanya’da darülfünunlar günün birinde üstat mevkiine erişecek kıymetli adamları vücuda getirmeye ve büyük kürsüleri yükseltmeye dikkat ederler. Beyana gerek yok ki bu genç âlimler hemen daima yabancı ülkelere staj yapmaya giderler, zira bugün uzmanlaşmak için bu tek yoldur. Hoca yetiştirmek için yurt dışına talebe göndermek uygundur.

Talebeler, mühim bir ecnebi lisanı zahmetsiz bir şekilde okuyacak derecede bilmeleri gerekir. Kendileri gösterilen eserleri okuyamayacak olduktan sonra, bir profesörün bir konu hakkında yazılmış eser listesini vermesi neye yarar? Bugün her yerde yükseköğretim hiç olmazsa bir, kabilse iki ecnebi lisanı bilmeyi icap etmektedir.

Birinci sene lisan öğretilmelidir.

Türkçe eser yazmak için sistematik bir şey yoktur. Kitap yazan ya da çeviri yapan hocalara telif ücreti verilmelidir. Hangi konuda kitap yazılacağını düzenleyen herhangi bir plan yoktur. Bu iş tesadüf ve hevese kalmıştır; eğer bu tarzda devam edilirse çok önemli bir eserin tercüme edilmesi yahut kendileri için önemli bir konunun yayınlanması için talebeler on yahut yirmi sene bekleyeceklerdir. Bunun için bir komisyon kurulmasını ve yetki verilmesini teklif ediyorum. Bu komisyon önemli eserleri tercüme ederek ilerleme sağlayacaktır. Türk hükümetinin bu yayınlara yardım etmesi icap eder.

Kütüphanelerin açık bulundukları saatler yeterli değildir. Kütüphane dışına kitap verilmelidir. Talebelerin evlerinde kitap yoktur.

Profesörler birer konferansçı gibi kabul edilemezler. Bir profesör hayat ve hareket veren bir adam, bir müşavir (danışman) ve bir rehber olmalıdır. Hemen hemen diyeceğim ki profesör kendi küçüklerine mevcudiyetiyle bir misal veren daimi bir talebedir (EBE: Demek ki değil Yrd.Doç. veya Doç. olduktan sonra Prof. olduktan sonra bile dünyaları ben kurtarıyorum edasıyla davranmak yanlışmış. Ancak kültürel altyapımız, Ortadoğululuğumuz, makama ve unvana tapınma hastalığımız ne yazık ki bugün bile bu sıkıntının mevcudiyetinin devamına yol açmaktadır).
Nazari (teorik) ve şifahi (sözel) dersler azaltılmalı, talebeye dersin detayı için kitaplara başvurması söylenmelidir.

İleri talebeye özel dersler verilmelidir. Talebeler kendi kendine soru soran, karşılaşacakları sorunları tartışan bir hale getirilmelidir (EBE: Bunca yıl geçmiş ve bizler insanlara akılın yaşta değil, başta olduğunu anlatmaya çalışıyoruz).
Pratik dersler eğitimin en az üçte birini kapsamalıdır.

Talebeye seminerler vermeli, kendisinin hazırlaması istenmelidir.

Fikri ve ilmi teşekkülle hayat arasında sıkı ilişki olmalıdır. Gerçeğe uygun olmayan, soyut ve teorik derslerle mücadele edilmelidir.

Türkiye gibi yeni teşekkül etmiş bir ülkede memleketin jeolojisi, Türkiye’nin tabii ve iktisadi coğrafyası, iklimi, çiçekleri ve nebatı, kara ve deniz hayvanları, sekenesi, mazisi, sağlığı, sanayi, kültürü, güzel sanatları darülfünun tekmil (tüm) kürsülerini alakası olan bu şeyler, tatbikat-ı mühime ve esasiye (uygulamada önem ve esas olan) ilk mevzu olmalıdır (Atatürk bu paragrafın yanına mühim diye not düşmüştür). İlim ve fen için yeni bilgiler verecek olan bu mevzular burada el altındadır. Ve bu mevzulardaki araştırmalar ve eserlerle, insaniyetin umumi sermaye-i fikriyesine Türkiye’nin verebileceği ve vermekle mükellef olduğu şahsi hisse yavaş yavaş temin ve ihzar (huzura getirme) olunacaktır.

Memleketin bütün hayatını vazıh (açık) bir şekilde görüp tespit etmeli ve ilim derecesine çıkarmalıdır (EBE: biz de diyorduk ki aile ilişkilerinden başlayarak, toplumsal yaşantının her alanında bilimsel çözümler hâkim olmadıkça bir ülkenin yaşantısına orada huzur olmaz, üretim olmaz, gurur olmaz). Ve bunu bütün alem bilmelidir. VE tabii, bütün öteki milletlerin ilim ve fen sahasında neler yaptığından da memleketi haberdar eylemelidir.

Şarki Avrupa ile Anadolu’daki büyük medeniyetler burada değilse nerede tetebbu (geniş inceleme) edilecektir? Bizans arkeolojisi, Bizans eserlerinin bulunduğu bu topraklarda tetkik edilmezse nerede edilecektir.

İmtihan usulleri değiştirilmelidir.

Müderris olabilmek için 15. Maddeye göre 15 sene muallim olmuş bulunmak lazımdır. Bundan başka 12. Maddeye göre Muallim olmak için 30 yaşını bitirmiş olmak gereklidir. Bu suretle müderris olabilmek için en uygun şartlarda bile 46 yaşına kadar beklemek gereklidir. Ayrıca, muallimlerin tayinine esas olan uygulama talimatnamesi yoktur. Buna karşılık profesörlerin kontrolünde yapılan ve sıkı bir imtihan geçiren müderris muavinleri pek etraflı bir talimat vardır. Şu halde işler şöyle olmaktadır: Bir kere bu hiyerarşik yapıya müderris muavini (asistan) olarak girince uzun aralardan sonra ve fakültenin vereceği karara göre muallim ve daha sonra profesör makamına gelinmektedir. Bu vaziyet, genç bir alimi büyüklerin keyif ve arzularına tam bir şekilde teslim ediyor (EBE: Ne yazık ki efendi çocuk, dürüst çocuk diye alınan insanlar bir ömür boyu kölelik olarak adlandırılabilecek kişilik davranışlarına zorlanıyorlar, günümüzde dahi). Bu, onun şahsiyeti için ne cesaret verici ne de hatta güvenli ve uygun bir şey değildir. Diğer bir taraftan bu tür bir sınav esnasında yanlı davranılabilir. Muallimler için 30 yaşına varmış bulunmayı ve müderrislik için 15 sene muallimlik stajı gerektiren maddeler kaldırılmalıdır. Zeka ve liyakate uygun bir sistem olmalı ve o nedenle muhakkak bir şahsiyetin fazla erken eriştiği (profesör olduğu) endişesi asla olmamalıdır (EBE: Yine, akıl yaşta değil baştadır sözü karşımıza çıkıyor). Bugünkü sistemle bir Pascal’ın profesör tayin edilmeye ömrü yetmeyecektir.

Talebenim hayatı düzenlenmeli, her sene başında talebe, emine (rektör’e) takdim edilmelidir.

Darülfünun’da ödüllendirme olmalı, talebeye ödül verilmelidir.

Darülfünun günü yapılmalı, talebe, Darülfünun’u kendi evi ve vatan fikri gibi telakki eylemesi (kabullenmesi) ve sevmesi lazımdır.

Darülfünun, kongreler düzenlemeli, tatil dersleri olmalı; Darülfünun mecmuası çıkarılmalıdır.

Çeşitli nedenlerle henüz düşüncenin ve bilimin bütün sosyal katmanlarda saygı duyulmadığı bir memlekette (EBE: Bu sorun ne yazık ki günümüzde de yoğun bir biçimde yaşanmaktadır), bilim adamlarına, sahip olmadıkları hürmet ve itibarı sağlamak ve şahsi çıkar peşinde koşmayan bilimsel araştırma ve sanata büyük önem verildiğini halka göstermek lazımdır.

Genel Görüş: Sonuna gelmiş olduğumuz bütün bu raporun amacı, İstanbul Darülfünunu’nun milli kültür ve modern bilim için yüksek bir makam haline nasıl getirilebileceğini göstermektir.

Son bir defa daha tekrar ediyorum ki, esas sorun, bilimleri nakil yoluyla değil, yaratıcı düşünceyi ortaya çıkarıcı şekilde düşünmektir. Darülfünunun bilimsel zihniyet yaratmakla sorumludur ve bunun dışında kurtuluş yoktur. Bu zihniyet ise şahsi araştırmalar yapmakla ve öğrenciler tarafından kuvvetli ve istekli bir gayret harcanmasıyla gelişir. Raporumda her şey bu şarta bağlıdır ve bu olmadan gerçek bir Darülfünun, gerçek bir düşünce hareketi olmaz

Darülfünun meselesi esas itibariyle Türkiye’nin fikri, manevi, hatta istikbali meselesidir. Eğer bir uygarlık bilimsiz, ya da bilimin zıttına olarak gelişme ve yükselme gösterseydi, o zaman Darülfünun’u kapatmak suretiyle bir tasarruf sağlanırdı. Fakat eğer bir uygarlık ancak bilimin gelişmesi oranında ilerlerse, o zaman şüphe yok ki, Darülfünun’un iyi bir medeniyet aleti olması için her şeyi yapmak lazımdır.

Bazı notlar: Tercümelerin tez ve vazife olarak artık kabul edilmemesi gerekir.

Aslında, kitaptan alıntı yapılabilecek o kadar çok yer var ki, yalnız yazıyı fazla uzatmak istemediğimden bu kadarla sınırlı tutuyorum. Ne olur bu kitabı alın ve okuyun. Aslında, Prof. Malche’nin raporunda yer alan bu sorunları günümüzde dahi yaşıyor olmamızın tek nedeni, Ortadoğulu düşünme yapımızı aydınlanmanın o önemli eşiğini geçip bir türlü aklımızı en az duygularımız kadar hâkim kılamayışımızdan kaynaklanmaktadır.

Bu raporu okuyan Mustafa Kemal Atatürk, raporun içeriğinden çok memnun olduğunu belirtmiştir. Ancak bunu belirtirken de sadece Darülfünun reformuyla bu işin olamayacağını, tüm Türkiye’de bir eğitim ve bilim reformu yapılması gerektiğini ve bunu ancak yine bizim, yani kendimizin başarabileceğini söylemiştir. Aslında günümüzde de bu ihtiyaç yoğun bir biçimde duyulmaktadır. O nedenden zaten yıllardır, yerleşkelerine hapsolmuş bilim insanlarının toplumsal yaşantıda tarikatlardan beslenen hocaların ve imamların yaptıkları hataları gidermek ve topluma yol gösterici olmak amacıyla halkın arasına karşımasını savundum ve bunun mücadelesini verdim. Sadece bu da değil; halkın arasına karışmayan insanlar içerisinde yaşadıkları toplumun gerçek sorunlarını algılayıp, onlara bilimsel çözümler üretemezler. Tıp Fakültelerini bunun dışında tutuyorum çünkü oraya sorunlar kendiliklerinden geliyorlar.

Artık sözü fazla uzatmadan, bu kitabı okumanızı bir defa daha önererek daha bilimsel, daha akılcı, aklın yaşta değil, başta olabileceğine daha fazla inanılan yarınlarda buluşmak üzere, saygı ve sevgilerimi sunuyorum…

 
Toplam blog
: 128
: 898
Kayıt tarihi
: 26.01.07
 
 

Kimim? Nereden gelir, nereye giderim?29 Kasım 1970 tarihinde Türkiye'nin Doğu-Batı geçiş yolunun en ..