Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 

15 Ekim '09

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Hırvatistan gezi notları

Hırvatistan gezi notları
 

zagreb sokaklarında hırvat güzeller


22.05.2009 ( LJUBLJANA - ZAGREP )

Sabah 05.00’e kurmuştum saati uyanmak için. Sabahın köründe, saatin alarmına, aynı odada kaldığımız Japonlar da, yataklarından fırlayarak uyandılar. Dün odaya girdiğimden beri aralıksın uyuyor Japonlar. Ben, çıkıp dolaşıyor, geliyor, gidiyor, onları uyur görüyorum. Ben, usulca, çantalarımı yüklenip çıkarken, horlamaya başlamışlardı yine. Açık pencereden, Ljubljana berduşlarının akşamdan aldıkları alkol ve uyuşturucudan kaynaklanan naraları yükseliyor. Bu saatte, caddelerin bomboş olacağını biliyorum, umarım, bulaşmazlar bana.

Resljeva caddesini takip ederek, tren istasyonuna geliyorum. Işıklı panoda Zagrep treninin 5 nolu perondan 06.15’de hareket edeceği yazılı. Hızlı yürüme alışkanlığım yüzünden yine ter içinde kaldım. Gömlek sırtıma yapıştı. İstasyonda oturduğum bankta, sabah ayazının binlerce delikten tenime nüfus etme gayreti içinde olduğunu hissedince, polarımı sırtıma aldım. Hareket saati geliyor, peron doluyor, tren görünürde yok. Yanımda oturan, erotik desenli çoraplar giymiş kadına soruyorum. Duru bir İngilizce ile 75 dakika ( evet doğru ) gecikeceğini söylüyor. Şaşırdığımı görünce de, “ aşağıda kafede bir şeyler içebilirsin “ diyerek takılıyor. Zaman geçiyor, 07.30’da geliyor tren. Kadınla aynı kompartmana giriyorum özellikle. Sınırda sorun olursa, rehberlik yapar inancıyla. Zidana Most, Sevnica, Brezice istasyonlarından sonra sınır kasabası Dobova’ya geliyoruz. Kadına soruyorum. “ pasaport kontrolu trende olacak “ diyor. Nedense, her sınır geçişinde geriliyorum. Genellikle de yeşil pasaportum yüzünden. Lübnan ve Suriye’de pasaportumu anlatmaya çalışırken, çantalarımın bulunduğu otobüslerin peşinden az koşmamıştım.

Kompartımanın kapısında, iri yarı, masmavi gözleri olan, gestapo kılıklı bir polis beliriyor. Pasaportu uzatıyorum, epey inceledikten sonra, takılıyor. ID kart yani kimlik istiyor benden. Pasaportu işaret ediyorum. Mavi gözlerini dikerek, ısrarla, “ ID kart “ deyip duruyor. Yanımdaki eski pasaport aklıma geliyor, çantamdan çıkarıp uzatıyorum. Pasaport üzerinde 30 ‘a yakın ülke giriş- çıkışını görünce, sadece gezgin olduğuma hükmetmiş olmalı, yanındaki polisle uzun konuşmalardan sonra, çıkış mührünü basıyor.

Karşımdaki kadın, “ crazy days “ diye söylenip duruyor. “ Tren aktarma yapacakmış. 15 dakika daha bekleyeceğiz. “ diye ekliyor. Oysa, elimdeki rotaya göre, Zagrep Zapadni Kolodvor’a bir istasyon kaldı. 09.30’ da Zagrep Glavni Kolodvar’a geliyoruz. İyide, mavi gözlü gestapo Slovenya çıkışını yaptı, ama, Hırvatistan girişim yok pasaport üzerinde. Trenden inip, istasyondaki danışma bürosunun bankosuna dayanıyor, derdimi anlatıyorum. Tek kelime İngilizce bilmediği belli olan kadın, “ anlamadım “ anlamında işaretler yapıyor. Polise gidecekken vazgeçiyorum, belki bir yerlerde yakalar, sorarlar. İstasyon önünde, meydana açılan kapının yanında, LP’yi açıyorum. Listemdeki Omladinski Hostel yakınlarda olmalı. Tahmin ettiğim yöne yürüyorum, az sonra Petrinjka caddesindeyim. 77 nolu kapıdan içeri giriyorum. Resepsiyondaki kız, odaların boşalması için, bir saat beklemem gerektiğini söylüyor. Bu arada, ödemeyi euro mu, kuna mı yapacağım sorusuna kuna cevabını alınca, çantaları bırakıp, tekrar tren istasyonuna yürüyor ve buradaki döviz bürosundan 50 € bozduruyorum. 1 € = 7.27 KN. Döndüğümde, kızın verdiği formları dolduruyor ve 10 KN ayakbastı parası dahil, 260 KN ödüyorum. Üçlü dormy ( yatakhane ) yokmuş, altılı odama giriyorum. Benden başka kimseler yok, sonra ne olur bilemem ? Tertemiz yastık, pike ve çarşafla seviyorum burayı.

Demlediğim çayla, güzel bir atıştırmadan sonra, Zagrep’in beni çağıran sesine kulak veriyorum. Bundan sonra gideceğim Saraybosna otobüs biletimi almak için, haritaya bakarak, otobüs terminaline yürümeye başlıyorum. Büyük bir kompleks, içinde, kafeler, banka, 7-8 bilet gişesi var. Bugün Cuma, Pazar günü için sabah 06.30’a bilet alıyorum. İlk gözlemlerime göre, Hırvatistan çok pahalı bir ülke. Ama, kaldığım hostel, 130 KN fiyatı ile hem çok temiz hem de pahalı sayılmayacak bir ücret istiyor. Otobüs bileti, 200 KN, Buna, 2.30 KN rezervasyon ücreti denilen ne olduğunu anlamadığım bir ücret ile 7 KN vergi eklenince 209.3 KN yaklaşık 29 € yapıyor. İtalya’da, Floransa - Venedik treninden sonra ( 37 € ), şimdiye kadar ödediğim en yüksek bilet ücreti. Zagrep - Saraybosna arası 430 km ve 8 saat sürüyor. Sabah erken kalkmanın ezikliğini hissettiğim ender günlerden birindeyim. Yorgunluklar da kat kat biniyor üzerime. Otobüs garajı ile tren istasyonu arasında uzanan Branimirova caddesini takip ederek, istasyonun önündeki Tomislava meydanına geliyorum. Niyetim; önce uppertown denilen, Zagrep’in güneyi, yani tren istasyonu ile ünlü Jelacica meydanı arasındaki bölgeyi dolaşmak.

Meydanın solunda başlayan Mihanoviceva caddesine girdiğim zaman, demlenmiş bir kültür başkentinde olduğumu anlıyorum. Görmüş geçirmiş, Barok binalar sırları ile bakımlı. Attila İlhan’ın mısraları geliyor aklıma;

Akşam olur mektuplar hasretlik söyler

Zagrep radyosunda Lilly Marlen türküsü

2. Dünya Savaşının kırım ve umut günleri iki mısrada ne güzel anlatılıyor. Doğu Avrupa şehir mimarisinin pek çok harika örnekleri olan binaların önünden, hayran seyrederek ilerliyorum. Özenle imal edilmiş pastalar gibi görünüyorlar. Sıcak ve yorgunluk çabuk tüketiyor bugün beni. Allahtan, Mihanoviceva caddesinin solunda “ botanik bahçesi “ levhasını görüyor ve ağaçların serinliğine sığınıyorum. Bir havuzun kenarında otururken, çepeçevre dizili, rengarenk hanımelleri ve havuzun içinde çiçekli nergisler bir anda sıcağı ve yorgunluğumu unutturuyor. Ljubljana Botanik Bahçesi kadar fazla bitki çeşidini barındırmasa da, geniş ve açık alan huzur veriyor insana. Daha sonra, kuzeye yürümeye devam ediyor, Etnografya Müzesi üzerinden Art Pavillion’a geliyorum. Ama nedense bugün keyfim yok. Zagreb’i kapsamlı olarak yarın gezmeyi düşünüyorum. Kentin kuzeyine doğru devam ederek, Ilıca caddesinde buluyorum kendimi. Ilıca caddesi, bizim İstiklal caddesinin bir kopyasını andırıyor. Lüks mağazalar, alışveriş mağazaları, güzel Hırvat kızları ile capcanlı, hayat fışkıran bir atardamarı Zagreb’in. Yığınla güzellik ve güzelleri seyrederken, Bana Jelacica meydanında buluyorum kendimi. Bana Josipa Jelacica, meydanın ortasında, Barok atmosfer içerisinde, altında atı, elinde kılıcı ile, etrafını çevreleyen devasa reklam panoları arasında ne denli mutludur bilemem ama, meydandaki, küçük standlarda, civar köylerden gelmiş, yüzlerce farklı gıda ürünleri, el sanatlarını sergileyip satanlar, kum gibi kalabalık nedeni ile hayli mutlu görünüyorlar. Meydanın kuzeyi Kaptol semti. Sağda, St. Stephan Katedrali, gerçekten çekici görünüyor, 105 metre yüksekliğinde heybetli kuleleri ile. Katedral, belki bildik Katolik mabetlerinden ama, önündeki sapsarı yaldızları ile parıldayan Meryem heykeli daha çekici geliyor bana. Katedralin karşısındaki kalabalık dikkatimi çekiyor. Kadınlar ellerinde fileleri ile çıkıyorlar meydandan. Dolac halk pazarı olmalı burası. Tek tip kırmızı şemsiyeleri ile, pazar yerlerinin olağan salaş ve pisliğine inat, tertemiz tezgahlarda, bağırıp çağırmadan, her çeşit sebze ve meyve satılıyor. Fiyatlar da, pahalı bir ülke olan Hırvatistan standartlarına göre yüksek değil.

Bir marketten yiyecek şeyler ve Hırvatların gururu olan Ozusko birasından alarak, Bana Jelacica meydanından, düz bir aks halinde tren istasyonuna inen Tomislava caddesi boyunca yürüyor ve kaldığım Omladinski hosteldeki odama atıyorum kendimi. Odamda yalnızım şimdilik. Altı kişilik odam sessiz, serin. Karşı binaların altındaki barlardan zaman zaman gülüşmeler geliyorsa da, sanırım uykusuz bir gece geçirmeyeceğim. Yemeğimi yiyor, banyo yapıyor ve gün boyu kırıklığını hissettiğim gövdemi yatağa uzatıyorum. Sanıyorum, bu sabah, Ljubljana’da, tren garına yürürken aşırı terlediğim halde, istasyonda, sabah ayazında otururken çarpılmış olmalıyım.

23.05.2009 ( ZAGREB )

Gece boyunca terleyip durdum, vücudum savunma mekanizmalarını çalıştırarak normal rejimine geçmek istiyor anlaşılan. Sabah, kendimi iyi hissederek uyandım. 06.30’da, uyurken, odaya gelmiş, oda arkadaşımı uyandırmamaya çalışarak dışarı çıktım. Henüz sokaklar, meydanlar boş. Güzelim parkların, bankların etrafı, içki şişeleri ve çöplerle dolu. Kocaman Tomislava meydanı da, bu şişe ve gıda çöplerinden nasibini almış, ancak, bu park öyle geniş ki, yine de saklamayı becerebiliyor, çirkinlikleri. Dün döndüğüm Tomislava caddesinden bu kez yukarı Kaptol tarafına yürüyorum. Yollarda, tek tük insanlar ve erken işine gitmek isteyenlerin bindiği tramvaylar var. Zagrep , müze ve bakımlı parklar yönünden çok zengin. 22 tane müze var bu kentte. Her parkın adını taşıyan bir de müze var Zagreb’te. İşte; Strossmayer meydanındayım. Josip Juraj Strossmayer, 19. y.y Hırvat politikacısı ve Katolik din adamı. Bu meydanda Strossmayer Eski Ustalar Müzesi yer alıyor. 14y.y- 19y.y resim koleksiyonu, Hırvat Bilim ve Sanat Akademisi bu harika binada. Bana Jelacica Meydanına devam ederken, rengarenk çiçekleri, ortasında estetik kameriyesi ile Nicola Sublica Zrinjkog meydanına giriyorum. Sol tarafta caddenin üzerindeki Arkeoloji Müzesi, ağaçların gölgesinde hiç de dikkat çekmiyor. Praska caddesi, Bana Jelacica Meydanının tam kalbine çıkarıyor beni. Dün gördüğüm, çılgın kalabalıktan eser yok, meydandaki satış tezgahlarını açmakla meşgul, aceleci birkaç kişiden başka. Sn. Stephan Katedrelinin, ikiz, neogotik kulelerinin gölgeleri, sabahın ilk ışıkları ile insafsızca, boylu boyunca serilmiş, Dolac pazarının üzerine. Kutsanmış Meryem’in yaldızlı heykeli, upuzun sütunların üzerinde, parlayarak, göz almaya devam ediyor. Katedral kapısı arı kovanı gibi, girenler çıkanlar bitmiyor. Hırvatlar, işe gitmeden, buraya uğrayarak, dua ve şükranlarını sunuyorlar anlaşılan. Loş, hafif dua mırıltılarının, duvarlarında dolaştığı katedralde, bir banka ilişiyorum. Ayakların altında, soğuk kış günlerinin caydırıcılığına önlem olarak, döküm kalorifer radyatörleri döşenmiş. Katolik müminleri cezb etmenin bir yolu olmalı. Katolik mabedlerin tüm debdebesi ve ihtişamı hüküm sürüyor, 19. y.y yapımı katedral içerisinde. 13. y.y freskleri, mermer oyma işçiliğinin eseri mermer sunaklar, barok minber, mihraba yakın, bir cam sanduka içerisinde, mumyalanmış olarak yatan bir kardinal dikkatimi çekiyor. Çıkıyor, etrafındaki sokaklarda bir tur atıyor, güneş ışığını karşıma almadan bir kompozisyon yakalama umuduyla. Dükkanların kepenklerini açan esnaftan başka pek kimseler yok ara sokaklarda.

Dolac sebze, meyve pazarındayım tekrar. Yüzlerce tezgahın üzerindeki ürünlere, müşterileri olan Hırvatlara bakıyorum. Elma 4 KN, ( 1 € = 7.27 KN ). Yiyecek ucuz Zagreb’te, ancak, restoran ve ulaşım pahalı. Hemen yanındaki binaya, balık pazarına giriyorum bu kez. Tertemiz mermer tezgahlar üzerindeki, balık ve diğer deniz ürünlerinin bolluğu şaşırtıyor beni. Türkiye’de, fiyatları yüzünden, alıp almama konusunda kararsızlık geçirdiğimiz, Akdeniz balıkları ( lahos, orfos, trança gibi ) ve ahtapotların fiyatları 30-50 KN arasında değişiyor. Çıkışta, kuru incir görüyorum. 30 KN/ kg. 250 gr. alarak, gün boyu kaybedeceğim enerji kaybına panzehir olur düşüncesiyle, yemeye başlıyorum. Kahvaltı yapmadan çıktım hostelden sabahleyin. Dolac’ta bir markete girerek, dilimlenmiş jambon, ünlü Hırvat peyniri Paşki Sir, harika francala ekmek ve nestea alarak ( 32.18 KN ), uygun bir park yeri aramaya başlıyorum. Kaptol semti, Zagreb’in Nişantaşı semtinin muadili. Köpeklerini gezdirmeye çıkarmış, eşofmanlı Zagreb güzellerini takip ederek, yakınlarda bir park buluyorum. Gölgede kalmış bir bank, sessizlik, sırt çantamdan eksik etmediğim çakı ile karnı yarılıp, içine, jambon ve peynir doldurulmuş bir ekmek güzel bir kahvaltının öğeleri oluyorlar. Artık, Zagreb’i arşınlamaya hazır hissediyorum kendimi.

Gördüğüm kadarı ile, Hırvatlar, Slovenlerden biraz daha özensiz. Slovenya’da otomobillerin tümü, galeriden yeni çıkmışçasına tertemiz idi, burada, o itinayı göremiyorum. Geçtiğim parkların çoğu, akşamdan kalma içki şişeleri ve çöp yığınları ile dolu. Köpeklerin dağıttığı çöpleri süpürüp bir araya getiriyor şişman, kadın çöpçü kadınlar. Ama, şunu belirtmeliyim ki; gördüğüm kadarı ile, Hırvat kızları, Slovenlerden çok daha güzel ve sempatikler, çok da şık giyiniyorlar. Kaptol’un lüks caddelerinde yürürken, binaların cephelerine çakılmış plaketler görüyorum. Ülkenin tanınmış şair, bilim adamı ve kompozitörlerinin doğum veya ölüm yerleri olduğunu anlatıyorlar. Yolu uzattığım farkındayım, ama, iç güdülerim bana, Jelacica meydanının yakınlarında bulunan ve Zagreb’in tarihi ve turistik çekim merkezi olan Gradec’e tırmanan finikülerin yakınlarına çıkacağımı söylüyor.

Yanılmamışım, az sonra, Zagreb Şehir Müzesi’nin önüne çıkıyorum. Ardından, Hırvat Milli Tarih Müzesi, derken, Zagreb’in sembolü Saint Mark Kilisesinin bulunduğu küçük meydanda buluyorum kendimi. Saint Mark Kilisesinin çatısına renkli kiremitlerle Hırvatistan bayrağı işlenmiş. Henüz güneş soldurmadığı için, hayli abartılı ve canlı duruyor. Kilisenin bulunduğu meydanlarda çok sayıda polis ve koruma görevlisi olduğunu anlıyorum. Meydanı çevreleyen güzel binalar 1918 yılında yapılmış, şimdi Hırvatistan Milli Meclisi ( Sabor ) tarafından kullanılıyor. Gradec sokaklarında dolaşan çalgıcılar, Sabor binalarının aşırı ciddi ve itici havasını kısmen yumuşatmayı başarıyorlar. Hırvatların geleneksel yumurta boyama sanatı da, Sn. Mark Kilisesinin önündeki örnek üzerinde detaylı anlatılıyor. Hırvat Tarih Müzesi kapalı henüz. Ben de, Hırvat Naif Sanat Müzesine yöneliyorum. ( 20 KN ). Türkiyede , naif sanat anlayışı konusunda detaylı bilgim yok, ancak, primitif resim anlayışından kurtulup, çocukça ruh hali, sadelik ve yalınlığı ile gelişmiş bir naif resim sergisini hatırlamıyorum, yıllar önce ziyaret ettiğim Selma Akgün isimli sanatçıdan gayrı. Çok zengin olmasa da, güzel resimler görüyor ve beğendiğim bir tanesinin kartını alıyorum ( 30 KN ). Görevli kızla kısa bir sohbet yapıyoruz. Nereli olduğumu soruyor, söylüyorum. Nasıl bilirsin diyorum. Gururlandıran bir cevap veriyor. Türkler harika insanlar.

Sn. Katerina Kilisesinin bahçesindeyim. Buradan, Zagreb çok güzel görünüyor. Gradec bölgesi için, Zagreb yerel yönetimi özel düzenlemeler yapmış olmalı. Ortaçağ sokak fenerlerini anımsatan ferforje fenerler monte edilmiş binaların duvarlarına. Çoğu da, orijinal halleri ile yani gaz tüketerek aydınlatıyorlar. Gradec’in tarihi dokusu, İlıca caddesine inen yolda da devam ediyor. Sağda Klovicevi Dvori Galerisi lobisinde çok güzel fotoğraflar görüyorum. Kısa bir tünel ile Ilıca caddesinin kalabalığına karışmak üzere iken, tünelin içerisinde, yüzlerce kandil önünde diz çöküp dua eden Katolikleri çarpıyor gözüme. 13. y.y ‘da Zagreb içlerine uzanan kapılardan biri olan Stone Gate ( Kamenita Vrata ), 1731 yılındaki yangında bir mucizenin gerçekleştiği yer olur. Her taraf, yangında kül olduğu halde, Meryem’in resmi zarar görmez. Katoliklerin mucize inançlarından birisi olarak da yerini alır Zagreb’de.

Bana Jelacica meydanında yine mahşeri kalabalık var. Civar köylerden geldiği anlaşılan, sepetçiler, demirciler, zeytinyağı, şarap üreticileri, börekler, çörekler, dönme dolapçılar hatta giyotinciler ile cıvıl cıvıl meydanda Zagreb’liler de kendilerinden geçmişler. Ben en çok, güzelim Hırvat kızlarının, mizansen de olsa, giyotin tezgahına kafalarını koymalarına üzüldüm. Kaidesinin üzerinde Kral Jelacica elinde havaya kaldırdığı kılıcı ile bu kalabalığı izlerken neler düşünüyor acaba?

Niyetim, Bana Jelacica meydanından, kestirme olan Tomislav caddesini izleyerek, kaldığım hostele gidip, biraz uzanmak, zira sıcak bastırdı yine. Sabah, bomboş banklarında oturduğum Nikola Sublika Zirinjkog meydanındaki, kameriyede bir orkestra çalıyor, genç yaşlı çiftler neşe içinde dans ediyorlar. Geleneksel giysileri içerisinde iki Hırvat kızını görünce, dayanamayıp, fotoğraflarını çekmek istediğimi söylüyorum, memnuniyetle kabul ediyorlar.

Az sonra, odamın serinliğinde uzandığım yatakta notlarımı yazıyor, dinleniyorum. Her zaman ki, sabırsızlığımla, güneşin henüz insanın alnında patladığı saatlerde Zagreb sokaklarındayım yine. Herkesin elinde ya bir şişe su ya da bira , Zagreb’in devasa binalarının gölgelerine yahut parklarına sığınmışlar. Üzerine dizilmiş yapıların güzelliğine doyamadığım Mihanoviceva caddesini sonuna kadar yürüyor, sağda Savska adını alan caddeyi arşınlamaya başlıyorum. Solda, yemyeşil, harika peyzajlı bir bahçenin arkasında, paha biçilmez tablolara ev sahipliği yapan Mimara Müzesi, az ileride kirli koyu cephesi ile Etnografya Müzesi var. İlerideki Mareşal Tito meydanını süsleyen sarı bina Hırvat Milli Tiyatrosu. Masarykova, Praska caddesi derken, yine Zagreb’in vitrini sayılabilecek Jelacica meydanında buluyorum kendimi. Kalabalık bunaltıyor, kuzeye Dolac pazarına ilerliyorum. Pazar dağılmış, çöpler toplanmış, basınçlı su ile pazar yeri yıkanıyor. Çıkmaz bir sokakta yoğun barlar ve kalabalık masalar görüyorum. Az sonra, izini sürdüğüm köfte kokusunun kaynağını buluyorum. Cevapcici burası, yani ızgara salonu. Dışarıdaki masaların hepsi dolu, içeride serin, sakin bir köşeye mevzilenip, sipariş verdiğim köftelerimi ve salatamı beklerken, yan masadaki iki genç kızı izliyorum. Zavallılar, köftelerin içine konduğu pideyi, çatal- bıçakla yemeye çalışıyor, bir türlü beceremiyor, sonunda, sadece köfteleri yiyerek pes edip kalkıyorlar. Küçük parçalar halinde kopardığım pidelerin içine, köfteleri sıkıştırarak, bir Şarklı rahatlığı ile ve keyif alarak yiyorum. 46 KN hesabı ödeyip, güneşin hala insafsız sıcağı ile kavrulan sokaklara çıkıyorum. St. Stephan Katedralinin az ilerisinden kalkan otobüs durağındayım. Amacım; Mirogoj’a giden otobüse binmek. Katoliklerin çok önemsedikleri, birer çiçek bahçesi olan mezarlıklarından ilkini Venedik’te Sn. Mişel adasında görmüş, bu temizlik ve güzelliğe şaşırmıştım. Slovenya Bled’de bir akşamüzeri girdiğim Katolik mezarlığında da, çiçeklerin bakımını yapan, sulayan, her birinde yağ kandilleri yakan ( solar kandil kullanmaya başlamış olanlar da vardı ) insanlar bana şaşkınlık ve şüphe ile bakarken, ben, bir köşede, Katoliklerin yanında yatan iki Müslüman kadının mezarına takılıp kalmıştım uzun süre ve fatiha okumuştum. Mirogoj yolunda Hırvat’ların, ün yapmış, güzel mezarlıklarından birisi var. Güzel mezarlık tanımı garip, biliyorum, ama, LP’de bu mezarlığı çok övünce gidip görme isteğimi bastıramadım. Beklediğim 106 nolu otobüs geliyor, şöföre, “ bilet kaç para anlamında “ işaret yapıyorum, boş ver geç işaretiyle yanıtlıyor. Zaten, Avrupa’da Balkanlar’da anlayamadım; herkesin abonman kartı mı var, yoksa bedava mı geziyorlar. Bilet alan, para veren hiç görmedim. Herkes, elini kolunu sallayarak biniyor otobüse. Mezarlığım çevresinde yüksek duvarlar uzanmaya başlıyor, aralıklarla kubbelerle devam ediyorlar. Büyük bir kubbe de, içerideki kilisenin habercisi anlaşılan. Medvednica Mezarlığı burası olmalı. Şöföre derdimi bir türlü anlatamayınca, iniyorum. Mezarlığın etrafı, rengarenk kandiller, çiçekler, mumlar satan kulübelerle dolu. Birisine girerek, Medvednica Mezarlığını soruyorum. Doğru tahmin etmişim, doğru yerde inmişim. Adam şaşkın, “ nerelisin, mezarlıkta ne işin var “ diyor, yabancı olduğumu anlayınca. Ben de, laf olsun diye Franco Tudjman’ın mezarını ziyaret edeceğim diyorum. Sohbet esnasındaki güler yüzü asılıp, bembeyaz oluyor adamın. Meğer, Makedonyalı imiş. Tudjman, Yugoslav Federasyonu’nun son, Hırvatistan’ın ilk cumhurbaşkanı. Yugoslav Federasyonunun parçalanma sürecinde Hırvat güçlerine kumanda eden, şöven, baskıcı bir adam, Sırp kasap Miloseviç’le beraber savaş suçlusu ilan edildi yanlış hatırlamıyorsam. Onun da, bu mezarlıkta yattığını, LP’den okumuştum, kaldı ki; onu ziyaret etmek gibi bir niyetim de yoktu. Anlatınca, adam rahatladı, Yugoslav Federasyonu, iç savaşlar, Hırvatlar’ın şöven yaklaşımlarından bahsetti bana. Kilisenin yanında, geniş bir alanda Tudjman için bir anıt mezar yapmışlar. Kilisenin kubbesinin aksi, mezarlığın koyu renkli granitlerinin üzerine düşerken, Tudjman’ın ruhunun şu anda nelerle uğraştığını düşünüp, gülümsedim. Burası, gördüğüm Katolik mezarlıklarının hiç birinden daha iyi ve bakımlı değildi.

İçimi sıkıntı basıyor, oyalanmadan dışarı çıkıyor otobüs durağına geliyorum. Bu kez şöför 10 KN istiyor bilet için, ama, öyle şaşkın ve telaşlı ki; sanki, aylardır ilk kez bilet satıyor. Zagreb’te biletler, 1.5 saat geçerli, diğer, toplu ulaşım araçlarında da. Kaptol’de iniyor, artık, müdavimi olduğum yollardan hostelime geliyorum.

Yarın, bineceğim Saray Bosna otobüsü 06.30 ‘da kalkacak, saatimi 05.00 ‘e kuruyor, 8 saatlik yolculuk süresinde gerekli yiyecek, meyve ve sularımı küçük sırt çantama hazırlıyor, uzanıp LP’ den, Bosna Hersek ve Saray Bosna hakkında bilgi alıyor, Zagreb’in güzel kızlarla dolu caddelerinin perişan ettiği bedenimi yatağın şefkatine bırakıyorum.

24.05.2009 ( ZAGREB - SARAYBOSNA )

Akşam erken yattım ama, oda yolgeçen hanına döndü. Ben her uykuya dalışımda, sırtında çantası, yeni biri giriyor içeri. Sessiz de olsalar, toparlanıp yatana kadar uyuyamıyorum. Yine de; uykusuzum diyemeyecek kadar uykumu almış olmalıyım, 04.00 ‘de uyanıyorum. Uyusam, bir saat sonra uyanmam çok acı olacak. Oda arkadaşlarımı uyandırmamak için, çantalarımı koridora taşıyor ve gerekli son düzenlemeleri yaparken, bir yandan da, dışarıdan gelen sarhoş naralarını dinliyorum. Otobüs garajı, hostele yaklaşık 1.5 km. uzakta. Tren istasyonunun önünden tramvaya binmek için çıktığım halde, yürümeyi tercih ediyorum, henüz karanlık ve boş sokaklarda. En korktuğum şey, sırtımda, 20 kg. luk çantam, elimde küçük sırt çantam varken, sarhoş veya serserilerle dalaşmak. Sabahın serinliğinde, çantaların ağırlığı bunaltmıyor beni. Saraybosna otobüsünün hareket edeceği 303 nolu perondaki banklardan birine oturuyor, çantamdan çıkardığım küçük francala ekmeğin karnını, çakı ile yararak, jambon ve isli peynirleri dolduruyor, nestea eşliğinde harika bir kahvaltı yapıyorum. Hala, görünürlerde, kimseler yok.

Bu coğrafyada şöföre, bagaj bedeli olarak bir bedel ödemek adeti var. Genelde, 1 € civarında oluyor. Hareket saatine yakın, sırt çantamı uzatırken, kurnaz benden 2 € istiyor, ben de, cebimdeki, 0.5 € değerindeki metal Hırvat Kunalarını boşaltıyorum avucuna, sayacak vakti yok. Çaresiz cebine atıyor. Otobüse biniyorum.

420 km’lik yolu, 8 saat oturarak gideceğim. Otobüs, Hindistan’daki otobüslerden biraz daha düzgünce. Zagreb içinde çalışan otobüsler, bunun yanında uçak sayılır. Şaftta asimetri olmalı, giderken, otobüs bel kıvırıp duruyor. Zagreb çıkışında yeşil panorama başlıyor, ama ben, Slovenya’nın büyülü yeşilliğini beyhude arıyorum. Şaşılacak kadar geniş araziler ekilmiş ve bakımlılar. Yollar Türk tırları ile dolu. Yol boyunca ince çitlerle yol araziden ayrılmış. Bir ara, çitin yanında, yolu izleyen bir ceylana takılıyor gözüm. Ülkemde, koruma çiftliklerinde bile, vurulan hayvanlar aklıma geliyor, üzülüyorum.

Dümdüz bir otoyolda ilerliyoruz 1.5 saatten beri, içim geçiyor, uyuyacağım, ama; ortalığı seyredebilmek için direniyorum. Henüz, büyük bir yerleşimden geçmedik, sadece, bakımsız, derbeder köylerin yanından geçiyoruz. 08.45 ‘de Bosna Hersek’e ait Stara Gradiska kasabasındayız. Hepimizi indiriyorlar, küçük bir gişe önünde pasaport kontrolu için kuyruğa giriyoruz. Görevli, şöyle bir bakıp uzatıyor pasaportları. Hırvatistan’a girdiğimde de, çıkışımda da pasaportuma bir damga vurulmadı. Birisi sorsa, Hırvatistan’a girip, çıktığımı ispatlayamayacağım. Artık Bosna Hersek Federasyonu topraklarında, Sava nehri boyunca ilerliyoruz.

Not; Bosna Hersek’de; Saray Bosna, Travnik, Mostar, Blagaj, Medugorje yerleşimlerini dolaştıktan sonra, güneyden tekrar Hırvatistan’ın Dalmaçya sahillerine, Dubrovnik’e gittim. Burada, Dubrovnik gezi notlarıma devam ediyorum. Bosna Hersek gezi notlarımı ayrıca okuyabilirsiniz.

28.05.2009 ( MOSTAR - DUBROVNİK )

Mostar’da kaldığım odanın duvarlarında patlayan flaşlar ve gökgürültüleri ile uyanıyorum. Ardından korkunç bir yağmur ve rüzgar başlıyor. Pencere doğramaları ıslıklar çalmaya başlıyor. Yine uyumuşum, bu kez, uykunun belki de en tatlı yerinde telefonun saati uyandırıyor beni. Yine toparlanma, çantaların ite kaka kapatılma faslından sonra sessizce dışarı çıkıyorum. Ev sahibem Dada’yı, sadece iki kez gördüm kaldığım süre içerisinde. Anlaşılan, uykunun hakim olduğu saatler. Kaldığım ev ( 10 €/ gece ), otobüs garajının 50m. yakınında. Ancak, tekrar bir yağmur sağanağı başlıyor, sırt çantamdan, pançomu çıkarıp, kendimi ve çantalarımı korumaya alıyorum, yoksa 50 m. yolda bile sırılsıklam olacağım. Garda, 3-5 gençten başka kimseler yok. Korunaklı bir köşede, beton banka oturup, yağmur damlalarının su birikintilerinde oluşturduğu desenleri izliyorum.

Başında Balkan halklarına özgü, lacivert beresi olan, ufak tefek ama dinç bir yaşlı adam yanıma oturuyor, sigara ikram ediyor. Ömür boyu kullanmadığımı söyleyince şaşırıyor. Çok düzgün İngilizce konuşuyor. Uzun yıllar Almanya’da çalışmış, şimdi Mostar’da yaşıyormuş. Sohbet esnasında telaşla birisi yaklaşıyor yanımıza ve bana bir şeyler soruyor. Anlamıyorum. Yaşlı adamı Allah göndermiş olmalı; beni göstererek Dubrovnik diyor. Ne olduğunu anlamadan bir minibüse bindiriyorlar, yanımdaki genç kıza, “ nereye gidiyoruz “ diye soruyorum. “ istasyona “ diyor. Ben, anlamıyorum yine. Bu arada, telaşlı adam, bardaktan boşanan yağmur altında ilerleyen minibüs şöförüne yolları tarif ediyor. Mostar’ın ara sokaklarından birine girip, diğerinden çıkıyoruz. Korsan çalıştıklarını düşünerek, otobüs biletimi gösteriyorum. Okey deyip duruyor telaşlı adam. Çıkmaz bir sokakta, bekleyen otobüse transfer oluyor ve hemen hareket ediyoruz. Saat 06.30. Oysa, hareket saati 07.00. Acele etmeden, hareket saatinde gelseydim otobüs garajına, neler olacaktı kimbilir? Ya da, saatinde gelenler ne yapacaklar?

Saat 07.00. Blagaj’dan doğan Buna nehrinin, Neretva nehrine karıştığı kavşaktan geçiyoruz, Mostar’ı çoktan geride bıraktık. Mostar, tesadüfler, çelişkiler yumağı içinde derin düşünce ve endişelere sevk etti beni. Dün, Mostar köprüsünün üzerinde sohbet ettiğim Türk Jandarmalar, barışın tesisi için çalıştıklarını, başardıklarını da söylemişti, kalıplaşmış ifadelerle ve slogan atar gibi. İki günde gözlemlediğim kadarı ile; Boşnaklar, Hırvatlar ve Sırplar arasında, bunca derin düşmanlıklar ve kültür uçurumları varken, sorunlar, başka ülkeler tarafından devamlı kaşınırken barışın devamı konusundaki tereddütlerimde inşallah yanılıyorumdur.

Çok geniş arazilerde, çok düzenli bağlar oluşturulmuş, binlerce asma, damla sulama sistemi ile ve disiplin altında yetiştiriliyor, gördüğüm kadarı ile. Hava kapalı, devamlı yağmur yağıyor. Capljina’ dan girerken, ellerinde şemsiyeleri ile, su birikintilerinden atlayarak, pazara giden kadınları, yaşlıları izliyorum. Capljina’nın küçük otobüs terminalinde herkes indi. Yapayalnız kaldım otobüste. Zaten, Balkanlar’da neredeyse hep yalnızdım otobüslerde.

Yollar boyunca uzanan seraların üzerinde AB amblemlerini görüyorum. Belli ki; AB büyük fonlar aktarıyor bu yeni federasyona. Sırbistan’a da, “ uslu durursan, sözümüzden çıkmazsan seni de AB’ye alırız “ diyerek oyalıyor olmalı Türkiye’ye yaptığı gibi. Bosna Hersek’in sadece batısı Hırvatistan ile komşu. Ülkenin kuzeyi , güneyi ve doğusu Bosna Sırp Cumhuriyeti ile kuşatılmış. Sırp Cumhuriyeti, Bosna Hersek katliamları sürecinde, Bosnalı Sırplar tarafından etnik temizliğe tabi tutulan, en verimli topraklara sahip, 25000 km2 alanı, 1600000 nüfusu olan ve Sırbistan’ın babalığı sayesinde ayakta durabilen ve Batı politikalarının Kosova’ya bağımsızlık vermesinden sonra, iki arada bir derede kalan, kan, zulüm ve gözyaşı üzerine kurulmuş Bosna Hersek’i oluşturan iki cumhuriyetten biri. Diğeri, Boşnak- Hırvat Federasyonu. Bosna Hersek üzerindeki politik etkinliği kaybetme durumu olmasa, çoktan Sırbistan ile birleşecek.

Bosna Hersek’in batı sınırına yakın köylerinde, Hırvatistan bayrağı dalgalanıyor. Bosnalı Hırvatlar da, politik nedenlerden dolayı Hırvatistan’a ilhakı geciktiriyorlar. Geçtiğim Boşnak ve Hırvat köylerinde, mermilerle delik deşik olmamış bir tek bina yok. Şu günlerde, Sırp Cumhuriyetinin ve Sırbistan’ın sesi fazla çıkmıyor. Amerika ve Batılı egemen devletlerin dünyadan izole ettiği Sırbistan, iç savaş yıllarındaki şövenist politikaların ve katliamların bedelini, uluslar arası toplumun dolaylı, dolaysız ambargoları ile ödüyor. İşin garibi; Sırp Cumhuriyeti’nin resmi başkenti Saraybosna, fiili başkenti Banja Luka. Nitekim, Hırvatistan’dan Bosna Hersek’in kuzey sınırına girdiğimiz Stara Gradiska sınırı, Sırp Cumhuriyeti sınırları içinde olduğu halde, pasaport kontrolünü Bosna Hersek polisi yapmıştı. BH’den çıkarken, yine Sırp Cumhuriyeti topraklarında ilerlediğimi, Sırbistan bayrağının renklerini taşıyan ( bir tek amblemi yok ) Sırp Cumhuriyeti bayrağının neredeyse her sokak ve ev üzerinde dalgalanmasından ve kiril harfleri ile yazılmış pano ve levhalardan anlıyorum. Yüksek dağlarla çevrelenmiş bir vadide akan dereyi takip ederek ilerliyoruz. Her yer yemyeşil fundalık. Enerji taşıyan yüksek gerilim direkleri devrilmiş, doğrultmamışlar, yerden sadece bir metre kadar yükseklikteki tellerle 35000 volt enerji taşınıyor. Sık sık, yol kenarındaki arazilerin tel örgülerle çevrildiğini görüyorum. Üzerlerinde mayın döşeli araziler olduğunu ve insan ve hayvan girmesini yasaklayan levhalar var. Mayınları temizlemek yerine, izole etmek daha pratik olmalı. Üç beş haneli yerleşimlerde genellikle hayvancılık yapılıyor, yer yer çok geniş ve ekili araziler görüyorum. Dağılmak üzere olan, eski taş evler çoğunlukta. Bir köy meydanında 5 Sırp daha biniyor. Dikkat ediyorum, şoför her yolcuya, üzerine aldığı miktarı yazan bir bilet veriyor, vermeden de hareket etmiyor.

Zaman zaman öyle dar yollarda ilerliyoruz ki; karşıdan gelen tır veya büyük araca yol vermek için, geri geri giderek, geniş bir yerde yol vermek gerekiyor. Yola çıkalı iki saat oldu, bir saattir Sırp Cumhuriyeti topraklarından geçiyoruz. Dünyanın hiçbir yerinde, bir ülkeyi üç taraftan böylesine kuşatan bir harita olduğunu sanmıyorum. Mayınlı araziler de, ikaz levhaları da bitmiyor. Kiril harfleri ile yazıldığı için anlayamadığım büyük bir yerleşimde herkes iniyor, yine tek başıma kalıyorum otobüste. Solumda güzel bir göl uzanıyor, ardındaki tepelere takılmış bulutların bıraktığı yağmurlar çizgiler halinde parlıyor güneşin altında. Bir askeri birliğin yanından geçiyoruz, birlikten çok bir müzeye benziyor. Yan yana dizilmiş, paslanmış hurda halinde bir çok tank ve uçaksavar, parçalanmış gövdeleri ile savaşın vahşiliğini o kadar güzel anlatıyor ki.

Üç saat sonra Trebinje isimli bir Sırp kentine giriyoruz. İlk defa derli toplu bir Sırp yerleşimi görüyorum. Banja Luka ‘dan bile daha modern ve temiz. Neredeyse her evin bahçesinde bir otomobil enkazı var. Bunu, Yunan adalarında ve Yunanistan köylerinde de görmüştüm. Anı olarak saklıyor olabilirler mi? Trebinje çıkışında Sırp ve Boşnak mezarları yan yana, garip geliyor bana. Bir gariplik daha dikkatimi çekiyor. Ayrı cumhuriyet olsa da, Sırp Cumhuriyetindeki araçların plakalarını Bosna Hersek Federasyonundan alıyor Sırplar. İlk olarak bir otobüsün itilerek çalıştırıldığını görmek nasip oluyor bu topraklarda, 4-5 kişi nefes nefese perişanlık sergileyen otobüsü iterek çalıştırmaya başarıyorlar.

Tekrar yollardayım. Adriyatik Denizine yaklaştıkça bulutlar parçalanmaya başlıyor, güneş yüzünü gösteriyor. Dubrovnik güneşli günlerle merhaba diyecek sanırım bana. Saat 10.30 , İvanice sınır kapısına yaklaştık. Pasaport kontrolu için binen polis benim pasaporta takıldı yine, sayfalarını çevirip duruyor. Uzanarak, Stara Gradska’da vurulan giriş damgasını gösteriyorum. Tatmin olmuyor, mırıldanıp duruyor. Önümdeki yaşlı kadın tercüme ediyor. Polis, nereden gelip, nereye gittiğimi soruyormuş. Abuk da olsa cevaplıyorum. Pasaportu uzatıyor, yine girdiğim bir ülkeden, pasaporta çıkış mührü vurulmadığı için çıkmamış görünüyorum. Artık alışıyorum bu garipliklere. Az ileride Hırvat polisi biniyor bu kez. Yandaki koltukta duran çantamı ters çevirip boşaltmaya hazırlanırken, sinirleniyorum ve “ ben gezginim, çantada sadece çamaşırlarım var “ diyorum. Bu kez de “ silahın var mı ? “ sorusu ile karşılaşıyorum, sonunda teşekkür ederek pasaportumu uzatıyor, ben de derin bir nefes alıyorum. Hırvatistan gümrüğünde pasaportlara ne giriş, ne de çıkış damgası vuruluyor. Ayda yılda bir aracın geçtiği İvanica sınır kapısında, bu zavallılar da, zavallı Metin ile uğraşıyorlar anladığım kadarı ile.

Yaklaşık bir hafta önce, Slovenya’da, Ljubljana’dan bindiğim tren ile Hırvatistan’ın başkenti Zagreb’e girmiştim. Bugün ikinci girişim Hırvatistan’a. İvanica’dan sonra, her tarafı kuşatmış, sapsarı katırtırnaklarının arasından, inişe başlıyoruz. Az sonra Adriyatik Denizi görünüyor. Dubrovnik’e yaklaşmış olmalıyız, ama henüz, hiçbir levha görmedim. İncecik bir haliç kıyısında ilerliyoruz. Deniz büyük, küçük tekne dolu. Küçük bir otogarda duruyor otobüs, önümdeki kadına soruyorum; “ Dubrovnik uzak mı? “ Kadın gülerek, “ geldik “ diyor.

Bir tane levha görmeden, dünyanın en popüler turistik kentlerinden Dubrovnik’e gelmiş olmanın şaşkınlığı içerisinde, otobüsten iniyor çantalarımı sırtıma vuruyor, ilk adımlarımı atıyorum Dubrovnik topraklarına. Balkanlarda çok popüler olan bir sahne burada da tekrarlanıyor. Ellerinde “ soba “ yani kiralık oda yazan kartonlarla iki kadın yanaşıyor. Eski şehirdeki odalar için 20 € istiyorlar. Ancak, artık, otobüs veya tren istasyonuna yakın yerlerde kalmaya dikkat ediyorum. Çünkü, ilk vardığımda ve ayrılırken , sırtımda çantalarla dünyanın yolunu yürümek zorunda kalmıyorum. Oysa, yüküm hafifledikten sonra, gezmek amaçlı, Balkan şehirlerini bir baştan bir başa gezmek zor olmuyor benim için. Kadınlar, bir süre takip ediyorlar beni, umudu kesip, peşimi bırakıyorlar sonra. Hava ne çabuk ısınmış, daha ilk adımlarda sırtımdan ter çıkmaya başladı. Split kentini işaret eden soldaki caddeye ( Andrine Hebranga ) giriyorum. 200 m. sonra, sağda bir binanın üzerinde “ soba, rooms “ levhalarını görüp, eski taş bir binanın kapısından içeri dalarak, dairenin kapısını çalıyorum. Bu ülkelerde yönetimler, denetlediği binalara aynı tip levhalar asıyor, hem kiraya verenlerin standartlarını , hem de vergilerini denetliyorlar. Yaşlı bir kadın karşımda yine, neden hiç kiraya verenler arasında genç bir kadın karşıma çıkmadı şimdiye dek diyerek hayıflanmaya vakit kalmadan, tertemiz bir oda için 100 KN dese de; 90 KN’e indirerek kırmıyor beni. Taş duvarların, yüksek tavanların, ahşap panjurların sayesinde odam öyle serin ki; bir an , uzanıp dinlenmeyi düşünsem de; vaktimi heba etmemek uğruna, hemen sahile, feribot iskelelerinin yanına yürüyorum. Eski şehrin bulunduğu yarımadadan çok daha büyük olan ve Babin Kuk ile Lapad adında iki bölgeye ayrılan yarımadanın sahiline sapıyor, henüz, akşamın yorgunluğunu atamamış, taverna ve restoranların önünden ilerliyorum. Anladığım kadarı ve Lp ‘den öğrendiğim kadarı ile, Lapad yarımadasında, kayda değer tarihi bir doku yok. Daha çok, giderek ünü artan Dubrovnik’in turist yükünü göğüsleyen otel, restoran ve evlerin yoğunlukta olduğu bu bölgeden, Dubrovnik’in, daha doğrusu Hırvatistan’ın göz bebeği Stari Grad ( Eski Şehir )’a yürümeye karar veriyorum. Sıcak hava korkutuyor beni, şimdiden yorulmamak için, önüme gelen ilk duraktan Eski Şehir’e girişi sağlayan Pile kapısının önüne gitmek üzere otobüse biniyorum. Aslında, yormayacak kadar da yakınmış, Pile kapısının önü ana baba günü şimdiden. Alman ve Japon turist kafileleri, rehberlerinin flamaları ardında akın akın hücum ediyorlar kale kapısından içeri. Bu hücumlar Hırvatları çok memnun ediyor olmalı, zira 2008 yılında, 7.5 milyar euro turizm geliri sağladı bu Adriyatik ülkesi. Bir kenara çekilip, kapının boşalmasını bekliyorum, ortalık sakinleşince, süzülüyorum Eski Şehrin labirentli sokaklarına Pile kapısından. Kapının üzerindeki nişte, Katolik ulularından St. Blaise’nin, Hırvat sanatçı İvan Mestroviç tarafından yapılmış kabartma heykeli bulunuyor, kapı 1460, önündeki köprü ise 1537 yıla tarihleniyor. Bir yandan da, bunları hatırladığıma kızıyorum, daha kahvaltı yapmadım, İvan Mestroviç’in eserini terennüm ediyorum. Daracık sokaklarını biraz bekleterek, kıpır kıpır bir marketten, Hırvatların ünlü peyniri Paşki Sir ile mortadella salam dilimletiyor, lezzeti görünüşünden belli olan francala ekmeğe bir güzel dizdiriyorum güzel tezgahtar kıza. Kızcağız kırmızı yanakları, dolgun dudakları ile gülümsüyor, afiyet olsun diyor. Bir de Nestea alarak, Stara Grad’ın, henüz turist adımı atılmamış, kimsesiz bir sokağını aramaya başlıyorum. Çok geçmeden, asırlık bir çeşmenin yalağında kahvaltımı, büyük bir keyifle yapıyor ve 60 KN ‘a makarna satılan, Stari Grad’da 23 KN’e, yani 6 YTL ‘ye mükellef bir ziyafet çekiyorum kendime. Yağmur, burada da, peşimi bırakmıyor, Jesuit Manastırının fasadını seyrederken, bastıran yağmurdan, en inançlı ve inat misyonerler çıkarmış Cizvit’lerin manastırına sığınarak kurtuluyorum. Geldiği hızda gidiyor yağmur, şehrin, taş döşeli yollarında akıl almaz bir hızda buharlaşıp, yok oluyor. Az sonra, ana arter Plaka’dayım, her zamanki gibi, omuz omuza yürünüyor burada. Dubrovnik’in bağımsızlık sembolü ve herkesin buluşma noktası olan Orlanda Sütununun kaidesinde, elinde kılıç taşıyan savaşçının ayaklarının dibinde oturup, hem nefesleniyor, hem de bunca insanı Dubrovnik’e çeken şeyin ne olduğunu düşünüyorum. Öyle çok insan var ki ortalıkta fotoğraf çekmek mümkün değil. Plaka caddesi boyunca yürüyüp, Francisan Manastırının karşısındaki Onofria çeşmesini seyrediyorum. 1438 yılında, 12 km. uzaktaki Rijeka kuyularından su getirmek için yapılmış ve bir çok büyük depreme direnebilmiş. Dubrovnik Katedralinde, kopya çektirmemeye yeminli bir lise öğrencisini andıran görevli rahibeyi seyrediyorum oturduğum sıradan. Sesini az yükselten olunca, yanıbaşında bitiyor ve kapıyı gösteriyor. Uzun zamandır bir niş üzerindeki tabloyu seyrediyorum. İsa, yanında 12 havarisi, yanındaki bir hastayı meshedip ( ellerini sürerek ) mucizesi ile iyileştiriyor. Ancak, kapkara cübbesine gömülmüş Yahuda, çaktırmadan sıvışıyor, Yahudilere İsa’yı ihbar etmek için. Dört farklı İncil’in anlattıkları geliyor aklıma. Kimisi, yanlışlıkla İsa’nın yerine asıldığını, kimisi vicdan azabından kendini astığını, kimisi de ihbar karşılığı aldığı paralarla sahip olduğu tarlada çalışırken, düşüp feci şekilde öldüğünü yazar. İsa’nın ölüp ölmediği, hatta yaşayıp yaşamadığı tartışılır durur iki bin yıldır. Daha sonra girdiğim, Ortodoks Kilisesi, her zamanki gibi, sarı yaldızlı panosu, göz alıcı ikonaları ile Nikos Kazancakis’in romanlarını hatırlatıyor bana.

Sırada, Adriyatik Denizi ile haşır neşir olmak için; sahile, marina’ya inmek var. Balık istifi dizilmiş tekneleri, karşımda dimdik duran Stari Grad’ın duvarlarını seyrediyorum, yüzümü yalayan ılık rüzgarlarda. Sonra, şeytan dürtüyor; çok yukarılarda uzanan Split yolundan, Eski şehri fotoğraflamak için, daracık merdivenli Bernard Shaw sokağını tırmanmaya başlıyorum. Çabuk biter diyerek, baştan saymayı ihmal ettiğim merdivenler nefesimi kesiyor, sanırım 600-700 merdivenden sonra, Split yolu üzerindeki seyir teraslarından birinden istediğim fotoğrafları çekiyorum.

Dönüşte nasıl oluyorsa, sahilde Gruz ( liman ) önünden gitmeyi planlarken, yol bir türlü bitmiyor, fark etmediğim bir kıstaktan, Lapad yarımadasının tam göbeğine yürümüşüm. Yaklaşık 5 km. yürüyerek, Gruz’a geliyor, sahil boyunu takip ederek odama giriyorum. Evde kimseler yok. Az sonra ev sahibem Şima geliyor, dinlenip çıkacağımı anlayınca, “ bir Türk kahvesi yapayım, içtikten sonra gidersin “ diyor. Tabii İtalyanca söylüyor bunları. Yine de anlaşıyoruz. Kocası ölmüş, kızını evlendirmiş, dört yıl torununa bakıp büyütmüş. Ben de, “ eşim torunumuzu büyüttüğü için, şimdilik yalnız geziyorum “ diyorum. ID ( kimlik ) kartını gösteriyor, 1931 doğumlu, bir Hırvat çınarı, hem de tam bir hanımefendi. Bir an, bir savaşta, bu kadınla karşılaştığımı, kendisini öldürmem veya evini yıkmam emredildiğini düşünüyor, ürperiyorum. Aldığım kunaların bir kısmını Sima’ya vererek, iki gecelik hesabımı ödüyorum.

Evin 200m. yanındaki Autobus Kolodvar ( otobüs terminali ) ‘ ne geliyor ve Karadağ Kotor’a gidecek otobüs hareket saatlerini, elimdeki bilgilerle teyit ediyorum. Bilgiler doğru, hergün 10.30 ‘da Kotor’a otobüs hareket ediyor.( 114 KN ). Hemen yan taraftaki, büyük Konzum marketten, bu akşam ve yarın sabah için yiyecek bir şeyler, bira ve su alıyor, odamın sessizlik ve serinliğine sığınıyorum. ( 63.89 KN ).

Yarın, herkesin uykuda olduğu saatlerde Stara Grad’ın, sakin ve boş sokaklarında dolaşmak, fotoğraf çekmek istiyorum.

29.05.2009 ( DUBROVNİK )

İtalya’dan başlayan gezi esnasında, her gün devam ettirdiğim koşuşturmalar ve sıcak nedeniyle, sanırım vücudum kendimi yenileyemez oldu. Bacaklarım, baldırlarım ağrıyor. Odamda yaptığım kahvaltıyı, kendi demlediğim çayla renklendiriyorum. Erken saatlerde, kalabalığın çılgınlığından uzak bir Stari Grad gezisine başlamak için Gruz’a kadar yürüyor ve durakta otobüs bekliyorum, gecikince şeytan dürtüyor, Pile kapısına yürümeye karar veriyorum. 2 km. lik yol, sabah serinliğinde rahatsız etmiyor, henüz rehberlerin flamalarının ve turistlerin çığlıklarının dalgalanmadığı bir ortamda Pile kapısından Eski Şehir’e giriyorum. Henüz sertleşmemiş sabah ışıkları ile Plaka’nın, Onofrio Çeşmesinin, Sponza Palas’ın önünden geçerken, bomboş, kimsesiz, alışılmadık sokaklar biraz hüzünlü görünse de, binlerce insanın ayaklarının altında, cilalanmış, parlayan döşeme taşlarının üzerine düşen, asırlık binaların yansımalarını fotoğraflamak keyif veriyor bana.

Orofrio Çeşmesinin karşısındaki merdivenlerden, Eski Şehir duvarlarına çıkılıyor. Dubrovnik’i, Eski Şehir’i, Adriyatik Denizini en güzel seyredebilmenin, 2 km. boyunca çepeçevre uzanan şehir duvarlarına ulaşmanın yolu, buradaki gişeden ve 50 KN vererek alınan biletten geçiyor. Bu duvarlarda yürümeden, etrafı seyretmeden, Dubrovnik gezisi eksik kalırmış gerçekten. Çepeçevre dolaşarak bir tur atıyorum. Hava ilk saatlerde bulutlu idi, sonradan, kendini gösteren güneş altında, eski şehir başka bir aleme büründü, çatıların kırmızıları daha bir canlandı. Yugoslav Federasyonunun çöküş sürecinde, 1991 yılından itibaren, Sırp topçularının ateşi altında perişan olan Dubrovnik, Unesco fonları ile ciddi bir yenilenme sürecine girerek 2005 yılında, yeniden turist akınına hazır hale geldi. Binaların pek çoğu, çatıların neredeyse tümü yenilendi. Bu nedenle, Eski Şehir duvarlarından görülen kiremitler böylesine canlı ve çekici. Güneş ışıklarının değiştirdiği panorama için bir tur daha atıyorum Eski Şehir duvarlarında. Duvarların üzeri giderek doldu, yer yer kalabalıktan ilerleyemez oldum. Kiremitlerin oluşturduğu kırmızı fon üzerinde bir beyazlık dikkatimi çekiyor. Bir evin çatısına asılmış, sütyen bayrak gibi, flama gibi sallanıyor şehrin üzerinde. Böylesine belirgin bir yere asılmasının ardında bir mizah mı yoksa bir mesaj mı var diye düşünüyorum. Baktığımı gören bir Japon kafilesi de kahkahalarla bu beyazlığa takılıyorlar, büyü bozuluyor yani, ilerliyorum.

Yaklaşık, 4 saate yakın duvarların üzerinde dolaşıyorum. Marinaya iniyorum daha sonra, denizin şırıltısının duyulduğu banklardan birine oturuyor, güneşin altında kendimi salarak, miskinliğe bırakıyorum bir müddet. Henüz deniz mevsimi açılmadığı halde, çok yoğun bir turist akını var , arka planda, çok iyi pazarlandığı, tanıtıldığı belli oluyor, üstelik hiç de ucuz bir kent değil Dubrovnik.

Yavaş yavaş kaldığım eve doğru ilerlemeye başlıyorum, sahil kıyısınca yürüyerek. Ev sahibem Şima’ya iki genç İspanyol kız daha gelmiş. Tanıştırıyor, biraz sohbet edip, odama çekiliyorum. Yemek sonrası, biraz uzanayım derken, uyumuşum. Cep telefonuma gelen abuk mesajlardan biri ile uyanıyorum. Banyo yapıp, cebimdeki son kunaları harcamak üzere Konzum marketin yolunu tutuyorum. Hava bulutlu, Lapad sahillerinde gün batımı çok fantastik görüntüler veriyor. Gruz’da, Mljet ve Korçula adalarına gidecek yolcular, hareket saatini bekliyorlar. Serin rüzgar zaman zaman ürpertiyor. Odama çekiliyor, notlarımı yazıyor, fotoğraflarımı düzenliyorum. Yarın Karadağ’a yolculuk var.

30.05.2009 ( DUBROVNİK - KOTOR )

Dün, 8 km. den fazla yürüdüm sanırım, akşam, deliksiz uyumuşum. Odamda, son Dubrovnik kahvaltımı yapıyorum. Şima, salonda oturuyor, beni görünce, kahve ikram etmek istiyor. Teşekkür ediyorum, bu kez kalkıp, asırlık büfeden çıkardığı cin şişesini göstererek, ısrarla cin ikram ediyor. Giderayak gönlü olsun diyerek, bir küçük kadeh ile alıyorum. Gözüm, duvarda asılı yağlı boya tabloya takılıyor. Derin bir sohbetin de kaynağı oluyor bu tablo. Dubrovnik yamaçlarındaki ormanların bir zamanlar, böylesi sık ve güzel olduğunu, ama turizm baskısı ile kesilerek, bina ormanına dönüştüğünü anlatıyor, üzüntüyle. Neden İtalyanca konuştuğunu anlamıyorum, Hırvatça yerine. Ama, ben dediklerini çok rahat hissedebiliyorum, müşterek dertlerimizden birine dokunduğu için.

Saat 09.00’da vedalaşıp Autobusna Kolodvar’a yollanıyorum. Bekleme salonunda LP’yi açıp, Karadağ ve Kotor hakkında bilgi derliyorum, ancak, salondaki klima öyle iddialı ki; buzhane gibi ortam. Çaresiz, dışarı çıkıp, durmaksızın yanıma gelen, kiralık oda pazarlayan kadınları izliyorum. Otobüs saatinde 3 nolu perona giriyor. Balkanlarda adet olduğu üzere, şöföre, bagaj ücreti olarak 1 € uzatıyorum. Zaten, adam, daha elini çantama atmadan “ uno yero “ diyor. Arkamdaki genç 5 KN uzatınca, uzun süre tartışıyorlar.

Hırvatistan sınırında, polis pasaportları toplayıp iniyor. 15 dakika sonra pasaport elime geçmeden tampon bölgede hareket ediyor otobüs. Muavinde olmalı pasaportlar, yine de, tedirgin oluyorum. Karadağ girişindeyiz. Muavin elindeki pasaport destesini, oturduğum yerden rahat görülen, kulübedeki polise uzatıyor. Tüm pasaportları bilgisayara kaydediyor, benim pasaporta gelince takılıyor. Masanın üzerine koyup, neden sonra eline alarak, yandaki karakol binasına gidiyor. Hemen her ülke girişinde karşılaştığım bir hadise bu. Sanırım, sahip olduğum yeşil pasaportun fazlaca tanınmamasından kaynaklanıyor bu durum. Az sonra çıkıyor ve masasında kocaman mührü basıyor pasaportumun üzerine. Bir terslik çıksa, elimde, Dışişleri Bakanlığının listesi var ama, anlatana kadar akla karayı seçeceğim.

Kaldığım mekanlar;

Zagreb Omladinski Hostel Petrinjka str. 77 130 KN

Dubrovnik Aoutobusna Kolodvar ( otobüs terminali )’nden çıkınca, solda, yukarı doğru çıkan Split yolunun ( Andrime Hebranga St. ) sağındaki ilk taş binada Şima isimli Hırvat kadının evi. Kapıda “ soba- rooms “ levhası var. 90 KN

 
Toplam blog
: 80
: 6572
Kayıt tarihi
: 04.03.07
 
 

Hayatın anlamı; anlamlı yaşamaktır. ..

 
 
 
 

 
Sadece bu yazarın bloglarında ara