Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

03 Ağustos '19

 
Kategori
Öykü
 

Hiç Tanışmamışlardı...

1967-68 yılları, ana binasının inşaatı süren Ankara Bahçelievler Ortaokulu sobalı barakalarda eğitim veriyor öğrencilerine. Orta birinci sınıfta, sınıfın yaşça en küçüğü, minicik bedenli, çelimsiz, kocaman gözlü, işi gücü hayal kurmak, okumak ve yazmak olan kız, ruhunun daraldığı, tek bir cümlesinden haz etmediği Ticaret dersinde her fırsatta olduğu gibi aklınca sevimsiz öğretmene çaktırmadan sıranın altında romanını açmış okuyor…Kendini o kadar kaptırmış ki kitaptaki kahramanların büyülü dünyasına, öğretmenin yanına gelip başında dikildiğini fark etmemiş bile…Sıra arkadaşı Sibel’in ikazıyla, başına inen tokat aynı saniyelere denk geliyor ki ne olduğunu anlayamadan öğretmenin avaz avaz bağırarak bir tokat daha vurduğunu hissediyor…Bir yandan canının acısıyla, bir yandan ruhunun yaralanmasıyla, bir yandan gururunun kırılmasıyla ne olduğunu algılamaya çalışıyor…

 Çünkü dayak eylemiyle ilk tanışması bu…Evlerinde babası, annesi, ablası sadece severler, öpüp koklarlar onu, bırak dayağı evlerinde kötü söze, küfüre, bedduaya hiç yer yoktur, kimsenin ağzından duymamıştır böyle sözler…Ders bitene kadar kafası önünde sınıf arkadaşlarının üzgün bakışları altında, kırgın, küskün, mahcup, yaralı, bir yandan sessiz sessiz ağlıyor bir yandan da  “ne olur karınca olayım, yerin altına gireyim ki teneffüste kimseyle göz göze gelmeyeyim” diye dualar ediyor, oysa öğretmenlerin çokça başvurduğu bir ceza sistemi dayak ama küçük kızın görmeye bile tahammülü yok, arkadaşlarına vurulduğunda dahi kalbi ağzından çıkacak gibi oluyor…

Teneffüs zili çaldığında teselli etmek isteyen arkadaşlarından kaçarak, yalnız kalmak için koşa koşa okulun kocaman bahçesinin en kuytu köşesine gidiyor ama  yalnız kalamayacağını fark ediyor, çünkü kendi gibi minicik, çelimsiz bir oğlan çocuğu, başını iki elinin arasına almış, yanaklarında bariz bir kızarıklık izi, öfke dolu gözlerle “bir büyüyeyim görecek o, öldüreceğim onu” diye kendi kendine söyleniyor…

Kız gözlerini sildiği bez mendilini siyah önlüğünün cebine koyarak eteklerini toplayıp oğlanın yanına oturuyor sessizce. Romanlardan okuduğu, filmlerden izlediği kadarıyla hapishanenin ne kadar kötü bir yer olduğunu biliyor. Subay olan babasının Demokrat Parti zamanında İsmet İnönü’ye yapılan bir saldırıda Paşa’yı korumak için bir arbedeye karışması nedeniyle disiplin cezası alıp bir hafta askeri hapishanede kaldığını, evdekilerin onu ne kadar özlediğini, ne çok korktuklarını annesinden defalarca dinlemiş.

Çok korkuyor, sanki hemen çocuğu alıp götürecekler diye... “Ne oldu bilmiyorum ama ne olur onu öldürme, ölüm kötü bir şey, sonra hapsederler seni, orası da çok kötü bir yermiş, hem annen baban çok üzülür” diye kendi utancının verdiği acıyı unutarak oğlanı teselli etmeye çalışıyor. Göz göze geliyorlar, oğlanın öfkeli gözlerinin arkasındaki sevgiyi, yumuşaklığı, pamuk gibi kalbi görüyor…O anda evcilik oyunlarında büründüğü anne kimliğiyle oğlana sarılmak, sarıp sarmalamak, yüreğinin acıyan yerlerini öpmek istiyor…Oğlan incecik sesiyle “ama sen ne olduğunu bilmiyorsun ki” derken kızın ağlamaktan kızarmış, ağlayınca eladan yeşile dönen gözlerini fark ediyor. “Aaaa sen de ağlamışsın, sana ne oldu “diyerek bir anda 10 yaş büyüyor adeta, koruyucu, kollayıcı bir kahraman figürüne dönüşüveriyor kızın gözünde…Karşısındakinden gördüğü şefkatle kız yeniden ağlamaya başlayarak kesik kesik yaşadıklarını, utancını, hemen eve gitmek, yaşadıklarını evdekilere anlatmaktan utanacağı için yazarak rahatlamak, kitaplarına gömülmek ve her şeyi unutmak istediğini anlatıyor. Oğlan cebinden bez mendilini çıkarıp kıza uzatıyor ve o minicik elini kızın koluna koyarak “al bunu, sil gözlerini, hem tamam artık üzülme, 2 ders kaldı, gidersin eve “ diyor. “Tamam” diyor kız “bir gün mutlaka ama mutlaka bunları yazacağım, herkes okuyacak ve çok ama çok kızacaklar o hocaya görürsün” diye sözüne devam ediyor “peki sana ne oldu, ben anlattım sen de anlat bana” deyince, küçük oğlan omuzlarını kendisine zaten büyük gelen ceketinin içine iyice  çekip, yaşının çocukluğuna dönerek “ bu sene küçük bir ilçeden geldik, bir yandan buraya uyum sağlamaya çalışıyorum bir yandan da her derste başarılıyım, çalışkanım, ödevlerimi aksatmam ama dün verilen Türkçe ödevindeki – iptidai- kelimesinin anlamını bulamadım, yazamadım deftere. Bugün de Türkçe öğretmeni anlamış gibi, beni kaldırdı, sordu, bilemedim. Ve sene başından beri yaptığım bütün ödevler, aldığım bütün iyi notlar, sınıfın en uslu öğrencisi olmam bir anda yok oldu gözünde ve defalarca defterle yüzüme vurdu, bana hakaret etti ama yüzümden çok benim de senin gibi ruhum yaralandı, gururum kırıldı ama gör bak bir büyüyeyim öldüreceğim onu” derken çalan ders ziliyle koşarak sınıflarına gidiyorlar…Ve o sene lojmana taşınmaları nedeniyle başka bir okula geçen küçük kızla oğlan bir daha hiç karşılaşmıyorlar…

2019 yılı, ağaçlar altında, şirin bir simitçide kahvaltı yapan orta yaşlı kadınla adamın birbirlerine anlatacakları, soracakları, dinleyecekleri konular bitmiyor, kesintisiz bir sohbet devam ediyor. İkisi de Bahçeli-Emek çocuğu, ikisi de Cumhuriyet Lise’li, ikisi de Ankara’lı değil ama ömürlerinin çoğu Ankara’da geçmiş. Kadın üniversite bitince taşındığı İstanbul’dan Ankara’ya dönüş yapmış yıllar önce, adam da Ankara’da yaşarken İstanbul’a taşınmış yıllar önce.

Hayat bu belli mi olur, ne oyunlar oynar insana…Belki Bahçeli sokaklarında  bisiklet  binerken karşılaşıp göz göze geldiler, pazar durağındaki Buket Pastahanesi’nden dondurma alırken aynı anda paralarını uzatıp, sonra “ önce siz “ diye gülümsediler birbirlerine, aynı büfeden Teksas Tommiks alıp eve gitmeyi bekleyemeden karşılıklı kaldırımlara oturup okumaya başladılar, Mavi Tren’in farklı kompartımanlarında yolculuk yaptılar ama trenin restoranında sırt sırta oturdular, Yeni Karamürsel’in köşesinde buluşacakları arkadaşlarını beklerken sigaralarını yakmak için birbirlerinden çakmak istediler, Bahçeli Dedeman Sineması’nda Love Story filiminde arkalı önlü sıralarda oturup aynı sahnelere gülüp aynı sahnelere ağladılar, Cumhuriyet Lise’sinde  aynı koridorda nöbetçi öğrenci oldular, 1977 de CHP nin en çok oy aldığı, Bülent Ecevit’in Ankara’yı coşturduğu mitinginde aynı pankartın altında yürüdüler, Mülkiyeliler ’de biri üst katta biri alt katta dostlarıyla derin sohbetlere daldılar, bir kış günü ikisi de Kumrular’dan kestane kebap alıp aynı dolmuş kuyruğunda eve geç kalma telaşını yaşadılar, Kızılay’daki bir korsan gösteri sonrası ikisi de Zafer Pasajı’na sığınıp aynı kitapçının rafları arasında saklandılar, ya da Papazın Bağı’na gittiler karşılıklı masalarda oturdular yanlarında sevgilileriyle…

Ama hiç tanışmamışlar ya da tanıştıklarını unutmuşlardı…

Çok kısa bir süre önce yolları kesişmiş, tanışmışlardı ve iyi dost olacakları belliydi şimdiden ya da olmuşlardı bile…Ortak yaşanmışlıklar, tanıdıklar çok. Anılar, kitaplar, memleket meseleleri, büyüyüp evlendirdikleri çocukları, kaybedilen annelere-babalara duyulan özlem, eski arkadaşlarla buluşmaların verdiği sevinç, gelecekte yapmak istedikleri, geçmişte isteyip de yapamadıkları, hayalleri, hayal kırıklıkları, yani hayatlarına dair her şeyi konuşuyor, paylaşıyorlardı…Kadın bir ara adamın gözlerine bakarak “biliyor musun yeni tanıştık ama sanki yıllardır seni tanıyor gibiyim, o kadar yakın o kadar tanıdık geliyorsun ki” derken aynı anda adam da “ben de seni çok eskilerden beri tanıyor gibiyim” dedi…

İkisi de ellerinden geldiğince haksızlıkların karşısında durup haklının yanında yer alıyorlar, sevgiden, saygıdan, incelikten asla vaz geçmeden, her şartta ailelerinden miras kalan insan yanlarını koruyarak barış, adalet, eşitlik, özgürlük türkülerini söylemeye devam ediyorlardı.

Kadın işi gereği kitaplarla iç içe bir yaşam sürüyor, çocukken yaşadığı öğretmen dayağı olayını hiç unutmadan kendisine verdiği sözde durarak yaşadıklarını kalemi döndüğünce yazıyor, yazıyordu…

Adam hukukla, kanunlarla ilgili bir işi sürdürüyor, çocukken yaşadığı – iptidai- haksızlığını hiç unutmadan ama tabi ki öldürmek eyleminin her daim karşısında durarak haksızlığa uğrayanları savunuyor, savunuyordu…

Sohbetin  koyulaştığı, lafın lafı açtığı bir sırada adam “ ben Bahçelievler Ortaokulu’nda okurken…” diye söze başladığı an  kadın lafı ağzından alarak “ aaaa gerçekten mi ben de orta biri orada okudum…” dedi.

Ama hiç tanışmamışlar ya da tanıştıklarını unutmuşlardı…

 

Sevtap Özkahraman

02/08/2019

Ankara

 
Toplam blog
: 121
: 745
Kayıt tarihi
: 07.11.08
 
 

1958 Balıkesir doğumluyum. Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Kütüphanecilik Bölümü mezunu..