Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 
 

AYFER AYTAÇ GAZETECİ YAZAR

http://blog.milliyet.com.tr/ayferaytac

03 Haziran '19

 
Kategori
Bayramlar
 

Huzura Erdiremediklerimiz

RAMAZAN BAYRAMINDA BÜYÜKLERİMİZİ ZİYARET EDELİM HAYIR DUALARINI ALALIM. BİR ZAMANLAR YANLARINDA HUZUR BULDUĞUMUZ
ANA BABALARIMIZI BOYNU BÜKÜK GÖZÜ YOLDA KOYMAYALIM.

HUZUR EVLERİNE GİDELİM YAŞLILARIMIZIN GÖNLÜNÜ HOŞ EDELİM, MANEVİYATIMIZDA HOŞLUK BULALIM.

Onlar ki; bizim büyüklerimiz, atalarımız, geçmişimizin yadigârları. Hayatlarının geri kalan bölümünü huzurevinde yaşayan yaşlılarımız onlar. Onların yaşantıları çoğu kez filmlere konu olmuş, izleyenlerin yüreklerini burkmuştur. Buna rağmen onları huzurevlerine göndermeye gönlümüz razı olur. Onların pek çoğu yaşadıkları evlere ana babalarını sığdıramayan hayırsız evlât kurbanları…

Bir düşünün; ana baba bin kötü de olsa dünyaya getirdiği evlâdını yaşadığı her şartta bağrına basıyor, hastalığında, sorunlarında evlâdının yanında, arkasında oluyor. Her koşulda yavrusuna kol kanat geriyor. Ve bir gün yaşlandığında, yaşlanıp da ihtiyarladığında,  hatta öyle ki bazıları için erzel-i ömür gelip çattığında kendi gözünden sakınıp büyüttüğü yavrucukları tarafından huzurevine gönderiliyorlar.

Orada yalnızlığa ve sahipsizliğe terk ediliyorlar. Ne kadar vahametli bir durum öyle değil mi? Söz gelişi; bir ana babanın dokuz evlâdına bakması ve sonrası dokuz evlâdın bir ana babaya bakamaması…

Ne kadar içler acısı bir durumdur, özene bezene yetiştirdiğin evlât tarafından bir gün huzurevine terk edilmek ve böylece de onlar tarafından bir daha aranmamak… Oysa ana babalar evlâtlarını yetiştirirlerken nasıl da iyi temennili bir hayat umarlar onlar için? “Oğlum kızım büyüyecek, yuvasını kuracak, o yuvasında bana da yer verecek, torunlarımın cıvıltısı içinde mutlu olup emeklerimin karşılığını tastamam alacağım.”

Sonra o özlemle beklenen günler geldiğinde çocuğunun evi yerine bir huzurevi odasına kapanır ana veya baba. Torunlarının sesleri yerine huzurevinde tanıştığı kendi durumunda insanlarla vakit geçirmeye çalışır. Onlara ayak uyduracağım, huzurevinin kurallarına uyacağım, diyerek belli yaştan sonra kendini yeniden disiplin altına almaya uğraşır. Huzurevi ortamında, âdeta kalabalığın ortasında tekler durur onlar. Etraflarında aynı yolun yolcuları ve pek çok huzurevi çalışanı olmasına rağmen onlar o kadar yalnızlardır ki, öylesine mutsuz ve çaresizlerdir ki; gidecek başka yerleri olmaması da tüm bunları katmerlendiren en büyük etkendir. Konuşacak başka kimseleri yoktur oradakilerden başka. Böyle mi olmalıydı sonbaharları? O evlâtlarına hasretle kısılmış gözlerin çevreye ve birbirlerine bakışlarında nasıl hüzün vardır bir bilseniz, nasıl kapıları her açılışta o gözler kapıya çevriliyor, nasıl hasretle yakınlarını bekliyorlar bir anlasanız. Gözleri yolda, hep gelecekleri gözlüyor.
Onlar yaralı bir kuş âdeta, sarılmak istiyorlar. Sevilmek, sayılmak istiyorlar. Ama kim sevecek, kim sayacak onları? Hani o evlâtlar nerede? Üç çocuğu var ama bir anne birinin evine bile sığmıyor. Bir baba oğlunun evinde fazlalık görülüyor.

Ne yazık ki, insanoğlu kendi geleceğini inşa edemiyor. Bu gün ona, yarın bana, demesini bilemiyor. Bu konuda bir temsili anlatım vardır bilirsiniz; bir gün zengin evin birinde oğul babasını zengin dostlarından gizlemek adına babasına tavan arasında bakarmış, porselen kaplara salyası sümüğü bulaşmasın diye de babasının yemeğini ağaçtan oyma bir kapta verirmiş, bir gün babası vefat etmiş, o ağaç kap çöpe atılmış, bu oğlun oğlu da çöpten kabı alıp gelince, babası sormuş “Oğlum o kap dedenin yemek kabıydı, çöpe attık, sen ne diye alıp getirdin?”, çocuk cevap vermiş “Baba bu kap bana lâzım, onu saklayacağım ve bir gün, sen yaşlandığında ben de sana bu kapla yemek vereceğim.” Esas oğlun o ân aklı başına gelmiş, ama giden gitmiş ne fayda…

En fazla 80-90 yıl yaşayacağımız bu dünyada paylaşamadığımız ne var ki? Ozan ne demiş, “Geldi geçti benim ömrüm, hele bir yel esmiş gibi.” Bir yel esimliğe dönen ömürde bunca aymazlığımız nedendir? Ulemaları Allah’ın ve peygamberin emrinden sonra, ana baba emir ve haklarının geldiğini ve bunların yüksek derecede gözetilmesi gerektiğini ifade ediyorlar. Bu doğru. Velev ki; sevgili peygamber efendimiz Muhammed Mustafa Hazretleri bir hadisinde şöyle buyuruyor;  “Cennet anaların ayakları altındadır.”

O halde henüz hayatta olan ana babaların kıymetlerini bilsek, haklarını vermeye çalışsak, öldükten sonra değerlerini anlamak neye yarar?

Ders verdiğimi düşünüp bana kızanlarınız varsa, madem derse ihtiyacınız yoktu, o halde niçin ana babalarınız huzurevinde, yalnızlık denizinin durmadan sürükleyen anaforuna terk edilmiş, yaralı bir kuş gibi bîçare titriyorlar?

Ben de sağlıklarında anamı babamı yanıma alıp bakamadım, ama tutup onları huzurevine de atmadım, kendi evinde, ama yalnız da olmadan, sıkça gelip gidenlerle beraber yaşamlarını idame ettirdiler. Hep aradık, hatırlarını sorduk, ziyaretlerinde bulunduk. Yanımıza alamadık, diye de sonralarında çok gözyaşı döktük. Gözyaşlarımız vicdanımızı rahatlattı mı, kardeşlerimi bilemem ama benimkini rahatlatmadı. Ne zaman anasına yanında bakan bir evlât görsem keşkeler sıralarım, bu ‘keşke’lerim canımı acıtır da hafifletecek dünyevî ilâç bulamam.
 
HUZUREVLERİ KÖTÜ DEĞİL
Şüphesiz ki huzur evlerinin pek çoğu kötü değil, burada çalışanlar istirahatgâh ihtiyarlara özenle bakıyorlar. Temizliklerini yapıyorlar, sağlıklarıyla ilgileniyorlar. Belki de bunu bilen evlâtlar gözlerinin arkada kalmaması için onları huzurevine bırakıyor olsa gerek. Yaşlılıklarında iyi bakılsınlar, rahat etsinler diye düşünüyorlar sanırım. Ama ne kadar iyi bakılsalar da oradaki insanlar, evlâtlarından uzaklarsa, delik şemsiyenin altında yağmurda kalmış gibi oluyorlar muhakkak. Hiç para karşılığı hizmet verenle, vicdanla yakınlaşan bir olur mu? İyi bir evlât olabilmek de tamamen vicdanla ilgilidir.

Diyelim ki vicdanlı bir evlâtsınız ve ananıza babanıza yanınızda bakmak istiyorsunuz da belki de hayat şartları buna el vermiyor olabilir. Eviniz dardır, eşiniz anlayışsızdır, çocuklarınızın sorunları vardır vesaire. Ana babanızı bütün bunlardan uzak tutmak için son çare huzurevini düşünmüş olabilirsiniz. Ve ananızı ya da babanızı götürüp istemeyerek de olsa huzurevine bırakmış olabilirsiniz. Gözünüzle de görmüşsünüzdür; huzurevinin temizliği, intizamı, yemekleri iyidir. Atanızın akranları da hoş sohbet ve güler yüzlüdürler. Ama bu durum içiniz rahat eve dönüp onları bir daha arayıp sormamayı gerektirmez. En azından hafta sonları ve bilhassa bayramlarda gözlerini kapıda bırakmamalı.

Huzurevlerinden para karşılığı aldığınız hizmet, vicdanınızı rahatlatmamalıdır. “Parasını veriyorum, anama babama baktırıyorum” demek yeterli değildir, zira bu iş para işi değildir, gönül işidir. Huzurevinde çalışanların da gönülleriyle alâkalı bir iştir yaptıkları. “Aldığım para kadar vazifemi yapar, keyfime bakarım” diyen bir görevlinin atanıza davranışı nasıl olur dersiniz? Kazandığı para kadar olur. O da vicdan sahibi biri olsa dahi. Hiçbir parayla tutulmuş görevli evlâdın yerini tutamaz. Evlât kötü de olsa, ana baba için evlâttır ve başka hiçbir değerle değeri ölçülmez.

Huzurevinde hüzün denizinde yüzmeye bırakılmış, her gün evlât yolu gözleyen ana babaları boynu bükük bırakmayalım. Onların yorgun kulaçlarına kuvvet olalım.  Zorunlu hallerden yanımıza alamıyorsak da, yanına gidelim. Gönlüne girelim, koklayalım, koklaşalım. Bakışlarından ne hissettiklerini anlamaya çalışalım.  Evlâtlığımızı doğru zamanda, doğru şekilde bu gün yapalım. Yarına ertelemeyelim, yarın çok geç olabilir.
 
ÇOCUK YUVALARINI UNUTMAYALIM
Şu içinde bulunduğumuz mübarek Ramazan Ayı huzurevine ziyaretimize vesile olsun. Eğer evlâtları gitmiyorlarsa, burada kalan ve ömürlerinin son deminde huzur buldukları sanılan yalnızlıktan huzursuz yaşlılarımızı bizler ziyaret edelim. Gönülleri hoşnut olsun, onların hayır dualarıyla da bizlerin yürekleri huzur bulsun. Her biri meyvesiz ağaç gibi rüzgârda sallanan, ömrünün yalnız sonlanacağını sanan bu büyüklerimize yalnız olmadıklarını hissettirelim. Gönül telleri yanık nağmeler inlemesin, yürekleri hasret şarkıları söylemesin. Onlara evlât olamasak da, insan olduğumuzu gösterelim.

Ramazan Ayı aynı zamanda nasıl insan olunması gerektiğini bize öğreten aydır. Bu ayın, bu mübarek günlerin değerini bilelim, Ramazan bayramı süresi içinde de olsa huzurevlerini ve çocuk yuvalarını ziyaret eldim. Orada kalanların kimsesizlik hislerini unutturalım. Onları sevindirelim ki, bizler de sevince erelim.

Huzurevleri nasıl ki, terk edilmiş yaşlılarımızın barınağıysa, çocuk yuvaları da aynı şekilde, bir sebeple terk edilmiş çocuklarımızın barındığı yerler. Hasbelkader dünyaya gelmiş olan bu yavrucuklarımıza da devletimiz çok iyi şekilde bakıyor, karınlarını doyurup, onları büyütüyor. Hatta okutup eğitiyor ve eğitildiklerinde iş önceliğini onlara veriyor. Ama devletin gözü bütün gün yuvalarda değil ki, onlara bakan görevliler de aldıkları maaş kadar ve vicdanları ölçüsünde onlarla yakınlaşıyorlar. Bu durumda çocuklarımız yalnızlık hissinde, boyunları bükük, Devlet Baba’nın himayesinde yetim yetişiyorlar. Sevgiden yoksun, ilgiden, şefkatten yoksun olarak. Biz neciyiz? Bu devletin bir bireyi olarak bu evlâtları görmezden gelecek kadar vicdanlarımız kilitli mi, kıt mı? Ziyaretlerine giderek onların da gönüllerini alalım. Onlara da içimizde varsa eğer sevgimizden, merhametimizden bir parça sunalım. Paylaşalım yalnızlıklarını, biz var oldukça bir daha yalnız kalmayacaklarını anlasınlar. Müslüman olana paylaşmak yakışır. Ramazan Ayı ve bayramlarımız bu güzelliklere yaraşır.

Ayfer AYTAÇ
ayferaytac.com
 

 
Toplam blog
: 622
: 205
Kayıt tarihi
: 08.12.14
 
 

Gazeteci-yazar ..