Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 
 

AYFER AYTAÇ GAZETECİ YAZAR

http://blog.milliyet.com.tr/ayferaytac

11 Mart '21

 
Kategori
Anılar
 

İç Sesimle Kavga Ettim

Düşenin Halini Düşenler Anlar
 
Hayatta hiç düşüş döneminiz oldu mu? Öyle yolda giderken tökezleyip düşmek değil bu, varlıklıyken darlığa giriverme, pirinç yerken bulgur bulamaz hale gelme zamanlarında kaldınız mı? Hiç geçmeyecekmiş gibi bir kışa, hiç sonu gelmeyecekmiş gibi karanlık bir tünele girdiğiniz oldu mu?
Ekmek bile alamadığınız, ekmeği bulsanız yanına katık koyamadığınız öğünleri gözyaşlarınızla savuşturduğunuz günlerde de gülebildiniz mi hiç, mecaliniz var mıydı zorlukları metanetle aşmaya?
Böyle bir dönemden kurtulmak arzusuyla, düştüğünüz yerden kalkma gayreti yaşarken bir sonradan görmeye muhtaçlık duydunuz mu? 
 
Bu soruları neden soruyorsun, diyecek olursanız. Emekliliğimden sonra bir ara birilerinin çelme takmasıyla şiddetli bir sendelenme geçirdim. Gazetecilikle hiç alakası olmayan asıl mesleği kahvehane işletmecisi olan, lakin gazete patronu bilinen birinin yanında üç ay kadar çalışma zorunluluğum oldu. Adama bir siyasi yakını demiş ki: " Senin üzerine renkli bir gazete açalım, yanına tecrübeli bir gazeteci al, yayın hayatına dal. Elemanlarına üç kuruş verirsin, sen üç yüz kuruş kazanırsın, çalıştır kafanı. Bizim reklamımızı da yaparsın."
 
Tecrübeli diye ben bilinmişim. Telefonumdan iş teklifi gelince sıkkın ânımdı, sevinçle kabul ettim. İşe başlama öncesi gazete sahibi bilinen şahsın önünde bir üniversite hocasının ve bir savcının ceket iliklediğini görmüştüm. Tabi bu ölçü olmadı bana. Üniversite hocası ve savcı bana göre gazetecilik mesleğine saygı gösteriyorlardı, karşısındaki adamın kimliğine değil. Zira hiç bir hoca bir kahvehane işletmecisimin önünde ceket iliklemez, ben görmedim şahsen...
 
Ha, durun hatırladım. Gördüm yahu. Kahvehane işleten bir beyin önünde çok kişi ceketini ilikledi. Hem de el ovuşturup iki büklüm önünde eğildi. Ama bunlar olurken kahveci milletvekilydi. Evet bizim ilden bir kahvehane çalışanı milletvekili oldu. Hem de iki dönem. Lakin o vekil cahil biri değildi. Asıl mesleği öğretmenlikti. Sonra bir darbe neticesinde görevinden alınmış, mapusta falan yatmış. İçerden çıkınca aç kalacak değil ya o da kahvehane açmış.
 
Bazı hocaların da kahvehaneye gidip taş kırdıklarını, malayani konularla vakit tükettiklerini orada çok gördüm. İşte bazısı samimiyetten, bazısı da kahvehaneciyi eliboşluğa özendirici bulduğundan, kimileride kara cahil olduklarından hoca, hacı karşılarında ceket ilikleme pozisyonunda bulunmazlar. 
 
Şimdi insan ayırıyor gibi olmasın, ama cahille okumuşu ayırmakta gerekir yani. Bir cahil dosttan bin okumuş düşman evladır, demiş büyüklerimiz. Cahil duyduğuna inanır, okumuş araştırır doğrusunu gördüğüne ikna olur. 
 
Çay dağıtmaktan ve marka saymaktan öte aklını bir şeye yormayan bu gazete patronu bilinenin görgüsüzlüğüne, bilgisizliğine üç ay dayanabildim. Sonra yavan yemeği, görgüsüz sayesinde alacağım yağa tercih ettim.
 
Bir parkta dinlenmek adına oturuyorken birden geldi aklıma. Ben mesleğimde geçirdiğim onca güzelliklerden sonra böyle bir hatayı nasıl yaptım? Nasıl iş bilmez birinin çatısı altına girdim diye, keşkelerle boğuşuyorken, o sırada iç sesim bir arkadaşmış gibi girdi devreye; hadi diyelim bu iç ses arkadaş, tesadüfen yoldan geçen genç bir meslektaşım diyebileceğim biri olsun ve beni üzgün görmüş yanıma gelmiş bulunsun.
 
İç sesimle hal hatır sorgulamaktan sonra konuşmaya koyulduk. Gündemimiz kalabalık. Gazeteci yazarlar olarak bir araya gelinmiş her bir kalem sahibi, kalemlerinin gücü oranında günlük yaşantılar hakkında edebi yorumlar yapıyor. 
 
O anlarda bir yazarın kalemi değil de dili konuşuyorsa, söyledikleri karşısındakinin mantığını pek fazla tatmin etmiyor. Gerçi fikir ne ise, zikir de o derler, ama bazen kalemden bal damlarken, dillerden zehir akıtılabiliyor.
 
İç sesimi kullanan hayali arkadaşın biriyle bir konu üzerinde tartışıyoruz. Konumuz; varlıklıyken, bilinen ya da bilinmeyen nedenlerden dolayı birden yoksulluğa, maddi manevi sıkıntıya düşmüş bir insanın, düştüğü yerden kalkması için, bir sonradan görme hödükten çalışma karşılığı, emeğinin hakkını alıp alamayacağına yönelik.  Arkadaş diyor ki asla böyle bir şey olmamalı. Mesleğini iyi bilen biri, hiç bilmeyen birinin yanında çalışmamalı. Aç kalınmalı yine de görgüsüzden hamur alınmamalı. 
 
“Ya, bu düşmüş birinin, bir de bakmakla yükümlü olduğu çocukları varsa,” diyorum. 
Arkadaşın katı kuralı değişmiyor. Ona göre aç kalmak onursuz kalmaktan iyidir.(Bu arada hemen söyleyeyim, arkadaşın tuzu kuru. Kayınpederinden dolayı arkalığı sağlam. Mesleğinin kaymağını yiyenlerden.)
 
"Peki" diyorum, onur denilen şey iş gücü karşılığı birinden destek görmekle kırılacak kadar basit bir şey midir? Soruma yine kendim cevap veriyorum. Bence değildir. İnsan görgüsüzün yanında da onurunu koruyarak çalışıp zor günlerini aşma mücadelesi verebilir. Düştüğün yerde onurumu koruyacağım, diye kalmak acizlik ifadesidir. 
 
Elbette insanın düştükten sonra, bir sonradan görmüşün, iş bilmez ukalanın, her şeyi biliyorum havasında gezinen birinin yanında çalışmak zorunda olması, düşmek kadar acı verici, ama açlık kadar sıkıntısı kahredici değil… 
 
Ben şahsen şöyle düşünüyorum. “Tut ki, çocukluğumda sokakta koşarken düşmüşüm ve kolumdan biri tutup benim de gayretimle kaldırmış, yeniden yürümeme vesile olmuş.” Eğer çabama bir destek görmezsem hep düştüğüm yerde kalabilirim… Bu bakımdan çabama destek olacak kişinin o an kim olduğunu dikkate almam.
 
Arkadaşım diretiyor: "Olmaz işte, olmaz! O kişi yarın bir gün olmadık yerde karşına geçip zordaydın, sayemde karnını doyurdun derse, senin onun yüzünü agartmak için verdiğin ekmekleri hiçe sayarsa..."
 
"Bu kadar kötü değil bu adam, sadece sonradan görme. "diyorum. Düşüncesini değiştirmeye ikna edemiyorum.
 
Sevgili arkadaşımız derki; “Düşen kişinin elinde bir mesleği varsa, o mesleği doğrultusunda yeniden sıfırdan başlayıp, mücadelesini sürdürmelidir.” 
 
"Ya bu kişi düştüğünde çok yara aldıysa, bu yarayı onaracak bir merhemi yoksa (İş sermayesi gibi) ne yapacak?"
 
Dostlarından yardım görecekmiş, dostlar ne güne duruyormuş, dostlar aralarında para toplayarak, düşeni hissettirmeden itekleyeceklermiş… 
 
Ah be sevgili iç sesim, günümüz de düşenin dostu mu oluyor? Ve bilirsiniz, elden gelen yardım öğün olmaz, o da vaktinde bulunmaz” lafını… 
 
En büyük yardım önce insanın kendi kendine edeceği yardımdır. Kişinin elinde bir mesleği varsa ve o mesleği sayesinde bir görgüsüz zenginin yanında da iş bulabilmişse buna şükür etmelidir ki, o yardım yapacağı düşünülen dostlar da bu meslek sayesinde bulunmuş olması muhtemelken… 
 
Siz bu konu da ne dersiniz bilemiyorum, ama bana göre hayat bir mücadeleden ibarettir. Bugün ben düşerim; yarın ben kalkarım, sen düşersin. Önemli olan bu düşüş derecesinin şiddetinin nasıl olduğu ve kalkma yönteminin kim tarafından nasıl öğretildiğidir. Hayat bu şekilde insana tecrübeler kazandırmıyor mu? Sonradan görmelere gelince onun yaptığı bana göre kendi ayıbıdır. Dersini mutlaka o da bir gün bir şekilde bu hayattan alacaktır… 
 
İç sesimi bu görüşlerimle ben ikna edemedim. Kendine göre haklıdır. Tuzu kurudur, yemeği lezzetli olmuştur. Yemek bulamayanların ıslak tuzla avunmaları yerine, geçici olarak da olsa, bir sonradan görmenin gölgesinde tuzunu kurutmasında yarar vardır, diye düşünüyorum. Ben mi doğru düşünüyorum, yoksa iç sesim mi? Bu konu her zaman tartışmaya açık bir konu olduğundan doğru cevaba varılamamıştır. Yazı bu şekilde uzar gider, vakti kıt olanın vaktini almamak için burada noktayı koyalım… 
 
Ayfer AYTAÇ - ayferaytac.com
 
Toplam blog
: 622
: 205
Kayıt tarihi
: 08.12.14
 
 

Gazeteci-yazar ..