Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

15 Şubat '08

 
Kategori
Deneme
 

İçimizdeki "Yarı Feodal Bey"

İçimizdeki "Yarı Feodal Bey"
 

Kâğıt Oynayanlar - Paul Cézanne ( 1839-1906)


Taşra memurlarının, nitelikli, yaratıcı ya da oyalayıcı seçeneklerinin kıt olduğu taşra sıkıcılığının bazı katlanma halleri vardır. "Şehir kulübü" olarak adlandırılan mekândır taşra bürokrasisinin bu katlanma ayinlerinin mekânı. Küçükken, sanırım henüz yedi ya da sekiz yaşlarındaydım. Bazen akşam üstleri, bazen de geceleri savcımız "Peder bey"i oradan çağırmaya ya da bir şey iletmeye gittiğimde, kesif duman altı, izmarit kokusu sinmiş, sararmış badana, muşamba ve çuhanın ana aksesuar olduğu o mekânda, büyük bir ciddiyetle ellerinde iskambil kâğıtlarını tutan taşra bürokratlarının arasına, saygı ve kaygı karışımı bir duyguyla girerdim. Sanki onların kazanma, yenme hırsı ile dalgalanan karasularına, adeta bir cep denizaltısı sessizliği ile yanaşıp boş bir iske(m)leye bağlandığım anlardır o anlar. Bir çocuk için son derece sevimsiz, sağlıksız bir ortamdır. Bir nebze olsun "baba ko(r)kusu sindiği için biraz bekler, biran evvel işimi bitirip ayrılmak isterdim o mekândan.

Bilginin ve geleneğin henüz büyüklerden küçüklere, babadan oğla, annelerden kızlara doğru aktığı dönemlerdi o dönemler. Bilginin, internet, bilgisayar ve cep telefonlarıyla dijital bir sağanak halinde, geleneğin ise Atlantik ötesi ve Avrupa Yakası'nda "yeniden icat edilerek" Sivil Toplum Kuruluşları'nca çocuklardan ve gençlerden büyüklere aktarıldığı bugünlere en azından çeyrek asırdan fazla bir süre vardı o günlerde ("...Oğlum gogıl'a nasıl giriliyordu..?")

Aya yeni ayak basılıyor, çocuksu bir heyecan ve gizem örülü duygu karmaşası içerisinde, "Milliyet" gazetesinin ilk kez bu amaçla gerçekleştirdiği renkli resimli sütunlarına, siyah-beyaz alışkanlıklardan sıyrılarak daldığımız günlerdi o günler.

Muhterem "Peder bey"in bakkaldan fısıltılı bir siparişle alınan "Kulüp rakısı"nın özenle gazete kâğıdına sarıldığı, tuzlu fıstığın mutlaka bayat ve aşırı tuzlu olduğu, beyaz leblebinin ise beni, anılarımda hep o "Ulu Önder"in sofrasına götürdüğü yıllardı o yıllar.

Gazete kâğıdına sarılı şişenin aslında "mahalle baskısı" olduğunu (Pof. Şerif Mardin) resmen öğrenmemiz için de bir 30 yıl daha beklememiz gereken bir dönemdi o yıllar.

O mekânda maça kızı, valeler, sinekler havada uçuşurdu. Arada duyduğum "sanzatu", "floş ruvayel" gibi tabirler bende aşırı derecede yabancı dil öğrenme ve konuşma isteği uyandırırdı. Kupa'nın İngiliz Kraliyet ailesini, maça' nın askerin silahlarını ( o yüzden maça, askerin Fransız devrimindeki rolü nedeniyle Fransız kökenli oyunlarda "kupa"dan daha değerlidir), değersiz olan sineğin ise çiftçi ve köylü sınıfını temsil ettiğini, yani babamların ellerinde aslında "yarı feodal" monarkları tuttuklarını bilmiyordum tabii ki o dönemlerde... Bunu da çeyrek asır sonra öğrendim. Masanın üzerinde ve etrafta görüp de kökenlerini tam olarak bilemediğim bilgilerdi bunlar.

YA MASANIN ALTI

Bu insanlar, burada bu işi yapacaklarına, kitaplar okusalar, yazsalar, çizseler ya da laboratuvarlara inip deneyler, atölyelerde heykeller ve resimler yapsalar çok daha güzel ve yararlı olur diye düşünürdüm. Böylelikle, o yıllar bize "sıkma" eşliğinde iri bayraklı ve gösterişli variller içinde "süt tozu" veren "Sam Amca"nın gelişmişlik düzeyini yakalar mıyız acaba diye düşünürdüm içten içe. Sonra da o "Amca"nın Vietnam'da uçan kalelerle (B-52'ler) çocukların üzerine bombalar yağdırdığını radyodan dinler, gazetelerden okur, böylesi bir "yakalama"nın hiç de sevimli olmadığını düşünürdüm. Babalarımız kâğıt oyunlarına, o "Amca" da bildiği gibi bombalamaya sonraki 40 yıl boyunca da hep devam ettiler. Her İkisi de pek değiş(e)mediler.

Ah bu erkeklik halleri! Onların onca çeşit "yarı-feodal" hallerini bir erkek olarak gözlemleyip deneyimleyebildiğim anılarda saklı kısa bir kesiti bunlar. Aslında bu durumlara "maço haller" de denilebilir. Fakat ben bu tanımlamanın daha çok, tarım dışı uğraşılarla ve denizle içli dışlı, yanısıra cinsel serbesti içindeki toplumlara daha çok oturan bir kavram olduğu kanısındayım. Biz pek öyle olmadık ki!..

Sonrası ergenlik, ilk gençlik, orta yaş dönemi derken, yaşamın o fazla yormayan ama kendimizi hep "dev aynası"nda hissettiren, biteviye bir ezber içinde çırpınan biz erkeklerin, kâğıt oyunları yanı sıra bol bol futbol, araba, kadın ve baba yadigârı terim ve aidiyetlerle siyaset konuşuyor olduğumuzu da fark ettim. Dolu dolu ve abartılı! Fakat hemen hemen hep erkek erkeğe! Çoğu hayal bu sığ gerçeklerle birbirimizi ağırlıyorduk. Çocuk, ev temizliği, ütü ve çamaşır yorgunu ev kadınları da "Kadın günleri"n de kendi gündem ve terimleriyle nasıl ağırlıyorlarsa birbirlerini.

Arabalar gıcır gıcır, tertemiz, herkese karşı "başarılı adam" imajının statü göstergeleri olarak. Fakat ya garajda ya da kapı önünde.

Takım kampta, maça hazır, en büyük biziz, yakında kupa omuzlarda!...

Baba yadigârı aidiyet ve kulaktan dolma bilgilerle siyaset söylemlerde, ülke kurtuldu kurtulacak, güvenli ellerde...

Maça kızı ellerde, hayali kızlar ve kadınlar dillerde ya da zihinlerdeki dehlizlerde.

İlk bakışta bu yarı feodal tavırlar biz erkekleri aslında kolay yoldan daha popüler, sevimli ve başarılı, dışarıda kalanları ise "hanım evladı" kılmaktadır.

Sonrası da şunu fark ettim; bırakın bu zorlu coğrafyanın ve çalkantılı tarihinin talep ettiği orta halli bir aydın kimliğini, erkeklerimizin çoğunluğunun kişiliği, mesleği ve hobileri derin ve çağdaş ölçütlerde oluş(a)madığı için ( ki bu oldukça meşakkatli bir süreçtir ) bu durum karşısında, yarı farkındalık halinin bilinçaltı ezikliği içinde, şık bir "tatlı rekabet hali" yerine, bu sığ yollarda birbirlerini geçme ve ezme yarışı içindeydiler.

YA SONRA NE OLDU?

Önce renkli tv geldi, daha çok futbol, dedikodular ve magazin renklendi.

Video geldi, daha çok taşra düğünleri ve cinsel içerikli VHS'ler, beta'lar izlendi.

Bilgisayar ve internet geldi, bol bol "chat" yapıldı ve cinsel içerik "download" edildi

Cep telefonu geldi, eş, çocuk ya da sevgili izleme ve mesaj bombardımanı aracı oldu.

Mertlik aslında yeşil çuhalarda daha önceden yıpranmıştı artık iyice bozuldu!..

Üzerimize itfaiye hortumu tutulmuş gibi bilgi ve enformasyon yağıyor ama insanlık, refah, çağdaşlaşma, dayanışma ve birliktelik adına çok azı bu güzel topraklara sızabiliyor!..

Bütün bu anlar ve araçlar, keşke, anlamlı bir izlek içerisinde, bilinçli zihinlerde, sindire sindire, gerçek işlevlerine uygun olarak yaşanabilse ve kullanılabilselerdi. Acaba o zaman, sıkı türban tartışmalarındaki sert tavırlardan üç beş gün içinde sevgililer gününün ateşli ve siparişli romantizmine hızla ve amaçsızca salınan bir sarkaç gibi, bu denli kolayca ve sorgusuz bir kabulle geçilebilir miydi? Deste deste yarı feodal erkeksi tavırlar ve duygular arasında...

İ.Ersin Kaboğlu.

15 Şubat, 2008 Ankara.

 
Toplam blog
: 366
: 2333
Kayıt tarihi
: 05.10.07
 
 

Samsun/Ladik doğumluyum. Çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım babamın görevi gereği ülkemizin Orta ..