- Kategori
- Sinema
I'm Not There

imdb.
Absürdü Aşıp Episodik-Epik Kalabilen Bir Film: ‘I’m Not There’
William Gibson, bilim kurgu romanı ‘İdoru’da müzik idolü olmayı başaran birinin öyküsünde, ünü ve popüler kültürü açımlamaya çabalar. Frankfurt Okulu’nun oluşturduğu popüler kültürü açımlama geleneğinin tümüyle dışında bir saptamada bulunur: “Popüler kültürler ve özellikle altkültürler (‘kült’ deniyor), gelecekbilimin ta kendisidir.”
Tuhaftır ama gelecekbilim kurulduğundan beridir, geçmişbilim olan tarihten yalıtılmış bir şey sayılır. Oysa, ironik bir biçimde, gelecek şimdinin içinden geçerek, sürekli geçmişleşmektedir. Yani, geleceğin hiç olmazsa bir bölümü geçmiştedir, ölmüş bir adamın onun ölümünden sonra doğan çocuğu gibi.
Müzik idollüğü, 1950’lerde başladı. Rak, folk / ‘country’, protest, pop, caz, ‘New Age’, dünya müziği ve/ya etno-caz. Her türün kendi alttüründe, 5-10 yılda bir değişen idoller (süperstarların da ötesi). ‘Rolling Stones’ gibiler, 40 yıl dayanabilip, hala bir turnesi 100 milyon dolar toplayabilen bir süper market metası olmayı başarabildi (bu bir başarı mı, ayrı konu).
Özellikle rak ve protest idolleri şunu sordurdular: Bir şarkıcı tarihi etkileyebilir mi? Milyonlarca kişilik kitleleri etkileyebildiler ve hala etkilebiliyorlar. Ancak, tarihi?
Bob Dylan, bu idollerden biri, daha doğrusu ‘idi’ demek gerekir.
Kısacası, bir ara özdeyiş: Ün öldürür: Ata Türk’e yaptığı gibi...
Film, ilginç formlar kullanarak bunu irdeliyor:
Öncelikle aynı kişiyi 1’i kadın, 6 kişi canlandırıyor. Dylan bir erkek, bilmeyenler için bunu belirtmiş olalım. İlginç olanı, kafatası anatomisi inanılmaz biçimde, onun canlandırdığı dönemine neredeyse tıpatıp benzediği için, diğerlerine oranla ona en çok benzeyen kişi kadın oyuncu Kate Blanchett olmuş (onun daha önce 17. Yüzyıl ingiltere kraliçesini de inanılmaz bir inandırıcılıkla canladırdığını düşünürsek, bu daha da önem kazanır).
Dylan’ın zirveye çıktığı yıllar, hippi ve bol / çeşitli uyuşturucu banyosu dönemi olduğu için, ortada zihinsel ve duygusal olarak feci bir saçmalık var: Gereksiz bir hız, uyku düzeni yok, beslenme bozuk, sürekli yolculuk var, zaman algısı bozuk, çevrende yamyam medyatörler, vb, vd.
Dylan’ın öyküsü epik (destansı) olmasa da, episodik, yaşamında kişiliksel ve müziksel bambaşka evreler yaşıyor ve bunları her değiştirdiğinde, bir önceki hayran kitlesi ona düşman oluyor. Bu, idol-fan(atizm) ilintisinin en belirgin örneği.
Filmin destansı değil de, Brecht epiği (didaktik) olmasının 2 nedeni var: Episodlar da, alt-episodlarda ve bazan zamansal sıraları bozuk biçimde düzenlenmiş. Böylelikle, parçalardan tek başlarına, 1’li, 2’li, ... , n’li kompozisyonlar olarak, birbirinden çok farklı anlamlar üretebiliyorsunuz. Biraz beyin yorucu ama zaten bir sanat eseri ancak öyle olursa, başyapıtlığa yaklaşır.
Filmde, bir de siyahbeyaz-renkli kontrastı kullanımı çok belirgin. Ancak, bu rasgele kalmış ama siyahbeyaz planların bazıları, tek başlarına sinema dersi olarak okutabilecek mükemmellikte. (1960’lı yıllarda yapılmamış ama tümüyle o dönemin görütüleri kullanılarak yapılmış klip planların aslında pekala o dönemde de yapılmış olabileceği, popüler kültürlerin neden belirli zamanlarda ve yerlerde ortaya çıkmasının anlamlı olmadığının imidir, ortada kaotizm vardır.)
Dolayısıyla beyniniz, bir yandan Dylan’ın farklı dönem müzikleriyle, bir yandan o farklı dönemlerin farklı özgün siyasal olaylarıyla dolu olacak ve filmin her anında bu kalabalık veri tabanının herhangi bir noktasına rasgele erişebilecek. Bunu yapabiliyorsanız, filmi önce baştan sona, sonraları istediğiniz anından anına serbest zaman dizisi olarak, büyük bir keyifle izleyebilirsiniz.
Sonuçta, bu film, ya yönetmenin, ya senaristin, ya da ikisinin ortak öznel yorumu. Abartılı bir yorum ama epeyi işlevsel bir yorum. Konu, zaten Dylan biyografisi değil, onun nezdinde bir dönem ve kültür irdelemesi ki film bunu mükemmelen beceriyor.
Eğer, bugüne dek hiç Dylan dinlemediyseniz, filmi sakın izlemeyin, hem size, hem filme yazık. Eğer onu müzisyen olarak biliyorsanız, acaip bir sinema ve müzik keyfi alacaksınız. Bunu özellikle yapmak isteyen ama bir türlü beceremeyen David Bowie’ye inat, acaip özgün bir müzikal olmuş.
Dipnot. Bu biçimiyle, içeriği değil, biçimiyle, bir yeni Sinema örneği olmuş.
Ve filmden kendim için bir alıntı monolog-tirad:
“Kaosu bağrıma basıyorum ama o beni bağrına basıyor mu bilmiyorum.” (Bu özgünün özgün çevirisi değil ama güzel bir çeviri-yorum olmuş.)
Bir alıntı daha:
“Kendime bile görünmüyorum.” (Ünlülerin varlığı sanal olduğu için, seyreden olmayınca, kendilerini göremezler. Bu bir şizofreni, benimkisi başka bir şizofreni: Kendim gibi bir beyin yok çevremde ve yalnızca kendi beynimin dalga boyunu görmeye ayarlıyım.)
Artbilgi:
İngilizce bilenler için şarkılar hakkında tam bilgi: