- Kategori
- Bayramlar
Hüznün adı mühür gözlüm

Her Kurban Bayramı sabahı hala içimde korkunç bir boşlukla uyanır içim üşür adeta yıllar önce yaşadığım bir anı beni sarar sarmalar... Yaklaşık yarım asır önce; İç BatıAnadolu eşiğinde beyliklere yurt olmuş bu taşra şehrinde geçti çocukluğum, ilk gençliğim. Hayatın yaşanmışlıkları içinde hep güzel anılar olacak değil ya beni üzen, paramparça edenlerde var elbet. Şehre 2-3 km uzaklıkta ki çiftlik evimizin etrafı çitlerle çevrilmiş çok geniş bahçesinde beni ve kardeşimi her zaman meşgul eden; bize sevgilerin en yücesi olan hayvan sevgisini fazlasıyla tattıran bir sürü dostlarımız vardı. İlk oyuncaklarımız belki de onlardı diyebilirim. Bizi havaların güzel olduğu zamanlarda kimse evde tutamaz, ilk fırsatta onlarla hemhal olurduk.
Yumurtadan yeni çıkmış sapsarı, titrek, telaşlı civcivler cezbederdi en çok bizi. Ağızları hep açık ayakta durmakta zorlanan sarı , minik yün yumakları... Elimize alır mıncıklardık adeta. Büyüklerimiz arada bir göstermelik olarak paylar, onların büyümesine sevgimizi kattığımızı görünce pek ses çıkarmazlardı. Hemen büyürler, etrafa caka satan babalarından pek yüz bulamadıkları için analarının merhametine sığınırlardı. Hele ördek yavruları nasılda koşarlardı analarının arkalarından paytak paytak ip gibi sıralanır, sabah banyosu almak için gölete doğru...Ne kadar kızdırırdık sevgiyle hindileri :
Dünyanın en güzel gözlüsü minik sıpam; hala aklıma geldikçe gözlerim sevgiyle parlar bir kat daha.Biz mi onun peşinden koşardık, o mu bizim peşimizden şimdi hafızam bana çok ketum davranıyor anımsayamıyorum. Ama o gözler ve minik sıpam gözlerimin önünde dans ediyor hala... Kardeşimle ikimizin devamlı üzerinde olmaktan mutluluk duyduğumuz midillimizde ayrı hikaye. Boyumuza göre munis iteatkar, iyi terbiye edilmiş midillimizle seyisin nezaretinde bahçede dolaşırken, kendimi çocuk değil de büyümüş, olgunlaşmış hisseder yardımcılara babacığımdan örnek alıp emirler yağdırırdım elime küçük oyuncak kırbacımı alıp ...
Dostlarımın birer ismi vardı. Sarı buzağı Benekli Damalı Çilli Ay parçası Minik Fıstık Mıstık Nazlım Tosun Yosun Çapkın Duman Gülcemal Gülnihal Nevbahar... Büyüklerimizden isim konusunda yardım alır, dünyanın en ciddi işini yapıyor gibi büyük bir vakarla söyledikleri isimleri beğenmezdik.Türkmen Dağı'nın kekik kokulu başı dumanlı bol çayırlı sık çam ağaçlı envai renkte çiçek açan sulak yaylalarında yaylayan sürülerimizin olduğu yere götürmesi için babacığıma yalvarırdık. Havaların elverişli olduğu zamanlarda maaile yayla evine çıkılır, biz hemen sürülerin içinde kaybolurduk. O güzelim gözünü yeni açmış minicik kuzuların, oğlakların peşinden koşar çobanları ve köpekleri epey uğraştırırdık.
O sevgili mühür gözlümü işte orada görüverdim... Adeta mıknatıslanmış gibi kalakaldım, gözlerimiz aynı anda birbirine kilitlenmişti o da beni sevmişti galiba kaçmadı veya kaçamadı. Kucakladım öptüm öptüm yüzüm yumuşacık, kısacık tüylerinin içinde kayboldu. Annesi etrafımızda pervane gibi dönüyor meliyordu. Bebeğinin karnı acıkmıştı emzirecekti ya da mahremine yad elller uzanmıştı analık içgüdüsüyle çırpınıyordu. İkimiz bir bütün olmuştuk. Kucağımdan kimse alamıyor, kundaktaki bebek gibi taşıyarak sendeleye sendeleye kaçmaya çalışıyordum. Onlar çabaladıkça avazım çıktığı kadar feryat ediyor gözlerimden sicim gibi yaşlar dökülüyordu. O benim bebeğimdi artık...Dönüş vakti yaklaşınca inatla bebeğimi de çiftliğe götürmek istedim şımarıkça, her zaman iteatkar olan beni ikna etmek ne mümkün. Anasından ayıramayacakları için onu da götürmek mecburiyetinde kaldılar.
Gözümü açar açmaz hemen ağıla mühür gözlümün yanına koşuyordum.Artık kucaklıyamıyordum ama uzun tüylerinin içinde hapsoluyordum ekseriya.Neredeyse ağılda yatacaktım üstüm başım koyun kuzu kokuyordu...
Kardeşimle ikimize değil ağıla gitmek, bahçeye bile çıkmak yasaklanmıştı o gün nedense...Evet o gün Kurban Bayramı'y dı . Sabah ezanından önce kalkılmış, evin tüm erkekleri şehirde bayram namazını kılıp gelince ailece geleneksel sabah kahvaltısı yapılıp el, etek öpünce yüklüce bahşişlerimizi almıştık. Haminnem etrafı iğne oyalı, üzerinde ismimin baş harfleri işlemeli ipek mendil hediye etmişti ilk kez içine reşat altını iğnelemişti artık kocaman bir kız olduğumu hatırlatarak...
Müştemelatın bahçesinde erkekler toplanmış ne yapıyorlardı acaba?. Pencereden ne kadar uzanırsam uzanayım göremiyordum, sorularımızı habire geçiştirip bizi oyalıyorlardı.Ben 6 kardeşim 5 yaşındaydık cevapları hiç aklıma yatmıyordu ya hadi neyse...
Bahçede ocaklar kurulmuş, kazanlarda kavurmalar pişiyordu galiba kokusu hemen burnuma geldi sevinçle el çırpmaya başladık. Bir yandan masalar kuruluyor bembeyaz kolalı masa örtüleri seriliyor pürtelaş içinde hizmetliler yemek takımlarını ve yiyecekleri bahçeye taşıyorlardı hazırlıkları pencerenin önünde heyecanla temaşa ediyorduk.
-Sevgili ağabeyciğim; bu kuzulardan birisi sevgili küçüğümün mühür gözlüsüymüş doğru mu? Der demez sadağından kurtulmuş tüm oklar kalbime ciğerime saplandı gözlerimden iki ejderha alevler püskürttü. Her zaman şimal limanına bağlı duran yıldızlar ufalanıp konfetiler gibi tepemden aşağıya savruldu. Elim ayağım zemheride kalmış gibi soğudu titredi. Başım topaç gibi dönmeye başladı dişlerim birbirine vurup takırdadı. Kelimeler heceler ağzımın içinde kayboldu gözlerimin önüne kapkara bir perde çekildi. Uçaktan paraşütle atlayan havacılar gibi kendimi boşluğa karanlığa ayaza bıraktım.Kendimi bilmez halde 3 gün ateşler içinde yatmış masada bulunan aile doktorumuz Agop Efendi' nin ilaçları bile kendime gelmemi sağlayamamıştı. Haminnem en sevdiği küçük oğlunu hiç affetmedi ölümünden birkaç gün öncesine kadar...
-Böyle şaka mı yapılırmış el kadar kızcağıza ? Diyerek amcamın özürlerini reddetmişti. Halbu ki amcacığım ne çok severdi latifeyi, kişiliğinin bir parçasıydı nüktedan oluşu. O da tövbe etmiş bir daha bilhassa benim ve haminnemin yanında sarfınazar ediyordu değil latife yapmaktan konuşmaya bile...
- Mühür gözlüm beni ölünceye kadar hiç yalnız bırakmamıştı o ve ben ikiz eşi gibiydik. Ama o beni mahzun bırakıp göçtü erkenden...